Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

20 Şubat 2014 Perşembe

Ahidname...









Günün Sözü...

Kamış ses verince “Ney” oldum sanır. İp gerilince “Yay” oldum sanır. Sarayda oturmakla “Padişah” olmaz kişi. Aptal ata binince “Bey” oldum sanır...







Ahidname...

FARKINDASINIZ mutlaka.
Her geçen gün, insanların hoşgörü anlayışı değişiyor. Hatta gittikçe de yozlaşıyor.
Aslında, böyle olmasını isteyenler, yavaş yavaş amaçlarına da ulaşıyor.
Parçala, böl ve yönet taktiği hayata geçmiş durumda.
Oysa çok değil, bundan belki 15-20 yıl önce, çok daha hoşgörülü bir toplumduk.
Dinsel, siyasal farklılıklarımız aklımıza bile gelmiyordu.
Çünkü farklılıklar olsa da, her şeyden önce insandık…
Komşuya bir tas sıcak çorba ve yemek vermeyi görev bilirdik…
Sizlere bu yazıda, çok önemli bir belge ve bilgi aktaracağım.
Belgemiz 1463 tarihli ve Fatih Sultan Mehmed ile ilgili. Yani 551 yıllık bir bilgi ve belge.
Osmanlı’nın Avrupa’da egemen olduğu dönemlerde Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethinden on yıl sonra, yani 28 Mayıs 1463’de, o yıllarda Bosna’da görev yapan başrahip Fra Andeo Zvizdovç’e verdiği bir söz vardır.
Günümüz İnsan Hakları Beyannamesi’nin temelini oluşturan ve Fransız İhtilali’nden 326 yıl önce uygulamaya konulan Ahidname’nin orijinali, günümüzde bile daha hala hiç okunmamış binlerce Osmanlı dönemine ait belgelerin de yer aldığı Bosna Hersek’in  Fojnika kentindeki Fransisken Katolik Kilisesi’nde bulunuyor.
Anımsarsanız, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de, 2006 yılında Türkiye’ye gelen ancak daha gelmeden önce AB Hıristiyan kulübüdür. Burada Müslümanlara yer yok’ açıklaması yapan Papa 2. Benedick’e bu Ahidnamenin örneğini vermişti.
Evet, bu Ahidnameyi, Bosna’da gittiğiniz her yerde görebiliyorsunuz: Otellerde, bakkallarda, kahvelerde, lokantalarda…
Osmanlı, Avrupa’yı ve bu toprakları fethettiğinde, papazlar, rahipler buralardan ayrılmak istemiyorlar ama can güvenliklerinin de sağlanmasını istiyorlar. Bu isteklerini Fatih’e söylediklerinde, o da bir Ahidname yayınlıyor ve bölgedeki tüm din adamları rahat ve huzur içinde yaşıyor… İşte özel çerçeve içinde korunan Ahidname’de yazılanlar:
                                              
Arkamdaki tabloda görünen 
başrahip Fra Andeo Zvizdovç’in 
elinde tuttuğu Ahidname ile, 
benim elimde tuttuğum 
aynı Ahidname.
"Murat Han'ın oğlu, daim muzaffer Mehmed, hürmete layık yüce sultan'ın emri, imzası ve cihan fatihinin parlayan mührü aşağıdadır : 
Ben, Sultan Mehmed Han, bu Ferman-ı Hümayunu'mu haiz Bosnalı Fransiskanların lütfuma sahip olduklarını ve bu emri verdiğimi bütün dünyaya duyuruyorum. Hiç kimsenin bahsi geçenleri veya kiliselerini taciz veya rahatsız etmesine izin verilmeye... Onların Devlet-i Al-i Osmaniye'de sulh içinde ikamet etmelerine izin verile... Devlet-i Aliyem hudutları dahilindeki bütün memleketlerde mevcut manastırlarına herhangi bir korku taşımaksızın geri dönmelerine ve yerleşmelerine izin verile... Ne şehzadem ne vezirlerim veya vazifelilerim, ne de hizmetçilerim veya devletimin vatandaşları onlara hakaret etmeyecek ve onları taciz etmeyecektir. Hiç kimsenin onlara tecavüzüne, hakaret etmesine ve canlarına kastetmesine, mallarına ve mülklerine veya kiliselerinin mal ve mülklerinin tehlikeye atılmasına izin verilmeye... Memleketime hariçten herhangi birini getirmelerine dahi müsaade edilmiştir.
Böylece, bu ferman-ı hümayunu lütufkar şekilde yayınladım ve işbu büyük yemini ettim: Dünya ve ahiretin Yaradanı, bütün canlıların rızıklandırıcısı adına, yedi Mushaf ve Muhbir-i Sadık (Hz. Peygamber s.a.v ) ve koyduğum kılıç adına, onlar hakimiyetime itaatkar ve sadık kaldıkları sürece, hiç kimse yazılanın aksine hareket etmeyecektir."
İşte biz böyle bir neslin insanlarıyız, insanlarıydık...
Barışçı, özgürlükçü, insana ve haklarına saygılı, demokrat, farklılıklara saygı gösteren, onları anlayan, onlarla birlikte yaşayan, oynayan, paylaşan ve kollayan
Öyle, “ Osmanlı bizim ecdadımız. Osmanlı’ya laf söyletmem. Bizler gerçek Kanuni’nin torunlarıyız…” demekle olmuyor.
Osmanlı’nın rüşvetçilerini, yolsuzluk ve hırsızlık yapanlarını, insanlık dışı uygulamalara imza atanlarını, sayısız eşleri olanlarını, ruh hastalarını, mal mülk edinenlerini, devlete ve halka değil kendine çalışanlarını örnek alacağınıza, toplumda barışı sağlayanları, toplumu bölmeyenleri, özgürlükleri savunanları kendinize örnek alın… 
Alamıyorsanız da, çekin gidin...











AKP Kadıköy Başkan Adayı'nın uyanıklığı...









Siyaset ne demek?


Tevfik KIZGINKAYA

Barış İsteyen Gazeteciler
Platformu Kurucu Üyesi


SORUYU soruyla açalım. Ülkemizde siyaset adına neler yaşıyoruz, neler konuşuyoruz?
Cemaat, paralel devlet, yolsuzluk, hırsızlık, darbe, yasaklar, tomalar, gazlar, öldürülen gençler, uzun tutukluluk süreleri, şike, yargıda ve emniyette yapılanma, hukuksuzluk, yandaşlar, suçlamalar, mecliste kavgalar, hakaretler, küfürleşmeler…
Sabahtan akşama kadar siyasetin belirlediği bu “gündemler” üzerine tartışıyoruz.
Gelin bu tartışmalardan biraz olsun uzaklaşalım ve siyasetin ne demek olduğunu görmeye çalışalım.
Önce adını koyalım. Siyaset bir bilimdir.
Prof. Bülent Daver’in (Işıklar içinde olsun…) tanımıyla, ülke, devlet ve insan yönetim bilimi.
Yönetimin iki taraf vardır; yöneten - iktidar ve yönetilen - halk.
İktidar erkinin kaynağına göre belirlenen yönetim şekli, iktidar ile halk arasındaki ilişkiyi belirler.
Konumuz, iktidar erki halk tarafından seçilen demokrasi.
*****
Siyaset bilimine göre demokrasilerde farklı siyasi partiler vardır ve siyaset, emek - sermaye temelinde yapılır.
Siyasi partileri birbirinden ayıran temel nitelikleri ise, emek – sermaye zemininde sahip oldukları ideolojileridir.
İdeolojilerin temelinde de, halkın ekonomik ve sosyal sorunlarına yönelik çözümler vardır.
Sağ siyasi partiler, devletin ekonomik artı değerini sermayeden - özel girişimden yana kullanarak ülkeyi ve halkı yönetmeyi amaçlarlar.
Sol siyasi partilerin önceliğinde ise emeği ile geçinen dar gelirli kesimler vardır.
Çağdaş demokrasilerde bu anlayışla yapılanan siyasi partiler, insanı ekonomik ve sosyal kimlikleri ile görür. İşveren, işçi, sanayici, çiftçi, memur, esnaf, emekli gibi…
Halk da bu kimlikleri ve ortak yaşamsal sorunları temelinde demokratik kitle örgütlerinde, (meslek odaları, sendikalar ve dernekler) bir araya gelir ve örgütlenir.
Örgütlü toplum, demokrasinin katılımcılık ilkesinin gereği iktidarların uygulamalarını izler ve sorunlarına çözüm üretmelerini ister.
*****
Demokrasilerde iktidara sahip olan siyasi partiler, hangi ideolojiye sahip olurlarsa olsunlar, insanlar arasında din, mezhep, ırk, dil, cins, renk gibi doğarken kazanılan farklılıkları gözetmeden ve ayrım yapmadan halkın tamamına hizmet etmekle yükümlüdür.
İnanç ve etnik özellik ve kimlikler, kültürel niteliktedir ve temel insan hakkıdır. Bu hakların korunması ve yaşanması için gereken koşulları oluşturmak da siyasi partilerin temel görevidir. İsteğimiz dışında doğarken sahip olduğumuz bu kültürel kimlikler üzerine siyaset yapmanın demokrasi ile hiçbir ilgisi yoktur.
İnanç temelinde yapılanan siyasi partilere göre insanın kimliğini inancı belirler. İnancını kimliği olarak gören insan, mezhebine hatta aynı mezhep içinde kendisine yakın bulduğu tarikatlarda bir araya gelirler. Tarikatları sivil toplum örgütü (STK) olarak kabul eden yönetim şeklinin adı Teokrasidir.
Etnik temelde yapılanmanın özü mikro milliyetçiliktir, ırkçılıktır. Irkçılığın sonu ise Faşizmdir.
*****
Batılı düşünürlerin yönetim erkini tanrısal iradeye bağladıkları 14yy da, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen devlet adamı ve tarihçi İbn-i Haldun (Tunus, 1332 – 1406) devlet ve iktidar kavramlarını bilimsel temelde incelemiştir. Ekonomik etmenlerin, toplumsal olayların ve olguların da siyasal sistemler üzerindeki etkilerini yorumlayan İbn-i Haldun, toplumları “üretim biçimlerine” göre değerlendirmiştir.
Aradan geçen 600 yılın sonunda dünyaya baktığımızda büyük bir çelişki ile karşılaşıyoruz. Batılı toplumlar Reform ve Rönesans’la aydınlandı ve yönetim erkinin kaynağını halka dayandırdılar. Doğu toplumları ise orta çağın karanlığında kaldı ve iktidar erkini tanrıya dayandırdılar.
Batı, sanayi devrimini yaptı ve toplumunu üretim biçimlerine göre yapılandırdı. Doğu, toprağa ve tarıma çakıldı kaldı ve toplumunu inanç ve etnik temelde biçimlendirdi.
*****
80’lerin başına geldiğimizde gelişmiş batı, “dünya küreselleşti, artık yeni bir dünya düzeni kurulacak” dedi.  Yenidünya düzeninin gereği ve güzelliliği olarak da, demokrasi ve insan hakları adına “insanlar, inançlarını ve etnik kimliklerini özgürce yaşabilmeli, örgütlenebilmeli ve siyaset yapabilmeli” dendi.
Dünyaya bu şekilde “yeni bir yol” gösteren AB-D, özellikle geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde siyasetin inanç ve etnik temelde yapılanmasına da gerekçe ve geçerlilik kazandırmış oldu. Bu yönlendirmenin en büyük yansıması ise;
“Nedense” nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde görülmüştür.
“Nedense” bu ülkelerin, kaynakları zengin, halkı yoksul, yöneticileri zengin diktatörlerdir.
“Nedense” bu ülkelerde halk, mezhep ve etnik temelde gruplaşmış ve birbirleriyle savaşmaktadır.
“Nedense” bu yoksul gruplara silahları verenler de zengin kaynakları kullananlar da hep aynı ülkelerdir; AB-D.
*****
AB-D’de siyaset
Öncelikle iki soruya yanıt aramak gerekir;
·        Dünyaya demokrasi ve insan hakları “dersi” veren ve “yönlendiren” bu ülkelerde etnik veya inanç temelinde siyaset yapılabilir mi?
·        ABD’de, Almanya’da, İtalya’da, İngiltere’de, Fransa’da… etnik veya inanç temelinde bir parti kurulabilir mi?
Hıristiyan demokrat partiler var diyenlerin bu partilerin programlarına bakmalarını öneririm.
En azından bu ülkelerde etnik ve inanç temelinde kamplaşma ve çatışmanın olup olmadığına bakmak yeterli değil mi?
Bu ülkeler, Kilise yönetiminden, engizisyon mahkemelerinden, orta çağın karanlığından reformla çıktılar. Sanayi devrimi ile geliştiler ve kalkındılar. Toplumsal dokularını ekonomik ve sosyal sınıflar temelinde (sendikalarda, meslek odalarında, derneklerde) yapılandırdılar.
Bu ülkeler, 2inci dünya savaşında otuz beş milyon insanın ölümüne neden olan Hitler ve Mussolini faşizminden aldıkları dersle ırk temelinde siyaset yapılmasını yasakladılar.
Ama bu ülkeler, egemen olmak istedikleri dünyaya, etnik ve inanç temelinde yapılanmayı demokrasinin ve insan haklarının gereği olarak sundular, desteklediler, böldüler, parçaladılar ve yönetiyorlar…
******
Gelelim bize.
Söze, bir itirafla başlayalım. “Batılı güçlerden destek almadan, hatta onların muhalefeti karşısında, onlar Türkiye'yi parçalamaya çalışıp küçük bir ülke haline getirmeye çalışırken yaptıklarını hatırladıkça, kendisinin büyüklüğünü bir kez daha anlıyor ve etkileniyorum” sözleri ile Mustafa Kemal Atatürk’ü tanımlayan ABD Başkanı Bill Clinton (TBMM, 16.11.1999), batının ülkemiz üzerindeki amaçlarını bu şekilde dile getirmişti. (Biz söyleyince inanmayanlar için…)
Doğu toplumlarının makûs talihi gibi parçalanmaya ve yok olmaya doğru giderken özgürlük ve bağımsızlık mücadelesiyle emperyalizmin hevesini kursağında bırakan Türkiye, Cumhuriyet (Aydınlanma) Devrimini ile de iktidar erkini halka teslim etmiştir.
…insanlar arasında hiç bir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen…” (Unesco kararı, 28.11.1978) yönetim anlayışıyla kurulan Türkiye Cumhuriyetinin hedefinde, cehaleti ve sefaleti yok ederek tam demokrasiye ulaşmak vardı. Bilinçli ve ekonomisi güçlü insanlar, başkalarının sözleri ile değil kendi akılları ile karar verebilme yetisine sahip olabilirler.
Ne yazık ki çok partili sürecin başladığı günden bu yana siyaset, bilimin ve demokrasinin gösterdiği zeminin dışına taşındı.
Önce, bilinçli yurttaşlar yetiştirmeyi amaçlayan akla ve bilime dayalı “toplu eğitim sisteminden” uzaklaşıldı, aklı ile değil duyguları ile karar veren eğitimsiz bir toplum yaratıldı.
80 sonrasında da AB-D’nin yenidünya düzeni gereği diye gösterdiği ekonomik politikalarla devlet ekonomiden çekildi, üretim araçlarımız ve fabrikalarımız satıldı. Halkımız, işsizliğin ve yoksulluğun pençelerine bırakıldı.
Eğitimsiz ve yoksul insanın dini ve etnik duyguları yükselir, yükseldi de…
Siyasi partiler de oy alabilmek için dini ve etnik duygulara seslendiler ve iktidar olma yarışını “Sünni - Alevi, inanan – inanmayan, Türk – Kürt” temelinde yaptılar.
65 yıldır sürdürülen bu siyasetin sonucu dine, mezhebe, ırka, yöreye ve cinse bağlı kimlikler öne çıktı.
Yıllardır bir arada dayanışma içinde yaşayan bizler, “insan ve yurttaş” ortak kimliklerimizi ve sınıf bilincini bırakıp, bu farklılıklarımız temelinde kamplaştık. Sendikalar bile emek ortak paydası yerine inanç ve etnik temelde yapılandılar, emek yapısını parçaladılar.
Sonuçta, Alevi – Sünni, Laik – anti laik, inanan – inanmayan, başı açık – kapalı, kadın – erkek, doğulu - batılı, Türk – Kürt… diye ayrıştık ve birbirimizle çatıştık.
Bugün demokrasi adına yutturulmaya çalışılan bu siyaset anlayışı ile partilerin fanatik taraftarları gibi birbirimizle kavga etmekten bir adım öteye gidemiyoruz.
Cehaletin ve sefaletin egemen olduğu toplumların ne durumda olduklarını görmek için çok uzağa değil, hemen güneyimizdeki Irak’a, Suriye’ye bakmak yeterli değil mi?

*****
Ne yapmalı?
600 yıl öncesinde İbn-i Haldun’un düşünceleri ve söylemleri bugün için de geçerlidir. İnsanı insan olarak, ekonomik ve sosyal bir varlık olarak görmek ve sorunlarına çözüm üretmek demokrasi ve toplumsal barış adına atılması gereken en doğru ve en önemli adımdır.
Bu yolda ilk adımı kim atmalı?
Demokrasi halkın yönetimi ise, ilk adımı halk atmalı diyebiliriz. Halk, siyasi partilere inanç ve etnik temelde politika yapmamaları gerektiğini, yapanlara da oy vermeyeceğini yüksek sesle haykırmalı. Nasıl mı? Bu yolda sorumluluk Aydın’larındır.
Halkı aydınlatmak, düşün ve sanat insanlarının, şair, yazar, çizer, bilim insanı, hukukçu, gazeteci kısaca kendini Aydın diye tanımlayan herkesin görevidir. Tarih boyunca, kişisel değil toplumsal çıkarlar için mücadele eden, gerektiğinde canını ortaya koyan Aydın’ların önder olduğu ülkeler aydınlanmayı, çağdaşlığı, insan hak ve özgürlüklerini ve demokrasiyi yakalamıştır. Rönesans ve Reformda olduğu gibi...
İlk adımı siyasi partiler de atabilir. Demokrasiyi ve toplumsal barışı amaç olarak gören siyasi partiler bugünkü tartışmaların dışına çıkarak emek – sermaye zemininde siyaset yapmalıdırlar.
CHP’nin 70’li yıllarda “toprak işleyenin su kullananın - ne ezen ne ezilen insanca, hakça bir düzen -  emek en yüce değerdir” söylemleriyle ürettiği politikaların 1973’de % 33, 1977’de ise % 41,3 oranlarında halktan karşılık bulduğunu siyasetin özellikle de CHP’nin iyi değerlendirmesi gerekir.
Siyasetin emek – sermaye zeminde yapılanması, halkın da sendikalarda, meslek odalarında ve derneklerde örgütlenmesini ve yaşamsal sorunlarına sahip çıkmasını sağlayacaktır.
Siyasetin insanların aklına seslendiği, insanların da aklı ile karar verdiği günlerde gerçek demokrasiyi yaşayabiliriz ve yaşatabiliriz. 
Aklımızı başımıza almamız lazım…














* 35'LİĞİ takip eden, başta Türkiye olmak üzere; Amerika, Almanya, Avusturya, Avustralya, Arnavutluk, Azerbaycan, Arjantin, Belçika, Belarus, Birleşik Arap Emirlikleri, Bulgaristan, Bosna Hersek, Cezayir, Çin, Danimarka, Ekvador, Endonezya, Fransa, Finlandiya, Güney Afrika, Güney Kore, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Hırvatistan, Hindistan, Hollanda, Irak, İngiltere, İspanya, İsviçre, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Katar, Kazakistan, Kenya, Kosta Rika, Kuveyt, Makedonya, Malta, Malezya, Libya, Litvanya, Lübnan, Nijerya, Norveç, Özbekistan, Pakistan, Portekiz, Polonya, Rusya, Senegal, Sırbistan, Singapur, Suudi Arabistan, Tayland, Ukrayna, Venezuela, Vietnam ve Yunanistan'da yaşayan ve de yazılarıyla katkı koyan, önerilerini paylaşan tüm dostlarımıza teşekkür ederiz…

Not : Bu veriler, Blogspot'un kontrol panelinden aktarılmıştır...



Yorum, istek ve önerilerinizi yazabilir, 
paylaşabilirsiniz...
Eğer yorumunuzu yazdığınız halde
gönderemiyorsanız veya teknik arıza çıkıyorsa,
lütfen, altay@vecdialtay.net mail adresine
mail gönderiniz...




altay@vecdialtay.net








BU SİTE, BASIN ETİK YASASINA, ÇOCUK, KADIN, İNSAN VE 
HAYVAN HAKLARINA UYMAYI TAAHHÜT EDER...

BU SİTEDE YAYINLANAN YAZILARI PAYLAŞABİLİR, 
ALINTI YAPABİLİR VE KULLANABİLİRSİNİZ...







Hiç yorum yok:

Yorum Gönder