Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

30 Temmuz 2013 Salı

Reis Bey








Bu kitabın yazılması süresince
kendileri ile birlikte olma
zamanlarından çaldığım halde,
bunu anlayışla karşılayan,
değerli dostlarıma,
 eşim
Nazan
ve
Kızım
Ekin Belce’ye…








1980 SONRASI İZMİR’İN SEÇİLMİŞ
BELEDİYE BAŞKANLARI

BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANLARI
1984 - 1989    Burhan ÖZFATURA (ANAP)
1989 - 1994    Yüksel ÇAKMUR (SHP)
1994 - 1999    Burhan ÖZFATURA (DYP)
1999 -  2004   Ahmet PİRİŞTİNA (DSP)
2004 -  2009   Ahmet PİRİŞTİNA (CHP-15 Haziran 2004’te vefat etti)
2004 -  2009   Aziz KOCAOĞLU  (CHP-Meclis kararı ile)
2009 -  2013   Aziz KOCAOĞLU (CHP)

İLÇE BELEDİYE BAŞKANLARI
1984 - 1989
Süha BAYKAL (ANAP - Konak)
Nevzat ÇOBANOĞLU (ANAP - Karşıyaka)
Cengiz BULUT (ANAP - Bornova)
1989 - 1994
Ahmet SARIŞIN (SHP - Konak)
Cihan TÜRSEN (SHP - Karşıyaka)
Ali SÖZER (SHP - Bornova)
Ertan ERDEK (SHP - Buca)
1994 - 1999
Ahmet SARIŞIN (SHP - sonra CHP - Konak)
A. Kemal BAYSAK (DYP - Karşıyaka)
Aysel BAYRAKTAR (DSP - Bornova)
Cemil ŞEBOY (ANAP - Buca)
Mustafa KARAHAN (SHP - sonra CHP Narlıdere)
Hülya YARBUZ (ANAP - Güzelbahçe)
Galip ÖZTÜRK (ANAP - Çiğli)
Adnan YÜKSEL (DYP - Gaziemir)
Mustafa ŞENTÜRK (SHP - sonra CHP Balçova)
1999 - 2004
Erdal İZGİ (DSP - Konak)
Şebnem TABAK (DSP - Karşıyaka)
Cengiz BULUT (DSP - Bornova)
Cemil ŞEBOY (DSP - sonra YTP - sonra AKP- Buca)
Abdül BATUR (DYP- sonra CHP - Narlıdere)
Ertan AVKIRAN (CHP - Güzelbahçe)
Tevfik ALYANAK (CHP - Çiğli)
İsmet KILIÇ (DSP - Gaziemir)
A.İhsan ÜLKER (DSP - Balçova)
2004 - 2009
A.Muzaffer TUNÇAĞ (CHP- Konak)
Cevat DURAK (CHP- Karşıyaka)
Aziz KOCAOĞLU (CHP- Bornova. Sonra BŞBB)
Sırrı AYDOĞAN (CHP- Bornova - Meclis Kararı ile)
Ensarı BULUT (CHP - Çiğli)
Ertan AVKIRAN (CHP- Güzelbahçe)
Abdül BATUR (CHP - Narlıdere)
Cemil ŞEBOY (AKP- Buca)
Adnan YÜKSEL (AKP - Gaziemir)
Mehmet Ali ÇALKAYA (CHP - Balçova)
2009 - 2013
Dr. Hakan TARTAN (CHP - Konak)
Cevat DURAK (CHP - Karşıyaka)
Prof. Dr. Kamil Okyay SINDIR (CHP - Bornova)
Ensari BULUT (CHP - Çiğli - 17 Kasım 2009’da vefat etti)
Av. Metin SOLAK (CHP - Çiğli - Meclis Kararı ile)
Sıtkı KÜRÜM (CHP- Karabağlar)
Mustafa İNCE (CHP - Güzelbahçe)
Abdül BATUR (CHP - Narlıdere)
Ercan TATI (CHP - Buca)
Hasan KARABAĞ (CHP - Bayraklı)
Halil İbrahim ŞENOL (CHP - Gaziemir)
Mehmet Ali ÇALKAYA (CHP - Balçova)






















ÖNSÖZ’DEN ÖNCE…



DEĞERLİ Okur,
Okumaya başladığınız bu kitabın yazımı, 2001 yılında başladı ve 2003 yılının ilk aylarında da tamamlandı.
İlk baskısı 3 Mart 2003 yılında yapılan kitabımızın 2. baskısı, tam 10 yıl sonra gerçekleşmiş oldu.
Kitabımızda, 1984, 1989, 1994 ve 1999 yıllarında yapılan yerel seçimlerden sonra yaşanan, ilginç ve İzmir ile Türkiye gündemine oturan olaylar anlatılmaktadır. Yani yaklaşık 30 yılı kapsayan bir süreçten bahsediyoruz.
Sizlerden tek isteğim, önsöz dahil tüm bölümleri o dönemlere göre değerlendirmeniz ve yorum yapmanızdır. Amacımız, hiçbir şekilde belediye başkanını, meclis üyesini, bürokratı, işçiyi ve partileri suçlamak ve yargılamak değildir.
Kitabımızda, aradan geçen 10 yıllık sürede yaşanan yeni olaylara ve gelişmelere, belediye başkanları listesi ve ticari bazı bilgi ve gelişmelerin dışında kesinlikle yer verilmemiştir.
Peki bu süre içinde hiçbir şey değişmedi mi? diye sorarsanız, şunları söyleyebiliriz:
Kitapta sıkça bahsedilen 3030 ve 1580 sayılı yasaların içerikleriyle birlikte rakamları değişti.
1580’in yerini 5393, 3030’un yerini de 5216 aldı.
Kitapta adı geçen değerli bazı isimleri kaybettik. Bazıları hala İzmir siyasetinde yerlerini koruyor. Hatta yine bazıları, gençlerin önünü açmak ve onları desteklemek yerine, 2014 yılında yapılacak olan yerel seçimlere hazırlık yapıyor.
2001 yılında kurulan Ak Parti’nin, çok kısa bir aradan sonra, CHP’nin desteği ile seçilen Genel Başkanı hala aynı.
ANAP, DYP, RP, SP gibi partiler, güçlerini kaybettiler ve siyaset tarihinden silindiler.
CHP’nin Genel Başkanı bir komplo sonucu değişti, yerine Kemal Kılıçdaroğlu geldi.
Süleyman Demirel hala yaşıyor ve zaman zaman açık-lamalarıyla iktidarı eleştiriyor. Dün dündür, bugün bugündür demeye devam ediyor…
RP Kurucusu Necmettin Erbakan ve DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit, SHP eski Genel Başkanı Erdal İnönü yaşamlarını yitirdi.
Komutanlar, bilim adamları, gazeteciler, yazarlar birer birer tutuklandılar ve hala cezaevlerindeler. Ordu darmadağın edildi, yüzlerce asker istifa etti veya emekliliğini istedi. 12 Eylül kahramanlarının yargılanmasına devam ediliyor.  YÖK, emniyet ve kamu kurumları kabuk değiştirdi. 
Bu arada, yasalar değiştirildi ve Bütünşehir uygulama-sına geçilecek. Bu uygulama da 2014 seçimleriyle  devreye girecek.
Yararlı bir değişiklik mi?
Kesinlikle hayır.
Bu yasa ile, İzmir’de halen 11 merkez, (Konak, Karabağlar, Buca, Bornova, Bayraklı, Karşıyaka, Çiğli, Gaziemir, Balçova, Narlıdere ve Güzelbahçe) 10 çevre ilçe (Menemen, Torbalı, Kemalpaşa, Menderes, Aliağa, Urla, Bayındır, Selçuk, Foça ve, Seferihisar) belediyesi Büyükşehir’e bağlıyken, bu yasa ile İzmir’in diğer 9 ilçesi de (Çeşme, Bergama, Dikili, Ödemiş, Beydağ, Karaburun, Kınık, Kiraz ve Tire) Büyükşehir Belediyesi’ne bağlanmış olacak.
Bundan 10 yıl önce 1580 ve 3030, günümüzde ise 5393 ve 5216 sayılı yasalarda görülen aksaklıkların daha da fazlası yaşanacak. 
Aradan geçen 10 yıllık sürede, Büyükşehir Belediyesi ile ilçe belediyeleri arasında, kitapta örnekleriyle anlatıldığı gibi sorun yaşanmadı mı?
Fazlasıyla yaşandı.
Bazı ilçe belediye başkanları, zaman zaman Büyükşehir Belediye Başkanı’na, haklı sayılabilecek tavır aldılar ve seslerini yükselttiler.
Bunun yanında iktidar baskısının çok yoğunlaştığını, kitapta bahsedilen 12 Eylül ve ANAP döneminin katbe kat fazlasının bu iktidar döneminde yaşandığını haklarında dava açılan belediye başkanları dile getirdiler. Ak Partili belediyelere ise hiçbir baskı ve baskının yapılmadığını da, parti sözcülerinin ifadelerinden anladık. Biz de gözlemledik.
Tüm CHP’li belediyelere yapılan baskılar ve baskınlar, Türkiye gündemine oturdu. Başta İzmir olmak üzere, Eskişehir, Edirne ve Antalya Belediyeleri, çok ciddi baskılar altında kaldılar. Haklarında davalar açıldı, yargılandılar, bazı bürokratlar tutuklandı. Belediyeler, bakanlıklar tarafından özel olarak görevlendirilen müfettişler tarafından adeta ablukaya alındılar.
İzmir özeline baktığımızda, Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu hakkında 397 yıl hapis istemi ile dava açıldı ve hala devam ediyor.
Kendilerine yöneltilen suçlamalar ise, çok komik iddialardan oluştu. Örneğin, Şevval Sam konseri için, neden ihale yapmadığı soruldu başkana.
Bu baskıların sadece belediyelere yapıldığını söylemek saflık olur. Baskılar, ne yazık ki, ulusal olduğu kadar yerel basına da yapıldı. Yerel basının yürekli bazı gazetecilerin yazdıkları haberler, ne yazık ki sayfalarda, TV’lerde yer almadı, alamadı. Müfettişler, onları da sorgulamaya başladı. Haberler artık, ilan yani para karşılığı yapılmaya başlandı. Son yıllarda, tam anlamı ile; Mustafa Kemal Atatürk’ün söylediği “Basın hürdür, susturulamaz” dan, “ Basın zaten hür değildir, artık susturmaya da gerek yoktur” a gelindi.
Yani, Türkiye genelinde yaşanan sorunların bir parçası da İzmir’de yaşandı, yaşanıyor. 
Dilerim ve umarım, gelecek yıllarda da yapılacak olan seçimler, daha demokratik, daha dürüst ve daha ahlaklı ortamlarda gerçekleşir.
Çünkü bu ulusun ve bu İzmir’in güzel bakan, gönlü güzel insanlarının; daha çok demokrasiye, daha çok insan haklarına, daha çok özgürlüğe, daha çok bağımsızlığa, daha çok sevgiye ve daha çok hoşgörüye, geride bıraktığımız yıllardan çok daha fazla gereksinimi ve hakkı var.
Ve çünkü; demokrasi, insan hakları, özgürlük, bağımsızlık, sevgi ve hoşgörü olmadan ulus ve insan olunmuyor…
Ve de çünkü, biz ulusuz, biz insanız, biz bireyiz…
Dostlukla…
















ÖNSÖZ
    HER ŞEY SONA ERİYOR,
HER ŞEY YENİDEN BAŞLIYOR…


YÜCE Türk Milleti;
Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan, Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç düşmanların tahriki ile, varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve fiziki haince saldırılar içindedir.
Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği tehlikeye düşürülmüştür.
Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı or-ganları, iç güvenlik teşkilatı, işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze düşürülmüştür.
Aziz Türk Milleti:
İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke yönetimine bütünüyle el koymuştur.
Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.
Parlamento ve Hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin dokunulmazlığı kaldırılmıştır.
Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurtdışına çıkışlar yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak bakımından saat 05’den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı konulmuştur.
Bu kollama ve koruma harekatı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat 13.00’deki Türkiye Radyoları ve Televizyonun haber bülteninde tarafımdan yapılacaktır. Vatandaşların sükunet içinde radyo ve televizyonları başında yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından çıkan Türk Silahlı Kuvvetlerine güvenmelerini beklerim. Kenan EVREN Orgeneral Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı
İşte her şey, bu bildiri ile sona erdi, erdirildi.
Ve de başladı, başlatıldı.
12 Eylül 1980 tarihinde, Türk Silahlı Kuvvetleri, “Emir ve komuta zinciri içinde ve emirle” ülke yönetimine el koydu. Yasama ve yürütme yetkilerini kullanacak bir Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. Konsey; Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat Celasun’dan oluşuyordu.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Milli Güvenlik Konseyi Başkanlığı'nın yanı sıra Devlet Başkanlığı görevini de üstlendi.
12 Eylül 1980 Cuma günü saat 03.59'da Türkiye Radyoları (TRT), İstiklal Marşı'nın çalınmasıyla birlikte yayına geçti. Daha sonra, anons yapılmadan, Harbiye Marşı çalındı. Marşın bitiminde, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan Evren imzasıyla, Milli Güvenlik Konseyi'nin 1 numaralı bildirisi, spiker Mesut Mertcan tarafından heyecanlı ve ürkek bir ses tonuyla okunmaya başlandı. Bu bildiriyi daha birçok bildiri izledi.
Aynı gün radyodan okunan 7 numaralı bildiride, siyasi parti faaliyetlerinin yasaklandığı, DİSK ve MİSK ile bu kuruluşlara bağlı sendikaların faaliyetlerinin durdurulduğu açıklandı. Bu bildiriye göre artık herkes için her yol kapanıyordu:
1) Siyasi parti faaliyetleri yasaklanmıştır. Parti bina ve tesisleri sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca emniyet ve kontrol altına alınacaktır.
2) Kamu düzeni ve genel asayiş gereği olarak DİSK, MİSK ve bunlara bağlı sendikaların faaliyetleri durdurulmuştur. Bu kuruluşların yöneticileri Türk Silahlı Kuvvetlerinin güvencesi altına alınmıştır.
3) Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay hariç diğer bütün derneklerin faaliyetleri durdurulmuştur.
4) Bu hafta sonu yapılacak bütün spor faaliyetleri yasaklanmıştır. Durum ve şartlara göre sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca spor faaliyetlerine bilahare izin verilecektir.
5) Bankaların faaliyetleri ikinci bir emre kadar durdurulmuştur. Güvenlikleri sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca sağlanacaktır.
Kenan EVREN Orgeneral Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı
Türkiye artık, yeni bir döneme giriyordu...
Peki, neler sona erdi, erdirildi; başladı, başlatıldı?
Hemen hemen her gün, her dakika, her saat başı yaşanan; bombalama, öldürme, yaralama gibi saldırı olayları bıçak gibi kesildi.
İnsan aklının düşünebildiği en iyi siyasal rejim olarak tanımlanan, bilinen ve kabullenilen demokrasiye, Cumhuriyet’in ilanından itibaren üçüncü kez ara verildi.
Başta Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Alpaslan Türkeş ve Necmettin Erbakan olmak üzere, dönemin liderlerinin hepsi gözetim altına alındı. Ellerine tutuşturulan ve bir saat içinde yola çıkılacağı belirtilen bir mektup ile birlikte Gelibolu Hamzakoy’a gönderil-diler.
Darbeyi yapan Silahlı Kuvvetler’in Başkomutanı Atatürk’ün kurduğu parti olan Cumhuriyet Halk Partisi bile kapatıldı; mal varlığına el konuldu. Atatürk’ün vasiyeti hiçe sayıldı. Oysa ne demişti bu ulusun kurtarıcısı Atatürk, 5 Kasım 1938 tarihinde, Dolmabahçe Sarayı’nda yazdırdığı vasiyetnamesinde?
Malik olduğum bütün menkul ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve gayri menkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi’ne akideki şartlarla terk ve vasiyet ediyorum. Menkul ve hisse senetleri, şimdiki gibi Türkiye İş Bankası tarafından nemalandırılacaktır.
İşte bu vasiyet, 16 Ekim 1981 tarih ve 17468 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2533 sayılı yasa ile ortadan kalktı. Söz konusu yasanın 3. maddesinde şu ifadeler kullanıldı:
Madde 3: T.C. Devleti’nin kurucusu Atatürk’ün düzenlediği vasiyetnameye göre, maliki bulunduğu bütün para ve hisse senetleriyle Çankaya’daki taşınır ve taşınmaz mallarının, o tarihte mevcut tek parti olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne belirtildiği şartlarda tevdi ettiği idaresi görevi, bu kanun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren vasiyetname uyarınca tam ve noksansız olarak Devlet Başkanlığı Genel Sekreterliği’nce ifa olunur...
Olaylar bununla da kalmadı. Belediye başkanları görev-lerinden alındı, meclisler feshedildi.
Gereksiz gözaltına almalar, tutuklamalar ve üniversite-lerde kıyımlar başladı. 1402 sayılı yasa kapsamında birçok profesörün, doçentin, öğretim üyesinin, memu-run, işçinin işine son verildi.
Radyoda yayınlanan 1 numaralı bildiri ile hem genel ve hem de yerel yönetimlere el konulması, kuşkusuz birçok insanda derin izler bıraktı.
12 Eylül’ün bir ay öncesine kadar, evinin önünde dörtlü-altılı gruplar tarafından iki kez dövülerek çenesi kırılan, yine aynı gruplarca bıçaklanan ve en son evi bombala-nan; bombalandıktan sonra, “evde bomba yapmak” suçlamasıyla günlerce Trabzon Emniyet Müdürlü-ğü’nde ifade veren bir kişi olarak belirtmek isterim ki, bunca yıl aradan sonra 12 Eylül öncesi ve sonrasının acılarını, izlerini; hem ekonomik, hem sosyal ve hem de eğitsel anlamda yüreğimde hâlâ yaşarım.
Ne tesadüftür ki, bu acılarımı ve tepkilerimi, 1995 yılında, ordudan atılan subaylarla ilgili görüşme taleplerine İzmirli gazeteciler içinde sadece bana olumlu yanıt veren Kenan Evren’e, Konak Orduevi’nde aktarma şansına erişmiştim.
İzmir özelini incelersek, dönemin efsanevi Belediye Başkanı İhsan Alyanak’ın, koltuğunu Cahit Günay’a bırakmak zorunda kaldığını görürüz. Cahit Günay’dan 1983 yılında koltuğu devralan Ceyhan Demir ise bu görevini, 1984 yılında yapılan seçimlere kadar sürdürdü ve sonunda Burhan Özfatura’ya devretti. Ancak, önceki yıl aramızdan ayrılan efsane başkan İhsan Alyanak’ın ilerleyen yıllarda söylediği “Benim hâlâ belediye başkanlığından 1,5 yıl alacağım var.” sözünü unutmak mümkün mü?
Askeri yönetim devam ederken, bir yandan da demokrasiye geçiş planları işletiliyordu. Bunun tek koşulu ise, kuşkusuz Milletvekilliği ve Belediye Başkanlığı seçimleriydi. Yani üzerine kilit asılan Türkiye Büyük Millet Meclisi kapısının yeniden açılması... Bu da ancak ve ancak, demokratik koşullarda ve ortamlarda yapılan seçimlerle söz konusuydu.
Acaba böyle mi oldu?
1983 yılında yapılan genel seçimlerin hemen ertesi yılı, yani 1984 yılında tüm Türkiye’de yerel seçimler yapıldı.
25 Mart 1984 Pazar günü yapılan seçimler, 12 Eylül ara rejiminden sonra yapılan ilk yerel seçimlerdi. Bu seçimlerin sonunda, yerel yönetimlerin başına 12 Eylül rejiminin atanmışlarının yerine yeniden, seçilmişler geçtiler. Seçimlere altı siyasal parti katıldı:

* Anavatan Partisi (ANAP)
* Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP)
* Doğru Yol Partisi (DYP)
* Halkçı Parti (HP)
* Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP)
* Refah Partisi (RP)

İktidardaki Anavatan Partisi, seçimlerden birinci parti olarak ve önemli bir oy desteğiyle çıktı.
Bu kısa anımsatmalardan sonra belirtmek isterim ki, 1984-1999 yılları arasında yapılan yerel seçimlerle yerel yönetimlerin başına geçen başkanlarımızın neler yaptıklarını, neler yapamadıklarını; görev süreleri içinde hangi olayları yaşadıklarını ve halka yaşattıklarını incelemekte yarar vardı.
Kitabın bu cildini; Türkiye’nin, özellikle İzmir’in gündemine bomba gibi düşen olaylardan seçerek oluşturdum. Amacım; hiçbir başkanı, bürokratı, işçiyi veya meclis üyesini karalamak değil. Kuşkusuz her başkan da kendi çapında başarılı olmuştur.
Kitapta anlatılan her olay yaşanmıştır ve belgelidir. Bu kitabın bu noktalara gelmesi süresince binlerce meclis tutanağını, resmi evrakı, yine binlerce gazete kupürünü birebir inceledim ve hiçbir değişiklik yapmadan noktasına, virgülüne kadar aynen aktardım. Yüzlerce kişi ile bir araya geldim, sohbet ettim. Türkiye’de ilk kez, bir kent için, yani İzmir için bu çalışma yapıldı.
Adı neden mi REİS BEY…
Çünkü 1580 sayılı Belediye Kanunu öyle diyor belediye başkanları için. Yani, Belediye Reisi...
Bu kitabı yazmaktaki amaçlarımdan biri, halen yürürlükte bulunan belediye yasalarının çarpıklıklarını örnekleriyle anlatmaktır.
Ama en önemlisi, birilerinin bunları bir gün yazması gerekiyordu.
Neden mi?
Çünkü siyaset sadece Ankara’da yapılmıyor.
Çünkü İzmir’de yaşayan herkes bunları bilmeli.
Çünkü geçmiş unutulmaz, unutulursa geleceğe yön verilemez.
Ve
Çünkü, insan unutmaz...
Toplumsal, bireysel ve mesleki sorumluluğum gereği bu belgesel kitaba başladım ve İZMİR YEREL YÖNETİM BELGESELİ-1 dedim.
Bundan sonrakileri ben mi yazarım bilemiyorum; ama belirttiğim gibi, birilerinin bunları yazması gerekiyor; geçmişi bilme ve geleceğe bilgi, belge bırakma adına...






ÖZAL’IN CUMHURBAŞKANLIĞI
ADAYLIĞINA TEPKİLER…


1989’da yapılan yerel seçimlerin daha ilk yılında, İzmir’e ve hatta Türkiye’ye damgasını vuran en önemli olaylardan biri de kuşkusuz, Cumhurbaşkanlığı’na aday olan ve 31 Ekim 1989’da seçilen 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a karşı direnen, eylem yapan belediye başkanlarının tavırlarıydı.
Bunlardan ilki, Karşıyaka Belediye Başkanı Cihan Türsen’in, diğeri ise Çanakkale Belediye Başkanı İsmail Özay’ın eylemleriydi. Göcek Belediye Başkanı’nın durumu ise çok farklıydı. O, Özal’a hakaret suçundan 18 gün cezaevinde yatmıştı.
Bu dönem, İçişleri Bakanlığı tarafından, soruşturmaların en çok açıldığı bir dönem olmuştu.
ANAP hükümetleri döneminde, yaklaşık iki bin belediye başkanı aleyhinde dava açıldı. Dava açılan belediyeler ise, ağırlıklı olarak SHP’li belediyelerdi. DYP’li ve RP’li belediyeler de kuşkusuz nasiplerini aldılar.
12 Eylül askeri rejiminden sonra oluşturulan hükümette, ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak görev yapan Turgut Özal, 1982’de istifa ederek 1983 yılında ANAP’ı kurdu. Aynı yıl içinde yapılan genel seçimlerde büyük başarı sağlayan Turgut Özal, Türkiye Cumhuriyeti’nin 19. Başbakanı olarak 1983 yılında koltuğa oturdu ve ülkeyi yönetmeye başladı.
1983 yılında ülke genelinde esen ANAP rüzgârı, doğal olarak 1984 yerel seçimlerinde de kendini gösterdi ve 12 Eylül darbesi sonucu yapılan bu seçimlerde İzmir’de dört belediye ANAP’ın eline geçti. Büyükşehir’de Dr. Burhan Özfatura, Konak’ta Süha Baykal, Karşıyaka’da Nevzat Çobanoğlu ve Bornova’da Cengiz Bulut beledi-ye başkanı seçildiler.
Her biri, kendi içlerinde kavga etseler de bu kente, birçok hizmette bulundular. Büyük bir bölümü, bu kitap içinde kuşkusuz ele alınacak.
Büyükşehir ANAP adayının karşısında, efsanevi Başkan, 12 Eylül darbesi ile görevinden alınan ve başkanlıktan hâlâ alacaklı olduğunu söyleyen İhsan Alyanak vardı. Demokrasinin beşiği olarak tanımlanan İzmir’de, o dönemlerde İhsan Alyanak’ın yeniden başkan seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Ne de olsa Türkiye, bir darbe dönemi yaşamıştı. Sağ bir partiye tepki çok olurdu.
Ama olmadı.
İzmirliler, ANAP’lı Burhan Özfatura’yı belediye başkanı seçtiler. Oysa Özfatura’nın gönlünde adaylık yoktu. Hiç düşünmüyordu bile. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak yaşamını sürdürüyordu. Ancak ANAP’ın resmi olmayan, fiili olarak çalışan kurucuları arasında adı geçiyordu.
O dönemde ANAP’a en çok destek veren, maddi destek sağlayan, bizzat çalışan işadamları arasında, RAKS'ın patronu Aslan ÖNEL'i görmek mümkündü.
İktidarın, gerçekleştirdiği faaliyetlerle her geçen gün yıpranması; Özal’ın akrabalarının, özellikle de çocukları Ahmet, Zeynep ve Efe ile eşi Semra Özal’ın yaptıkları, papatyaların etkinlikleri, Jaguar olayları, Amerika’dan getirilen prenslerin yolsuzlukları, tarikatlarla ilişki içinde bulunulduğu iddiaları halkı bunaltmıştı. Bununla birlikte, 12 Eylül darbesinin sıkıntılarının, baskılarının, tepkilerinin uzantısı sonucu; 1989 yılında yapılacak yerel seçimlerde SHP’nin tüm Türkiye’de olduğu gibi İzmir’de de birinci parti olarak çıkması, artık beklenen bir gelişmeydi.
Öyle de oldu.
26 Mart 1989 yılında yapılan yerel seçimlerde, o dönemde tamamen ANAP’ın elinde bulunan belediyeler SHP’ye geçmiş ve İzmir 5-0 kazanılmıştı (Buca da ilçe olarak seçimlere katılmıştı). Yani İzmirliler, 1984 yılında sağ bir partiyi yerel yönetimlerde iktidara getirirken, beş yıl sonra sol bir partiyi iktidara taşımıştı.
İstanbul’da (şimdi CHP Milletvekili olan) Nurettin Sözen, Ankara’da (yeniden oluşan SHP Genel Başkanı) Murat Karayalçın belediye başkanı olurken, İzmir’de ise; Büyükşehir’de Yüksel Çakmur, Konak’ta Ahmet Sarışın, Karşıyaka’da Cihan Türsen, Bornova’da Ali Sözer ve Buca’da Ertan Erdek Belediye Başkanlığı koltuğuna oturdular.
Başkanlar, iktidarda olan ANAP yönetiminin baskılarının ne olacağını ise henüz bilemiyorlardı. Kutlamalar, bayram ve şenlik havası; devam ediyordu tüm il ve ilçelerde. Delege ağaları başkanlara baskı yapıyor, kadrolar değişiyor; iş ve aş isteyenler uzun kuyruklar oluşturuyorlardı belediye kapılarında.
Artık, hemen hemen herkes SHP’liydi her nedense...
Bu durumdan ANAP ve dolayısıyla Turgut Özal hiç hoşnut değildi. Belediyenin İller Bankası’ndan beklentileri yerine getirilmiyor; kadro onayları verilmiyor ve Ankara’nın SHP’li belediyelere baskısı her geçen gün artıyordu.
Bunlar yetmiyormuş gibi, Başbakan Turgut Özal, Cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Bununla ilgili çalışmalarını hızlandırmış ve kendini hedefe kilitle-mişti. Çünkü inanıyordu ki, kendisi mutlaka Cum-hurbaşkanı olmalıydı...
Tüm bu olumsuz gelişmeler yaşanırken, yerel yönetimlerin eli kolu bağlanırken; işte ilk ses, ilk eylem planı, başkanlığını Yüksel Çakmur’un yaptığı Ege Belediyeler Birliği’nden geldi.
1 Eylül 1989 tarihinde toplanan birlik, ertesi gün iki sayfalık deklarasyon yayımlayarak, şu görüşlere yer verdi. Aynen aktarıyoruz:
Tüm dünyanın gündeminde, Birleşmiş Milletler kararı ile, birinci planda yer aldığı 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Türkiye’mizde barıştan uzak bir ortam yaratma çabaları sürmektedir. Bunun çarpıcı örneklerini, Bulgaristan’dan gelen soydaşlarımızın büyüyen çaresizliğinde, belediyelerimize yapılan ağır baskılardan tüm halkımız yaşamaktadır. Böyle bir ortamda 1 Eylül günü İzmir’de toplanan Ege Belediyeler Birliği Yönetim Kurulumuz, aşağıda sıralanan önemli konuların kamuoyuna ve ilgililere duyurulmasına oybirliği ile karar vermiştir.
1) 26 Mart yerel seçimlerinde halkımız özgür iradesi ile yeni yerel yönetim kadrolarını göreve getirmiştir. An-cak, üzülerek ve vurgulayarak belirtmek istiyoruz ki, bugünkü iktidar bu demokratik gerçeği bir türlü kabul edememekte ve içine sindirememektedir. Yerel yönetimlerin, bugünkü iktidarın kendi yandaşlarının elinde bulunduğu dönemde sağladığı sonsuz olanakları tüm kamuoyu bilmektedir. Oysa, bugün bu olanaklar insafsızca ve partizan bir tutumla geri alınmakta, baskılar her gün artarak devam etmektedir. Bunun açık-ça göstergelerinden birini Sayın Başbakanımızın bir basın toplantısındaki ifadelerinde açıkça görüyoruz. Sayın Başbakan, fiili vergi tahsilatlarında son altı ayda yüzde 75’lere varan bir artışın sağlandığını söylerken, vergi gelirlerinden yasal pay alan belediyelerin, gelir paylarında buna paralel bir artışın olmadığı görülmektedir. Buna göre ya sayın başbakanın beyanı, gerçeği yansıtmamakta, ya da yasalar çiğnenerek belediyelerin gelir payları kasten düşük tutulmaktadır. Keza bazı bölgelerde, imar planlama yetkileri belli lobilerin çıkarları doğrultusunda, bakanlığa devredilmiştir. Çıkar çevreleri unutmamalıdırlar ki, son karar yine belediyelerimizin olacaktır. İmar yasası uygulamalarında olduğu gibi her alanda, belediyelere tanınan idari yetkiler teker teker ortadan kaldırılmaktadır.
2) Yönetim Kurulumuz, insanlarımızın yaşamını doğrudan ilgilendiren, çevre koruması konusunda da duyarlıdır. Bursa’daki, Gökova’daki, İzmir ve Aliağa’daki Antalya’daki başta sahil kuşağı olmak üzere tüm yurdumuzdaki çevre kirliliğine karşı etkin önlemler vakit geçirilmeden alınmalıdır.
3) İnsan hakları adına, utanç verici olduğu tüm dünyaca kabul edilen Bulgaristan’dan göç olayının kurbanı soydaşlarımızın sorunları, hükümetin tutarsız ve çelişkili tutumu nedeniyle sahipsiz kalmış ve yerel yöne-timlerin sırtına yüklenmiştir. Belediyelerimiz, bu büyük ulusal sorunda, her konuda olduğu gibi soydaşlarımızla karşı karşıya bırakılmıştır. Bu sorun en büyük boyutu ile bugün Bulgaristan’da yaşanmaktadır.
4) Yerel sorunlarımızın yanında ülke düzeyinde tüm halkımızın ekonomik ve demokratik haklarının savunucusuyuz. Bu anlamda, emeğin ve alın terinin karşılığını alamayan üreticilerimizin 7 Eylül 1989 günü Manisa’ da yapacakları Hak Arama eylemlerini yürekten destekliyoruz.
5) Yukarıda açıklaya geldiğimiz sosyal, ekonomik ve demokratik konulardaki tüm sancıların başı, bugünkü hükümetin başıdır. Bu nedenle hükümeti bile yönetemediği açıkça ortada olan Başbakanın, Cumhur-başkanlığı adaylığına da karşıyız. Zira kendi düşünce ve görüşünde olmayan belediyelere ve dolayısıyla halka uyguladığı ağır partizanlık ve gösterdiği demokrasi dışı akıl almaz tutum içinde bulunan bir insanın, Cumhurbaşkanlığı’na aday olmayı düşünmesi bile ulusumuz için bir talihsizliktir.
Bu bağlamda, gerekli her türlü yasal eylemi gerçekleştirme kararındayız.
Atatürk ilkeleri doğrultusunda hak arama kavgamızı, güç birliğimizi genişleterek sürdüreceğiz...
Ege Belediyeler Birliği’nin bu deklarasyonu, şüphesiz çok ses getirdi. ANAP hükümeti ve özellikle Özal, bu uyarıya çok sinirlendi. İcraatçı bakanlıkların belediyelere baskıları artık iyice artmaya başladı. Kaynaklar kısıldı. SHP’li belediyelerin artık elleri kolları değil, her tarafı bağlandı. Ancak hiçbir zaman yılmadılar, bahane uydurmadılar.
1989 yılında yapılan yerel seçimlerden tam yedi ay sonrası.
Gün: 26 Ekim 1989 Perşembe Saat: 18.00
Yer: Karşıyaka Nikah Sarayı
Karşıyaka Belediye Meclisi’nin 1989 yılı ekim dönemi olağan toplantılarının IV. Birleşimi
Hazır Bulunanlar:
Başkan: Cihan Türsen
Üyeler: Canan Arıtman (ANAP’lı, şimdi CHP İzmir Milletvekili) Kemal Baran, Bay-ram Bakır, Ali Ekber Bektaş, A. Rıza Bodur (SHP’li, şimdi CHP İzmir Millet-vekili), Ahmet Bozkurt, Avni Çelebi, Nihal Çetin, Mehmet Coşkuner, Sezgin Çubukçu, İbrahim Doğan, Mahir Eray, Nejdet İleri, Rıdvan Karanfil, Suna Kaymakçıoğlu, Seyithan Öz, Rifat Özer, Metin Paloğlu, M. Ali Sarızeybek (ANAP’lı, son seçimlerde Genç Parti Milletvekili Adayı), İlhan Sevim, Yüksel Serindağ, Mustafa Sivri, Ramazan Soncul, Arif Suyolcu, Celal Targay, Nüket Tuna, Güler Utka, Zeki Uyar, Mehmet Ünal, Müjdat Ünsalan
Hazır Bulunmayanlar: Ateş Özerk, Erdem Sakızlı, Abdullah Sezgin, Fevzi Sözen, Mehmet Tunalı, Ertan Ülkü, Mehmet Yavuz.
Başkan, çoğunluğun sağlandığını belirterek açılışı yapar. Gündemdeki maddeler teker teker görüşülür; kararlar alınır. Ara verilen toplantının ikinci oturumuna başlanır:
Başkan şöyle der:
— Değerli arkadaşlar evet değerli arkadaşlarım. Toplantımız devam ediyor. Gündemimizin 4. maddesinde Meclis Üyeleri tarafından verilecek önergelerin müzakeresi bölümü var. SHP Meclis Grubunun aldığı ve önerdiği bir önergeyi Sayın meclise sunuyorum. Okuyalım:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet organları arasında yer alan Karşıyaka Belediyesi meclisi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin demokratik parlamenter sistemimizde ciddi yaralar açabilecek yanlışlıklarla sürmekte olduğu kaygı ile izlenmektedir. Cumhurbaşkanlığının tarafsızlığına gölge düşürmeye kimsenin hakkı olmadığı gibi böyle bir sonucun tüm devlet organlarında olduğu gibi belediyemizin çalışanlarında da olumsuzluklar doğuracağı açıktır. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin TBMM’den tarafsızlığı bağımsızlığı tartışılmayacak bir şekilde sonuçlanmasını zaman henüz geçmeden TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin ulusal uzlaşmaya yaklaşım göstermesini istiyor, ulusal iradeyi yansıtmayan bir sonuç halinde üyesi bulunduğumuz Ege Belediyeler Birliği’nin aldığı ve alacağı tüm kararlara katılacağımızı tarihi bir görev olarak ilgililere ve tüm kamuoyuna duyururuz. Bu görüşle Karşıyaka Belediye Meclisimizin karar vermesini talep ediyoruz.”
SHP’nin bu kararı okunduktan sonra, salondaki alkışlar meclis tutanağına, ...devamlı alkışlar... şeklinde yazılır.
Alkışlar bittikten sonra salona; derin, ağır ve uzun bir sessizlik hakim olur. Bu karar, aynı zamanda devletin en üst kademesine bir başkaldırıdır.
Devlet terbiyesi geleneğinden gelen bir partinin böyle bir karar alması, herkesi şok etmişti. Salondaki sessizlikten sonra ilk sözü alan Meclis Üyesi Sezgin Çubukçu, bu kararı sine-i millete dönme şeklinde yorumladı ve kararın meclisin feshedilmesine yol açabileceği uyarısında bulundu. Şöyle konuştu Sezgin Çubukçu:
— Sayın Başkanım, sine-i millete dönmeye sizde mi karar verdiniz yoksa? Değerli başkanım yorum tabiatıyla çok değişik müteaddit defalarda sayın meclise fırsatlar içerisinde ifade edilmeye çalışılmıştır. 1580 sayılı yasanın ilgili 53. maddesinde fıkrayı sadece hatırlatacağım ve yerime oturacağım. Çünkü okuduğunuz ve grubunuzun aldığı bu karar ilgili maddenin fıkrası gereğince hem siyasi bir müzakeredir, hem de bir siyasi temennidir. Benim kanaatime göre o bakımdan meclisi feshedebilecek böyle bir girişim mecliste yapılmaması daha iyi olur kanaatindeyim. O bakımdan kendimi bağımsız bir üye olarak bunu söylemeye mecbur hissediyorum. Saygılarımla arz ederim efendim...
Gecenin en ağır eleştirisi ise, ANAP’lı Meclis Üyesi Ramazan Soncul’dan geldi. Bu karar metnini ve SHP’nin aldığı kararı kanunsuzluğun meclise taşınması şeklinde yorumlayan Soncul, ağır eleştirisini şu şekilde belirtti:
— Sayın Başkan değerli meclis üyeleri. SHP Grubunun aldığı bu karar kanunsuzluğun belediye meclisine taşınması demektir. Demokrasiye inandığınızı her sefer her yerde ilan ediyorsunuz ancak Anayasa’nın ve demokrasinin gereği yerine getirilirken feryat ediyorsunuz. Bu konu yüce makamın, Cumhurbaşkanlığı makamının anayasanın gösterdiği çerçeve içinde seçimleri devam ederken kendi görevlerinde başarılı olamayan Karşıyaka Belediye Başkanı ve onun meclis üyeleri SHP grubu kendi başını bağlayamayan gelin başı bağlar sözü ile kendi işlerini yapamamanın yüce Atatürk’ün anıtındaki bile pislikleri temizleyemeyen Belediye Başkanı Cumhurbaşkanlığı seçimine varan işlerle uğraşıyor. Siz Karşıyaka’ ya hizmet için geldiniz. Bulunduğunuz makam, bir siyasi partiden gelseniz bile Karşıyakalıları temsil eden bir makamdır bu mecliste Karşıyaka’nın meselelerini kanun çerçevesinde halletmesi gereken bir meclistir. Siz ne yapıyorsunuz. Siz en azından sayın genel başkanınızın sözünden ve izinden gitmeniz gerekirken her yerde olduğu gibi bir başı bozuklar ordusu şeklinde her SHP belediye başkanı kendine göre beyanatlar verir. Başarısızlıklarını siyasi platformlarda izlemeye çalışmaktadırlar. Siz de o kervana katıldınız ve kanunen suç işliyorsunuz. Bu aldığınız karar mutlaka alırsanız böyle bir karar mutlaka yasa çerçevesinde anayasa T.C. kanunları çerçevesinde değerlendirilecektir. Çünkü Türkiye kanunlarla idare edilen bir ülkedir. Hiçbir zaman herkes kendine göre toplanıp fikirleri doğrultusunda bazı makamlara dil uzatamazlar. Siz bu öneriyi SHP grubu olarak kanunsuz davranışlara bir yenisini ekliyorsunuz. Bu nedenle böyle bir kararı alan mecliste bulunmak...
Salonda bulunan tüm SHP’li meclis üyeleri, bu sözler üzerine hareketlendi ve Ramazan Soncul’u susturmaya çalıştı. Ancak Soncul, konuşmasına devam etmek istiyordu.
Başkan: Arkadaşlar dinliyoruz…
— Böyle bir kararı alan mecliste bulunmak benim için bir talihsizliktir. O nedenle ben meclis üyesi arkadaşlarımı aklıselime davet ediyorum, o nedenle görevi olmayan işlere kimse burnunu sokmasın...
Dönemin ANAP’lı Meclis Üyesi, günümüz CHP Milletvekili, verdiği her önergeyle hem kendi partilileri ve hem de SHP’lilerin şimşeklerini üzerine çeken; kitap içinde ayrıntılı bir şekilde anlatılacağı gibi, bir parka verilen Olof Palme adının kaldırılmasını önerecek kadar ANAP’ı, sağ ideolojiyi savunan Canan Arıtman ise, alınan kararın geri çekilmesini talep eder:
— Sayın Başkan, meclis üyesi arkadaşlarım. Küçük bir hatırlatma yapmak istiyorum. Geçen çalışma dönemimizde bu mecliste temenni kararı için bir önerge vermiştim. Bu temenni kararı Bulgaristan’dan göçe zorlanan 100 binlerce maruz kaldığı insanlık dışı davranışın kınanması tarzında bir önergeydi. Sayın meclis bu önergeyi bizim görevimiz değildir diye reddetti. Tamamen insancıl amaçlı bu önergeyi reddeden SHP meclis grubu şu anda tamamen siyasi amaçlı temenni kararı almak istemektedir. Bu her şeyden önce çalışma çelişkisi getiriyor ikincisi yasalara aykırıdır ve meclisin feshini gerektirir. Onun için yol yakınken geri almanızı tavsiye ederim. Teşekkür ederim…
Bu konuşmalardan sonra herkes birbirine bakar. Sanki bir kararsızlık havası vardır salonda ve SHP grubunda. Ancak bu hava, Başkan tarafından giderilir.
— Efendim Cumhurbaşkanı gibi her Türk vatandaşın veya Türkiye’de yaşayan tüm vatandaşları yakından ilgilendiren bu konuda Belediye Meclisimizin almak istediği bu temenni kararı bir vatandaşlık görevidir. Aynı zamanda böylesine alınacak bir karar alışageldiğimiz belediyecilik çalışmalarını aksatmada ciddi sorunlar doğurabileceği için belediyecilikle direkt bağlantısı vardır. O yüzden sorumluluk içerisinde hareket eden Belediye meclisi SHP grubu aldığı oy birliği ile bir kararla belediye meclisinin alması gereken kararlar içinde kabul etmiştir. Olayın özü eğer ANAP tarafından kabul ediliyorsa usulü konusunda sorumluluğu SHP grubu kabul etmektedir ve bunun kesinlikle bir siyasi kararlar manzumesine girmeyeceğine belediye meclisinin ve vatandaş olmanın doğal bir teklifi olduğu kanaatindeyiz.
Sonuçta, SHP grubunun bu kararı, iki karşı oy ve oy çokluğuyla kabul edilir. Meclis toplantısı biter. Herkes yorgundur ve evine gider.
Evet, Türkiye 12 Eylül darbesi ile karşı karşıya kalmış; liderler tutuklanıp hapislere atılmış, milletvekili adayları veto yemiş, darbeyi yapanlar ülkede bir sağ bir de sol parti istemişlerdi. Demokrasi, sanki yeniden inşa ediliyordu. Bu; belki de beyinlerdeki, yüreklerdeki bir isyanın, bir haykırışın işaretiydi.
İşte böylesi bir ortamda bu karar metni, İzmir’e, Ankara’ya ve tabii ülke gündemine de bomba gibi düştü. Alınan bu karardan iki gün sonra, T.C. Karşıyaka Kaymakamlığı’ndan, üzerinde ZATA MAHSUS yazılı sarı bir zarf gelir.
Belediye Başkanı’na gelen her türlü resmi ve özel evrakı açma yetkisinde olduğum için, zarfı açtım. 30.10.1989 gün ve Ya.İş.17.(İşl.14)-1527 sayılı yazıda şöyle deniyordu:
İlçeniz Belediye Meclisi’nin 27.10. 1980 tarihli içtimainde gündem dışı, “Başbakan Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi halinde Belediye Meclisi olarak karşılamama” hususunda önerge verilip görüşüldüğü ve karar alındığı iddia ve ihbar olunmuştur. Gerekli incelemelerin merciince yapılması için, bu hususa ilişkin meclis tutanakları ve görüşmelerin alındığı ses kayıt çözümünün çok ivedi gönderilmesini,
İncelemenin sonuçlandığı bildirilinceye kadar ses kayıtlarının aynen muhafazasını önemle rica ederim.
Abdülvahap Yıldırım - Kaymakam
Kendisine, ANAP’lı meclis üyeleri Canan Arıtman ve Ramazan Soncul tarafından yapılan ihbarı, metni tam okumadan değerlendirdiğini düşündüğüm Kaymakam; kanımca ihbarcıların oyununa alet olmuştur. Çünkü metin tam okunduğunda görülecektir ki karar metninde Cumhurbaşkanı’nı karşılamama gibi bir ifade yoktur. Birçok çevre tarafından İslamcı ve şeriatçı iddialarına maruz kalan Kaymakam, bu iddiaların aksini ispatlama çabası ile her ortamda vatan millet nutukları atarak çevresine yansıtmaya özen göstermiştir.
Gelen bu yazı üzerine, aynı gün yazılan ve ertesi gün teslim edilen 31.10.1989 tarih ve 171 sayılı yazıya meclis tutanağı da eklenmiş; bu yazıda şöyle denilmiştir:
SHP Meclis Grubu tarafından verilen önergede iddia ve ihbar olunduğu gibi “Başbakan Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi halinde belediye meclisi olarak karşılamama” hususunda bir görüşme veya karar alınmamış, kesinlikle siyasi bir gündem açılmaksızın isim, kurum, parti, siyasal gelişmelere değinilmeksizin, uygulamadan etkilenecek bir T.C. resmi organı olmak nedeniyle olumsuzlukların yansımaması sorumluluğu ile ve üyesi olduğumuz Ege Belediyeler Birliği tüzüğü gereği, birliğin aldığı kararlara doğal olarak uyulacağı yolunda bir karar tahsis edilmiştir.
Esası Ege Belediyeler Birliği ve gerekçesinde birlik ve bütünlüğü esas alan, daha verimli çalışma ortamı is-temli kararın, siyasi boyutlara çekilme gayretinin yersizliği ve ilçemizdeki belediye çalışma uyumunu zedelememesi dileklerimle durumu bilgi ve takdirlerinize arz ederim.
Bu metni kanımca tam olarak okumayan, okuduysa bile, yeterince anlayamayan Kaymakam, bununla da yetinmeyip, 02.11.1989 tarih ve Ya. İş.17. (İşl.14)-1549 sayılı bir yazı ile durumu Valiliğe bildirdi ve ilgililerin “bilgisine” sundu.
Valilik de, dönemin Vali Vekili Şeyda Balkan imzasıyla 06 Kasım 1989 tarih ve Mah.İd.02/7330 sayılı bir yazı ile bu kez “İşlem yapılmak üzere...” İçişleri Bakanlığı’na “arz” etti.
Komedi devam ediyordu.
Kapalı bir yüzme havuzunda, boğulmamak için iç lastik ile yüzdüğünü söyleyerek, o günlerde basına birçok kez konu olan; günümüzün AKP’li, dönemin ANAP’lı İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ise, 13.11.1989 tarih ve 22511 sayılı yazı ile Danıştay Başkanlığı’na başvuruda bulunarak, meclisin dağıtılmasını ister.
Yazışmalar devam ediyor; ama her nedense karar, bir türlü doğru düzgün okunmuyordu. Çünkü, ANAP iktidarının baskısı vardı. İktidar; SHP’li bir belediyede uygunsuz, yasalara aykırı bir şey yakaladığının heyecanını yaşıyordu. Ankara’nın siyasi baskısı ile İzmir’i korkutacağını zannetmişti. Zaten bu baskılar sonucu Yaşar Holding de zor durumlarda kalmamış mıydı?
İktidar bu baskılarını sürdürürken, en ağır darbe ise, ne yazıktır ki yine SHP’li olan bir belediyeden geldi. Büyükşehir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur, alınan bu karara onay vermedi. İşte 1580 ve 3030 sayılı yasaların çarpıklığına örnek teşkil edecek bir olaydır bu. Halkın oyuyla oluşan Karşıyaka Belediye Meclisi’nin aldığı bir kararı, yine halkın oyuyla Büyükşehir Belediye Başkanı seçilen bir kişi; tek başına onaylayıp onaylamama hakkını, yetkisini elinde tutuyordu. Bir çelişkiydi bu kuşkusuz. Çelişkinin de ötesinde, demokratik olmayan bir uygulamaydı... Ancak bu durum, Yüksel Çakmur’u durdurmadı.
Nurşen Alganatay, Metin Özatalar ve Engin Aydın’dan oluşan Başkanlık Hukuk Danışmanları, bu kararı onaylamayarak iadesini önermişlerdi Yüksel Çakmur’a... Başkan da 7 Ocak 1990 tarih ve 515 sayılı yazısında,
...Bu nedenle söz konusu meclis kararının 3030 sayılı yasanın 14. maddesi gereğince yeniden incelenmek üzere iadesi uygun görülmüştür… notunu yazarak, söz konusu kararı onaylamadan Karşıyaka Belediyesi'ne aynen iade etmişti.
Bu arada, bu karar için dava açılmıştı. Karşıyaka Belediyesi tarafından 2 Şubat 1990 tarih ve 292 sayılı yazı ile davanın açıldığı İzmir 3. İdare Mahkemesi’ne gönderilen savunmada, özetle meclis kararı anlatıldı ve açılan davanın reddi yönünde karar alınması istendi.
Ali İlter Taner başkanlığında toplanan İdare Mahkemesi ise, 16 Şubat 1990 tarih ve 1612 sayılı kararında, Meclis Başkanlığı’nın savunmasının alınması için 15 günlük süre verilmesini kararlaştırdı.
Aradan günler geçer. 15 günlük sürenin son gününde savunma, Karataş’ta bulunan bir büroda bu kitabın yazarı ile birlikte yazılır ve aynı gün ilgili mahkemeye verilir.
9 Mart 1990 tarihinde toplanan 3. İdare Mahkemesi, bu kitabın “Siyasi Akbabalar” bölümünde aktarılacak olan tüm gerekçelerini sıralayarak şu karara varır:
...siyasal sorunları görüşmek ve siyasal temennilerde bulunmak eylem ve işlemi olarak görülmediğinden, İz-mir ili Karşıyaka İlçesi Belediye Meclisi’nin dağıtılması yolundaki İçişleri Bakanlığı isteminin reddine, oy birliği ile karar verildi. Ali İlter Taner, Kudret Ulutürk, Bülent Akdeğer.
Bu karara rağmen, Bakanlık pes etmez ve Hukuk Müşaviri Sefer Cansu imzalı 4.5.1990 tarih ve 688 sayılı yazı ile acilen Danıştay Başkanlığı’na iletilmek üzere Ankara Nöbetçi İdare Mahkemesi Başkanlığı’na başvurarak, temyiz isteminde bulunur.
Sonuçta bu istek de kabul edilmez ve böylelikle ANAP ve ANAP’lı İçişleri Bakanı’nın, Belediye Meclisi’nin dağıtılması senaryoları da sona erer.
Tüm bu baskılar, yıldırmalar yaşanırken bu kez, yine Çakmur’dan çok ağır bir yazı gelir. Çakmur, bir gün başına dert alabileceğini hesaplayarak, yasaların kendisine verdiği yetki çerçevesinde, uyarıda bulunma gereğini hisseder. 30 Mayıs 1990 tarih ve 127.35/01.342 sayılı yazıda şu sözlere yer verir:
...3030 sayılı yasanın Büyükşehir Belediye Başkanı’na verdiği görevlerden biri de, ilçe belediyelerince yapılan hizmetlerin mevzuata uygun, etkin ve verimli olması birlik ve bütünlük içinde yapılmasını sağlamak için gerekli denetlemeyi yaparak uyarıda bulunmak ve önlemler almaktır. Ancak bugüne değin belediyenizce yapılan hizmetlerin etkin ve verimli olmadığı ve mevzuat dışı uygulamaların bulunduğu gözlemlenmektedir.
Bundan böyle yapılan tüm belediye hizmetlerinin yasa ve yönetmeliklere uygun, birlik ve beraberlik içinde İzmir halkının rahat ve huzurunu sağlayacak biçimde yapılması amaç edinilmelidir.
Bu amaç doğrultusunda çalışılmadığı takdirde, yeniden bir uyarıda bulunmaya gerek görülmeden Yasa ve Yönetmeliklerin Büyükşehir Belediye Başkanı’na bu hususta tanıdığı yetkiler kullanılacaktır.
Bilgi ve gereğini rica ederim.
Yüksel Çakmur - Büyükşehir Belediye Başkanı
Bu sözler, kuşkusuz çok ağır sözlerdir ve içi suçlamalarla doludur. Yani, Karşıyaka Belediye Başkanı Cihan Türsen ve Belediye Meclisi üyeleri, kendisine göre başarısızdır.
Türkiye’nin sekizinci Cumhurbaşkanı seçilen Turgut Özal, yurt gezilerine başlar. Açılışlar, konuşmalar yapmak üzere İzmir’e gelir. Çiğli’de yapılacak olan bir açılış için, Karşıyaka Belediye Başkanı da davetlidir. Çiğli ise, hâlâ Karşıyaka sınırları içindedir (1 Kasım 1992’de ayrıldı).
Bir süre önce, Özal ile ilgili olarak karar alan bir belediye meclisinin başkanı, böyle bir açılışa kesinlikle katılamazdı. Katılırsa, SHP’nin ileri gelenlerine ve hatta “örgüte” ne diyecekti?
Ayrıca, kendisi ve savundukları ile çelişirdi. Düşünüldü ve karar verildi. Özal’ın geleceği gün ve ertesi, Başkan hasta olacaktı.
Hastalık bu…İnsanın ne zaman hasta olacağı belli mi olur?
Aynen öyle oldu. Belediye Başkanı, 19 Mayıs 1990 tarihinde, 6968 sayılı, kendi imzaladığı ve onayladığı sevk kağıdı ile acilen Eşrefpaşa Hastanesi Acil Servisi’ne sevk edildi ve doktorlar, hastayı görmeden iki günlük dinlenmeyi uygun gördüler.
Teşhis mi? Doktor yazısı bu… Okunması, anlaşılması mümkün mü vatandaşlar tarafından?
Ancak bu rapor, hiçbir şekilde resmi işleme konulmadı. Sadece bir önlemdi.
Sonuçta, Meclis’e sunulan önergenin dimdik arkasında duran Başkan, böylesi bir yolu deneyerek hedefine ulaşmıştı; ama bunun yanında, 17 Nisan 1993 tarihinde vefat eden Cumhurbaşkanı Özal’a saygı göstererek, ölüm tarihinden yaklaşık üç gün sonra Büyük Efes Oteli’nde düzenlenmesi önceden planlanmış olan Belediye’nin üçüncü yılı brifingini de “uygun olmaz” gerekçesi ile iptal edecekti.
Özal’ı Cumhurbaşkanı olarak kabul etmeme veya karşılamama gibi eylemlerden bir diğeri ise, Çanakkale’de yaşandı.
Günümüzün CHP Çanakkale Milletvekili olan İsmail Özay, Kurtuluş Şenlikleri için Çanakkale’ye gelen Özal’ı, Karşıyaka Belediye Başkanı gibi rapor alıp karşılamamak yerine, protokolde ayağa kalkmayarak protesto etmiş ve hakkında soruşturma açılmıştı.
Sonuçta Özay, Çanakkale’nin Kurtuluşu törenlerinde yaptığı konuşma metni gerekçe gösterilerek, 18 Mart 1990 tarihinde, saat 22.30’da evine gelen iki polis memurunun tebliğ ettiği yazı ile görevinden alındı; dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu tarafından.

Bu ülkenin kurtuluşu için binlerce şehit verdiğimiz Çanakkale’nin Başkanı, 1992’de tekrar koltuğuna oturur; ama içi buruktur. Hızı kesilmiştir. Ancak demokrasiye, halka ve adalete olan inancı hiç eksik değildir yüreğinde.
Kendisine gönderilen destek mesajlarına verdiği yanıtta şöyle der:
Değerli dostum!
Demokrasiye saygısı olmayanlar tarihi gerçekleri yüzlerine karşı söyleyince, halkın oylarıyla seçilerek geldiğim Belediye Başkanlığı görevime son vererek bizleri yıldıracaklarını, sindireceklerini zannettiler. Örgütsüzlüğün çaresizliğindeki halkımızla, bu demokrasi dışı davranış karşısında tepkisiz ve çaresizlik içerisinde suskun kalacağımızı düşlediler. Ama yanıldılar. Yurdun her köşesinden binlerce insan bu haksızlığa karşı tepki gösterirken başta basın olmak üzere tüm demokratik kurumlar bu olaya sahip çıktılar.
18 Mart’ta meydana gelen demokrasi dışı gelişmeler sonrasında kendiliğinden oluşan bir demokratik özlem ve inanç zinciri ortaya çıktı.
Sizden aldığım destek ve güçle, güvenimi hiç kaybetmediğim bağımsız yargıya olan inancımla, şimdi daha rahat ve huzurluyum. Anti demokratik baskılara karşı bir inanç yumağı oluşturan halkımızla, aydınlık, özgür ve demokratik Türkiye’nin çok yakın gelecekte kurula-cağına şimdi daha da çok inanıyorum.
İsmail ÖZAY
Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasını içine sindiremeyen diğer SHP’li Başkan ise, Göcek Belediye Başkanı Behzat Akdolun’du. 11 Ocak 1990 tarihinde gerçekleşen Meclis toplantısında, Özal’a hakaret ettiği iddiasıyla ANAP’lı beş üyenin ihbarı ile tutuklanan ve 18 gün Fethiye Cezaevi’nde yatan Akdolun, aslı astarı olmayan ihbarların oyununa gelmişti. Akdolun’a, cezaevinde yattığı sırada enteresan bir mektup gelir. Heyecanla zarfı açan Başkan, çok ilginç bir yılbaşı mesajı ile karşılaşır. Mesajı gönderen, kendisine hakaret edildiği gerekçesiyle dava açan ve davayı kazanan Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ dan başkası değildir. Şöyle der mesajında Özal:
Yeni Yıl tebrik mesajınıza teşekkürlerimle, bilmukabele Yeni Yılınızı kutlar, en iyi dileklerimi sunarım.
Akdolun, bu olayı şöyle yorumlar:
…Sayın Özal, benim suçsuzluğuma inandığı için böyle bir kutlama mesajı göndermiştir. Hiçbir devlet büyüğü, kendisine hakaret ettiğine inandığı birine böyle bir mesaj göndermez.
Ben suçsuzdum. Belli bir makama sahip insanların 3-5 yalancı şahidin iftiralarıyla tutuklanmaması gerekir. Öncelikle böyle bir şeyin var olup olmadığının belirlenmesi için idari tahkikat açılmalı ve sonra suç unsuru bulunursa mahkemeye sevk edil-meliydim. Ancak böyle bir şey yapılmadı ve bir adi suçlu gibi gerekli mercilerden izin alınmadan tutuklandım. Benim hakaretim söz konusu bile değildi..
Bu üç örnekten de anlaşılacağı gibi sonuçta, Özal’a tavrını koyan bir başkan, onunla karşılaşmamak için rapor alarak hiçbir uygulamaya tabi olmadı; diğeri ayağa kalkmayarak tepki gösterip görevinden alındı; bir diğeri ise hakaret ettiği gerekçesiyle 18 gün cezaevinde yattı.
Kitabın baskıya verilmesi aşamasında yeniden görüş-tüğüm Cihan Türsen, “Bugün olsa böyle bir kararı almaz, aldırmazdım; direnmezdim.” derken, aynı zamanda da bir olgunluğu gösteriyordu.
Belki de pişmanlığını...
Diğer iki Başkan’la ise, ne yazık ki bağlantı kurma şan-sım olmadı.
Bu kitabın yazarı şöyle düşünüyor:
Devlette süreklilik vardır. Demokrasiye ve demokratik rejime saygı duyan, inanan herkes; demokrasinin (olmaması gereken) cilveleri ile her zaman karşılaşabilir, karşılaşır.
Bunun adı demokrasi değildir dense bile sonuçta; devlet arşivlerinde ve albümlerinde, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları listesinde Turgut Özal’ın adı vardır.
Aynı, Belediye Başkanları arşivi ve albümü gibi...
















SİYASİ AKBABALAR


MECLİS SAYIN BAŞKANLIĞI’NA
Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet organları arasında yer alan Karşıyaka Belediyesi meclisi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin demokratik parlamenter sistemimizde ciddi yaralar açabilecek yanlışlıklarla sürmekte olduğu kaygı ile izlenmektedir. Cum-hurbaşkanlığının tarafsızlığına gölge düşürmeye kimsenin hakkı olmadığı gibi böyle bir sonucun tüm devlet organlarında olduğu gibi belediyemizin çalışanlarında da olumsuzluklar doğuracağı açıktır.
Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin TBMM’den tarafsızlığı bağımsızlığı tartışılmayacak bir şekilde sonuçlanmasını zaman henüz geçmeden TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin ulusal uzlaşmaya yaklaşım göstermesini istiyor, ulusal iradeyi yansıtmayan bir sonuç halinde üyesi bulunduğumuz Ege Belediyeler Birliği’nin aldığı ve alacağı tüm kararlara katılacağımızı tarihi bir görev olarak ilgililere ve tüm kamuoyuna duyururuz. Bu görüşle Karşıyaka Belediye Meclisimizin karar vermesini talep ediyoruz.
SHP Belediye Meclis Grubu
İşte ne olduysa, bu kararın Meclis’te kabul edilmesin-den sonra oldu.
Özellikle, ANAP’lı meclis üyelerinin itirazları, daha sonra Karşıyaka Kaymakamlığı ve İçişleri Bakanlığı’na yaptıkları ihbarlar ile gelişen olaylar, birçok insanın ve partinin iştahını kabarttı. Çünkü onlara göre, bu kararla birlikte Meclis feshedilecek ve Karşıyaka’da yeniden seçim yapılacaktı.
26 Ekim 1989 Perşembe günü alınan bu karar sonrası gelişen tüm olayları, bir hukuk komedisini, ÖZAL’IN CUMHURBAŞKANI ADAYLIĞINA TEPKİLER bölümünde ayrıntılı bir şekilde, tutanaklarıyla, resmi evraklarıyla birlikte anlattık.
Peki ilerleyen aylarda ne oldu da, grup kararına imza atan SHP’li meclis üyeleri çark ettiler; siyasiler yeniden seçim tartışmalarını başlattılar?
Her şey; kendisine yapılan ihbarlar üzerine, dönemin ANAP’lı, günümüzün AKP’li İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu’nun, 1580 sayılı yasanın 53. maddesini gerekçe göstererek, Danıştay’da açtığı meclisin feshi davası ile başladı.
Dönemin gazeteleri ise, yayınladıkları haberlere ilginç başlıklar atıyordu:
Türsen topun ağzında.
Meclis feshedilme tehlikesiyle karşı karşıya.
Yeniden seçim.
Karşıyaka’da deprem.
Karşıyaka’da belediye seçimi yenilenebilir.
Hukukçu başkan faka bastı.
Bunlar sadece başlıklar… İçeriklerini okursanız, sanki meclis çoktan feshedilmişti. Çıkan bu haberler, kuşkusuz tüm meclis üyelerini endişelendirmişti. Endişenin yanında, kişisel savunular da ön plana çıkmaya başlıyordu. Özellikle, temenni kararına imza atan bazı SHP’li meclis üyelerinin şu açıklamaları dikkat çekicidir. Mehmet Yavuz: Bana göre, bu kararı gündeme getirmememiz gerekirdi. Yanlış oldu.
Ahmet Bozkurt: Kararın verildiği meclis toplantısında ara verip grup toplantısı yaptığımızda, arkadaşları bu tehlike karşısında uyarmıştık. Ben bu kararın 53. madde çerçevesinde değerlendirilmemesi gerektiği inancındayım.
Metin Paloğlu: Alınan bir grup kararıydı ve çoğunluğa uymak zorundaydık.
Ali Ekber Bektaş: Meclisin alacağı bir karar değildi. Bu tehlikeyi ortaya çıkartacağı söylendi. Kararın çıkmaması için çaba sarf ettik. Ancak grup kararına uymak zorunda kaldık.
Rifat Özer: Meclis grubunda bazı arkadaşlarla kararın dava konusu yapılabileceği konusunda uyarıda bulunduk. Alınan bu kararın bu boyutlara ulaşması üzücü.
Bunlar sadece birkaçı... Ancak genel hava, “Keşke böyle bir karar almasaydık.” şeklindeydi.
Dava üstüne dava açılıyor; savunma dilekçesi üzerine savunma dilekçesi veriliyor; ihbarlar üzerine ihbarlar yapılıyordu. Ortalık toz dumandı.
Daha bir yıl bile olmamıştı seçimler yapılalı. Ama artık tartışmalar, “Yahu nasıl yaparız da meclisi kurtarı-rız?”dan çok “Seçim olsa ne iyi olur” havasına dönmüştü.
İşte Günaydın Gazetesi Ege Eki’nin 3 Mart 1990 tarihli manşeti ve Uğur İşven’in haberi:
Belediye Meclisi’nin feshi ihtimali, iştahları kabarttı.
Akbabalar Pusuda
...Başkan Cihan Türsen ve fesih tehlikesi içindeki meclis üyeleri bu var-tayı nasıl atlatacaklarını kara kara düşünür, “ah biz bu işi nasıl yaptık” diye dövünürken, bu gelişmeleri el-lerini ovuşturarak izleyenler de var. Yalnız bu işin peşini bırakmayıp İçişleri Bakanlığı’na suç duyurusunda bulunan ANAP’lılar mı? Değil elbette.
DYP’liler de meclis feshedilirse “Acaba seçimi kazanır mıyız?” hesapları içinde ve fesih kararını merakla bekliyorlar. Ancak bu davanın kaybedilmesini isteyen SHP’liler de var. Evet, yanlış duymadınız SHP’liler de var.
Nedeni de gayet basit. Eğer meclis feshedilirse, eh bir de yasa gereği başkan görevinden alınırsa, bu kişilerin keyfi tam yerine gelecek. Ardından seçim yenilenecek.
Bu kişilere de kaybettikleri ön seçimlerin rövanşını almak imkanı belediye başkanı veya meclis üyesi olma imkanı doğacak. Bir de seçim kanunu gereği, yasal kusurları nedeniyle görevlerinden alınmış seçilmişlerin yapılacak bu seçime katılamayacakları gerçeğini belirtirsek, manzara biraz daha aydınlanmış olur.
İştahı kabaranlar ortaya çıkıp da, gerçek düşüncelerini açıklamıyorlar. Çünkü böyle bir durumda SHP içinde büyük bir tepki çekeceklerini, ön seçim hazırlığı umut ederken, dele-geler tarafından aforoz edilebileceklerini de biliyorlardı. Kararı savunan SHP’liler kendi içlerinde kan ağlarken, başka hesap-lar peşinde koşan partili arkadaşlarını dikkatle izliyorlar. Fesih bekleyenlere ise bir çift sözle cevap veriyorlar:
SİYASİ AKBABALAR...
Evet, SHP’de bu gelişmeler olurken, ANAP’tan aday gösteril-meyince o çok sevdiği Karşıyaka Belediye Başkanlığı’na erken veda eden Nevzat Çobanoğlu ne yapıyor?
Henüz bir ay önce DYP’ye geçen Çobanoğlu’nun yüreğinde bir yerlerin cız etmesine neden olmadı mı bu fesih kararı? Babacımı tanıyan, başkanlığa nasıl bağlı olduğunu bilenlerin cevabı kesin: ELBETTE.
Çobanoğlu, şimdi de yeni bir partide ve siyasi kulislerde, “Böyle bir durum ortaya çıkarsa DYP’nin Çobanoğlu’nu aday göstermemesi için bir neden yok” yorumu yapılıyor.
Peki Çobanoğlu ne diyor bu işe? Meclisi fesih tehlikesine atan bu kararın alınmasına izin veren başkan Türsen’i suçlarken, “Ben böyle şeylere kesinlikle izin vermezdim.” diye ekliyor. Başkanlık ihtimali karşısında da, “Yok babacım böyle bir şey. Aklıma bile getirmedim. Benim başka düşüncelerim var” diyor. O düşünceler arasında milletvekili olmak gibi bazı düşünceleri de var Çobanoğlu’ nun…
Karşıyaka’daki genel durumun çok iyi özetlendiği bu haber, kuşkusuz çok ses getirdi İzmir’de. Herkes, “Kim bu SHP’liler, kim bu siyasi akbabalar?” diye birbirine sorarken, o dönemi hatırlayanlar bunların kim olduğunu çok iyi bileceklerdir...
Yayınlanan bu ve buna benzer haberler yetmiyormuş gibi, birbirinden ilginç anketler yapılıyordu. Basına da yansıyan ve hatta özellikle yansıtılan bir ankete göre, SHP yine birinci parti durumundaydı. Hem de yüzde 33,41 gibi bir oranla.
Fakat, şimdi sıkı durun… Bu anketin en ilginç yanı, eski ANAP’lı yeni DYP’li Nevzat Çobanoğlu’ nun tek başına, yüzde 48,8 gibi çok çok yüksek bir oranla başkan gösterilmesiydi.
Bu ilginç anketi kimin yaptığı araştırıldığında ortaya; Çobanoğlu’nun dava arkadaşı, dostu, eski ANAP’lı Sancar Maruflu’nun adı çıkar. Peki bu ankete göre diğer partilerin durumu neydi, bir de ona bakalım:
DYP yüzde 29,62 ile ikinci, DSP yüzde 13,41 ile üçüncü parti durumundaydı. Fakat yine çok ilginç bir sonuç çıkar bu anketten: Ankete göre, meclisin fesih işlemini başlatan ANAP ise, ne yazık ki barajı bile geçemiyordu. Oy oranı yüzde 9,62’de kalıyordu.
İsimler üzerinde yapılan yoklamaya göre ise Cihan Türsen yüzde 19,02, ANAP’lı Canan Arıtman yüzde 8,11, Sezgin Çubukçu yüzde 7,09, halen METRO A.Ş. Genel Müdürü olan İbrahim Koç yüzde 5,56 ve Cevdet Tümtürk ise yüzde 5,17 oy oranına sahiptiler. Yani şöyle sesleniliyordu ankette:
Ey Karşıyakalılar, SHP birinci parti; ama bakın fesih tehlikesi ile karşı karşıya. Siz siz olun, seçim yapılır ise -ki öyle görünüyor- yeniden SHP’ yi seçmeyin. Çünkü eski Başkan Çobanoğlu hâlâ aranan kişi...
Sancar Maruflu’nun bu anketine şaşırmamak gerekir. Zira Maruflu; 1989 senesinde, Çobanoğlu’ nun koltuğunu Türsen’e devir teslim töreninde; sahibi bulunduğu HİSDAŞ Halkla İlişkiler Şirketi adına Karşıyaka Anayasa Meydanı’nda yaptığı, metnini “Veda Takdim Konuşması” başlığıyla dağıttığı ve törene katılan tüm ANAP’lıların ağladığı konuşmasında, her şeyi tüm çıplaklığı ile ortaya koymuyor mu?
Karşıyaka’nın çok kıymetli, sevgili Belediye Başkanı
Nevzat Çobanoğlu, Değerli basın mensupları, Çok kıymetli misafirler, Sevgili İzmirli hemşehrilerimiz,
İzmir’in cefakar, vefakar, kadirbilir güzel insanları,
Sevgili dava arkadaşlarım,
Atatürkçü, çağdaş ve modern uygu-lamalarıyla bir dönem adını altın harflerle yazdıran sevgili Belediye Başkanımız Nevzat Çobanoğlu’nun görevinin 26 Mart’ta sona ermesi nedeniyle düzenlenen bu törene katıldığınız için hepinize şükran ve teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Sağolun. Varolun.
Sevgili misafirler,
Şu an hep birlikte yaşadığımız an, sadece bir vefa borcunun ödenmesinden ibaret değildir. 5 yıl önce halkın şerefli oylarıyla Karşıyaka’da iktidara gelen; MUSTAFA KEMAL ATA-TÜRK devrimleriyle birlikte Cumhuriyet rejimini savunan ve hizmet zincirini Atatürk’ün, HERŞEY KANUN YAPMAK-TAN İBARET DEĞİLDİR. BİLAKİS HERŞEY O KANUN-LARI TATBİK ETMEK VE ETTİRMEKTEN İBARETTİR. UYGULAYAN İCRA EDEN, KARAR VERENDEN DAİMA GÜÇLÜDÜR. sözleriyle zenginleştiren Sayın Nevzat Çobanoğlu, şu andan itibaren artık Atatürkçülerin SEMBOL ADAMI olmuştur. Biz Nevzat Çobanoğlu’nun İzmirli dostları olarak, bu toplantıya siyasi bir görünüm kazandırmak istemiyoruz. Bu toplantıya bu yakıştırmayı yapanları da üzüntü ve nefretle karşılıyor, şiddetle kınıyoruz.
Mikrofonu Sayın Süha Tanık’a vermeden önce müsaadele-rinizle Sayın Nevzat Çobanoğlu’nun kişiliğinden biraz bahsetmek istiyorum.
Bu tören, veda töreni değil, bir onurlandırma törenidir. Faziletli kişiliğiyle, üstün ve emsalsiz hizmetleriyle, şerefli şahsiyetiyle hepimizin gönüllerinde taht kuran Sayın Nevzat Çobanoğlu’nun karşısında gururla eğiliyorum. Şimdi, hepimiz adına konuşmak üzere ANAVATAN PARTİSİ’Nİ İzmir’de 6 yıl önce kuran ilk başkanımız, önceki dönem İzmir Milletve-kilimiz Sayın Süha Tanık’ı huzurlarınıza davet ediyorum.

Maruflu, her ne kadar sunu yazısında “Sevgili dava arkadaşlarım” ve “…bu toplantıya siyasi görünüm kazandırmak istemiyoruz. Bu yakıştırmayı yapanları da üzüntü ve nefretle karşılıyor, şiddetle kınıyoruz.” gibi ifadeler kullandıysa da yorumunu okurlara bırakıyo-rum...
Bu arada köşe yazarları da boş durmuyor; seçimler konusunda ahkâm kesiyorlardı. Tarihler bile belli olmuştu.
İşte, 3 Mart 1990 tarihinde, köşe yazarı Hamdi Türkmen, Günaydın Gazetesi’nde şunları yazmıştı:
...Diyelim ki, İdare Mahkemesi, fesih kararı aldı ve Danıştay da onayladı. Karşıyaka Belediye Meclisi ve Başkanı düştü. Karşıyakalılar yeni bir başkan ve yeni meclis üyeleri seçmek zorundalar. Seçecekler de...
Herkesin merakı fesih durumunda Karşıyaka’da seçimlerin ne zaman yapılacağı.
Çok merak ediyorsanız (Yazarın Notu: ki kimse merak etmiyordu. Çünkü henüz davalar devam ediyordu. Yani tam anlamı ile, ortada fol da yoktu yumurta da) söyleyeyim. Bu iş Mart sonu, Nisan Mayıs’ta fesihle sonuçlanırsa... Haziran ayının 3. Pazar günü Karşıyaka’da yerel seçimler yapılacak. Kehanet değil bu…
Türkmen “kehanet değil” diyordu; ama kehanetlerini sürdürmeye de devam ediyordu. Sanki her şey bitmiş; davalar sonuçlanmış, Başkan görevinden alınmış, Meclis feshedilmişti. Şimdi sıra, bunun nasıl yapılacağına ve belediyenin nasıl yönetileceğine gelmişti. İşte Türkmen’in kehanetleri şöyle devam ediyordu:
…Peki, belediyeyi bu süre içinde kim yönetecek. Kanunda bu da yazılı. İçişleri Bakanlığı, Türsen yerine geçici olarak seçimlere kadar başkanlık yapacak bir bürokrat atayacak. Belediyeyi o yönetecek. Belediye meclisinin görevlerini ise Belediye Encümeni üstlenecek. Yani encümen üyesi bürokrat-lar, her türlü kararı almaya yetkili olacaklar.
Dönemin Yeni Asır Gazetesi Yazarı, DSP’li Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın İZFAŞ eski Genel Müdürü, ÖNCE İZMİR hareketini başlatarak olası bir yerel seçimde Büyükşehir Belediye Başkanlığı’na aday olacağını açıklayan Feyzi Hepşenkal ise şunları yazıyor-du; 3 Mart 1990 tarihli köşesinde:
...Olay yargıya intikal ettiği için, konu hakkında yorumda bulunmak doğru olmaz.
Ama en azından şu kadarını söylemek gerekiyor.
Eğer Karşıyaka Belediye Meclisi, Cumhurbaşkanlığı seçimindeki yanlışlıkları eleştiren bir karar aldığı için feshedilecekse... Allah bütün belediye meclislerine böyle bir gerekçe yüzünden feshedilmeyi nasip etsin! Devam edelim ve diyelim ki, Karşıyaka Belediye Meclisi feshedilirse ne olur?
Hiç şüphesiz, iyisiyle kötüsüyle pek çok şey olur.
Fakat kesin olarak bir şey var. Karşıyaka’da büyük bir şenlik yaşanır bu sayede. Kırşehir’i hatırlayın. Avuç içi kadar yer olmasına karşın, günlerce Türkiye’nin gündeminde kalmıştı. Bakanlar Kırşehir’e gitmek için kuyruğa girmişti. Liderler tur üstüne tur yapmıştı. Kısacası Kırşehir’e bereket yağmıştı.
Bütün bunlara bakarak, 250 bin seçmenin oy kullanabileceği, üstelik Karşıyaka gibi bir beldede yapılacak olası bir seçimin yaratacağı yankıyı siz düşünün artık.
Öyle bir gelişmenin Türkiye çapındaki etkisi bir yana... Olay daha özel bir çerçevede ele alındığında bile, ilginç unsurlar içeriyor.
Örneğin Karşıyaka, SHP’nin yüzde 60’a yaklaşan oy oranıyla sanırım Türkiye rekoru kırdığı bir seçim çevresi olma özelliği taşıyor. Dahası aynı çevre, SHP Genel Başkanı İnönü’nün de seçim bölgesi. Bitmedi, eğer Karşıyaka’daki yerel organlar yenilenirse, mevcut yasalara göre halen bu organlarda görev yapanların, bir dönem aday olma olanağı bulunmayacak.
Yani gönlünde belediye başkanı, belediye meclis üyesi seçilme ateşi yananlara gün doğacak!
.....
Şimdi sözümüzü bir dizi eğer ile noktalayalım.
Eğer Karşıyaka’daki belediye seçimleri yenilenirse... Eğer DYP’nin başkan adayı Nevzat Çobanoğlu olursa... Karşıyaka’da çok heyecanlı bir seçim yaşanacak demektir.
Bu yazı, suya sabuna dokunulmamış bir yazı kuşkusuz. Ama içindeki mesaj, olası seçimlerde her yolun Çobanoğlu’ya çıkacağının işaretidir sanki.
Yazdığı haberlere güvenilen, siyasilerle kurduğu birebir ilişkilerde edindiği izlenimleri objektif olarak aktaran gazeteci Uğur İşven’in, bir haberi daha yayınlanır Günaydın Gazetesi’nde:
Meclisin feshi ihtimali, SHP’lilerin iştahını kabarttı.
Aslan’lar uyandı...
Başkan Türsen ve 30 meclis üyesi belki şaşıracaklar ama, kendi partilileri arasında, mahkemenin fesih kararı alması için o kadar çok dua eden var ki, inanamazsınız. Gönüllerindeki aslanın kükremeye başladığı bu SHP’ lilerle görüştük. Önce tatlı tatlı tüm duygularını ve beklentilerini anlattılar. Sonra birden uyandılar: “Aman isim yazmayın, parti suçu işlemiş olurum.” Bu nedenle adlarını yazmıyoruz. Ancak kimlerden söz ettiğimizi hem Türsen ve arkadaşları biliyor, hem de SHP Karşıyaka örgütü...
SHP’de bu parti içi ilginç gelişme yaşanırken DYP, seçim çalışmalarına resmen başlamıştı. Daha birkaç gün öncesine kadar Belediye Başkanlığı’nı düşünmediğini açıklayan eski Başkan Nevzat Çobanoğlu, ellerinden tutup partiye getirdiği 200 bayanı üye kaydederken, İlçe Başkanı Turan Arınç da şu açıklamayı yapıyordu:
Belediye Meclisi dağılmak üzere. Seçime gidilirse biz kazanı-rız. Adayımız rahat seçilecek. Çünkü büyük oy potansiyeline sahip.
Seçim yapılmadı; ama “Babacım” Çobanoğlu, 1991 yılında yapılan seçimlerde DYP’den Milletvekili seçildi ve Ankara’ya gitti. Bir daha da hiç görülmedi.
Meclisin feshedilmesi davası devam ederken, en büyük destek Erdal İnönü ve İzmir Milletvekili Ahmet Ersin’den geldi. İnönü, 5 Mart 1990 Pazartesi günü görüştüğü Türsen’e, “Merak etme. Bütün milletvekillerini seferber edeceğim. Elimden geleni yapacağım.” sözünü verdi ve bu konuda bazı milletvekillerini görevlendirdi.
Ahmet Ersin de konuyu TBMM’ye getireceğini belirterek, “Belediyeler üzerinde maddi sıkıntılardan sonra şimdi de yeni bir şantaj yolu bulundu. Başkan ve Meclis Üyeleri Özal’a hakaret gerekçesiyle sürekli zan altında tutuluyor.” şeklinde bir açıklama yaparak sıkıntıyı dile getiriyordu.
Bir partinin Genel Başkanı, aynı partiden bir belediye başkanının sıkıntısı ile yakından ilgilenirken, yine aynı partinin Genel Sekreter Yardımcısı ise, muhalefet gibi açıklamalar yapıyordu. Adnan Keskin, tüm umutların bittiğini kabullenmiş, hukukun sonucunu beklemeden, “Hukuksal açıdan savunabileceğimiz bir şey yok.” diyerek her zamanki tavırlarına bir örnek daha vermişti.
Belediye Meclisi’nde alınan bu temenni kararından sonra ilgili her yere ihbarlarda, suç duyurularında bulunan dönemin ANAP’lı Meclis Üyesi, günümüzün CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın da söyledikle-rini dinlemek gerekir.
Arıtman; dönemin Tercüman Gazetesi, halen Anadolu Ajansı TBMM Muhabiri olan Berrin Tuncel’e verdiği özel demecinde, Belediye Meclisi’ne siyaset karıştırıldı-ğını savunarak şunları ifade ediyordu:
…Benim meclis üyeliğimi kaybetmem önemli değil. Kendilerini Cumhurbaşkanı ile ilgili karar alırken uyardım. Başkan, siyasi sorumluluk bana ait diyerek benim uyarımı kulak arkası etti. Ben hem uyararak hem de yapılmış suçu bildirerek görevimi yerine getirdiğime inanıyorum...
Erdal İnönü ve Ahmet Ersin’in desteklerinden sonra bir başka destek de İzmir Milletvekili Veli Aksoy’dan geldi. Aksoy, belediye meclislerinin siyaset yapma yasağını kapsayan maddenin kaldırılması için TBMM’ye bir yasa teklifi verdi.
Aksoy, bunun gerekçesini, dönemin Hürriyet Gazetesi muhabiri, günümüzün Konak Belediye Başkanı Erdal İzgi’ye şöyle açıkladı:
Bugün ülkemizde belediyelerimizin örgütlenmesini ve yönetilmesini düzenleyen 1580 sayılı yasa 1930 tarihinde kabul edilip, belediye meclislerinde Cumhuriyetin ilke ve kuru-luşlarına cephe almalarını ve gerici hareketleri önleyebilmek amacıyla, 1580 sayılı yasaya konan bazı hükümler, çağımız devlet anlayışına ve bu anlayıştan kaynaklanan yerel yönetim anlayışına ters ve aykırı görülmektedir.
1930 yılında ülkemizde tek parti ve merkeziyetçi bir anlayış vardı. Demokratik sistem gereği olan çok partili yaşama geçilmemişti, 1580 sayılı yasa da bu merkeziyetçi anlayıştan kaynaklanarak hazırlanmıştır.
…..
Buna rağmen belediye meclislerinde siyasal tartışmalar ve temennilerde bulunmaları 1580 sayılı yasanın 53. maddesinin birinci fıkrasının 4. bendi gereği yasaklanmaktadır. Bu bent, Anayasa’ya aykırıdır ve Başkan ile meclis üyelerini depolitize eden bu hükmün kaldırılması gerekir...
Aksoy’un bu çabası, kuşkusuz parti içinde çok ses getirdi. Ancak bu çabaya kızanlar da oldu. Çünkü, birilerinin dediği gibi, siyasi akbabalar pusuda bekliyorlardı.
Ancak, tüm beklentiler birden sona erdi. Seçim bekleyenler hüsrana uğrarken, mevcut üyeler bayram havası içindeydiler.
İşte 13 Şubat 1990 tarihli Günaydın İzmir Gazetesi’nin manşeti ve haberi:
Karşıyaka Belediye Başkanı ve Meclisi’ne bir müjdemiz var: Türsen Kurtuldu
İçişleri Bakanlığı’nın Meclis’in feshi istemini, Üçüncü İdare Mahkemesi oybirliğiyle reddetti.
Karşıyakalıların ve siyasi çevrelerin merakla bekledikleri kararı Günaydın İzmir, Başkan Türsen’den önce öğrendi.

Aslında yoktu böyle bir şey. Zaten aynı tarihli tüm gazeteler incelendiğinde, bu haberin değişik biçimlerde verildiği görülecektir. Bizler, elbette onlardan önce öğrenmiştik. İzmir’i, Ankara’yı, bakanlıkları, partiyi, ilgili kurum ve kuruluşları bu kadar meşgul eden bir olayın sonucunu, başkalarından mı, yoksa kaynağından mı öğrenecektik?
Karar, birçok insanı şaşırttı. SHP’lileri de...
Seçim hazırlıklarına başlayan DYP, tüm çalışmalarını durdurdu. Dönemin ANAP İl Başkanı, günümüz AKP Milletvekili İsmail Katmerci en çok şaşıranlardandı. Karardan sonra bir açıklama yapan Katmerci şöyle diyordu:
Benim için büyük sürpriz oldu. Fesih kararı bekliyordum. Meclis kararıyla ilgili yasa maddesi çok açık bir şekilde ihlal edilmişti. İşin peşini bırakmayacağız. İçişleri Bakanlığı’na tekrar başvurarak, konunun Danıştay’a götürülmesini isteye-ceğiz.
Bu kararı, yeniden doğuş şeklinde yorumlayan Türsen; sonucu Ahmet Sarışın, Ertan Erdek ve Ali Sözer’in katıldığı bir toplantı ile kutladı.
Davanın açıldığı günden, sonuçlandığı güne kadar, her zaman Türsen’in yanında olan üç Başkan da çok mutluy-du. Mahkemenin verdiği karar mutluluk vericiydi; ama davanın başladığı günden beri yanında yer almayan bir kişiye sitem vardı. Türsen, üç ilçe belediye başkanı için, “Bana en zor günlerimde destek oldular.” derken, Yüksel Çakmur için de, “Kendisi, değil aramak, İçişleri Bakanlığı’nı haklı bulduğunu belirten bir yazı gönderdi.” diyerek, Çakmur’a tepkisini dile getiriyor ve şöyle devam ediyordu:
…Biz, siyaset yaptığımız için değil, Anayasa’nın uygulanmasını istediğimiz için yargılandık.
Haklarımızı kullanmamız olay oldu, hemen gündeme seçimi getirdiler. Bizim meclis kararı olarak söylediğimizi herkes her yerde söyledi.
Biz meclislerde SHP’nin görüşlerine uygun kararlar almak için toplanıyoruz. Diğer belediyelerin meclis tutanakları incelenirse, siyasi hüküm denilebilecek yüzlerce karar tespit edilir. Ancak 1580 sayılı yasanın 53. maddesi sadece bize uygulandı. Türkiye’de kişi ve kurumlar depolitize edildi. Vatandaşlık görevleri bile sakıncalı görülüyor. Demokratik hakların kullanılmasına artık herkes özen göstermelidir.
Türsen’in bu açıklamasına, Çakmur’dan yanıt, hemen geldi:
Kişisel suçlamalarla olayı çarpıtmaya kimsenin hakkı yok. Meclis kararını hukukçuların da görüşünü ilave ederek geri gönderdim ve tekrar görüşülmesini istedim. Bunun için suç-layıcı olmaya gerek yok. Bir tehlike veya bunalım olsaydı ben de hukuksal yönden irdelememiş olup imzalasaydım İzmir’de Anakent Belediye Başkanının da düşürülmesi kime yarar sağlardı? Türsen’in beyanatı çok olumsuz ve talihsizliktir.
Peki, ihbarda bulunan ilk kişi olan Canan Arıtman bu karar için ne söyledi, bir de ona bakalım:
Danıştay’a müracaat hakkımız var. Bunu kullanacağız. Karşıyaka tarihi bir fırsat kaçırdı. Kaldırım söküp parke taşı döşeme, parke taşı söküp kaldırım döşeme devri bitecekti. Ge-rekçeli kararı bekliyorum. Hangi hukuksal gerekçelere dayandırdıklarını merak ediyorum. Adalete saygılıyım ama herhalde meclisin feshini istemediler.
Belediye Meclisi’nde bu kararı sine-i millete dönme şeklinde yorumlayan ve bu karara karşı çıkan Sezgin Çubukçu ise, “SHP grubunun bundan sonra bu tür konularda daha dikkatli olacağına inanıyorum. Herhalde Sayın Türsen de bu abdestle daha çok namaz kılar.” diyordu.
İlçede seçim çalışmalarını başlatan, olası seçimlerde Çobanoğlu’yu aday göstereceklerini her ortamda dile getiren DYP İlçe Başkanı Turan Arınç da, Türsen’in çok ucuz kurtulduğunu söylüyor ve ona bundan böyle ayağını denk atmasını öneriyordu.
Kısacası, bir metnin tam okunmaması nedeniyle bir bardak suda fırtına koparanlar, arzu ettikleri sonuca ulaşamadılar.
Peki mahkeme nasıl bir karar vermişti? İşte, Türkiye’de birçok hukukçuya, birçok kurum ve kuruluşa örnek olabilecek bir karar metni:
T.C. İzmir 3. İdare Mahkemesi
Esas No: 1989/1612
Karar No: 1990/366
.....
Yasa maddeleri de birer canlı organizmalar gibi yaşarlar. Onları yaşatan güç, toplum hayatının devamlı gelişmesidir. Bu anlayıştan hareketle, 1930 yılında kabul edilmiş Belediye Kanunu’nun seçilmiş organlarının işleyişine ilişkin maddelerinin, o tarihten bu yana gerek Anayasada gerek yasalarda yapılmış değişikliklerin ve yürürlüğe konulmuş yeni yasaların oluşturduğu sisteme uygun bir biçimde yorumlan-ması gerekir. Bir yerel yönetim birimi olarak belediyelerin, 1961 ve 1982 anayasalarında kazandığı yapı karşısında, 1580 sayılı yasanın 53. maddesinin 4. ben-dinde yasaklanan siyasetin anlamının, dar anlamda siyaset olarak kabulü zorunludur.
Yukarıda da değinildiği gibi, Karşıyaka Belediye Meclisi’nin söz konusu kararında, esas itibariyle 1989 yılı ekim ayında kamuoyunun gündeminde bulunan Cumhurbaşkanlığı se-çimine değinilmektedir. Anayasanın 104. maddesi uyarınca Cumhurbaşkanı devletin başıdır, bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk Milletinin birliğini temsil etmektedir ve Anayasanın 103. maddesinde yer alan yemini nedeniyle de tarafsız bir kişidir.
Nitelikleri böylece belirtilen ve toplumun her kişisini yakından ilgilendiren Cumhurbaşkanının seçimi konusunda eleştirel görüş bildirilmesinin ve bazı temennilerde bulunulmasının belediye meclisine yasaklanan siyasal faaliyet kapsamında ol-duğu düşünülemez.
Söz konusu kararın son cümlesinde, Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin olarak, “Ulusal iradeyi yansıtmayan bir sonuç halinde üyesi bulunduğumuz Ege Belediyeler Birliğinin aldığı ve alacağı tüm kararlara” katılınacağı biçiminde bir ifadeye de yer verilmiş ise de, önergenin görüşüldüğü sırada meclisin bilgisine ve görüşüne sunulmuş herhangi bir birlik kararı veya karar taslağı bulunmadığından, bu kararlarda yer almış veya alacak siyasal görüş ve temennilerin, meclisçe görüşülüp ve kararlaştırılmış siyasal görüş ve temenni olarak kabulüne ve bunlar nedeniyle meclise sorumluluk yüklemeye olanak yoktur.
Açıklanan nedenlerle; 27.10.1989 tarihinde verilen önergenin görüşülmesi ve meclis kararına dönüştürülmüş olması, 1580 sayılı Belediyeler kanununun 307 sayılı yasayla da değişti-rilen 53. maddesinin 4 üncü bendinde yer alan siyasal sorunları görüşmek ve siyasal temennilerde bulunmak eylem ve işlemi olarak görülmediğinden, İzmir İli Karşıyaka İlçesi Belediye Meclisinin dağıtılması yolunda İçişleri Bakanlığı isteminin reddine, 9.3.1990 gününde oybirliğiyle karar verildi.
Başkan Ali İlter Taner, Üye Kudret Ulutürk, Üye Bülent Akdeğer






















YA GÜNGÖR BAYRAK
OLMASAYDI?


12 Eylül darbesi sonucu gerçekleştirilen ilk yerel seçim-ler.
Ülkede ANAP fırtınası esiyor. Dört eğilimi partisinde barındırdığını savunan Turgut Özal iktidardadır ve bu fırtınayı yakalamışken, yürü ya kulum diyerek yerel seçim kararı alır.
Yapılan seçimlerde; İstanbul’da Bedrettin Dalan, Ankara’da Cahit Altınsoy Büyükşehir Belediye Başkanı seçildiler. İzmir’de ise; Burhan Özfatura Büyükşehir, Süha Baykal Konak, Nevzat Çobanoğlu Karşıyaka ve Cengiz Bulut ise Bornova Belediye Başkanlığı koltuğuna oturdular.
Her başkan; savundukları düşünceleri ve seçimlerde söz verdikleri projeleri, teker teker hayata geçirmeye başlar. Başlangıçta hiçbir sorun yoktur. Burhan Özfatura, ilçe başkanlarına ağabeylik yapmakta; onları kanatlarının altına alarak, hemen hemen tüm taleplerini karşılamak-tadır.
Karşıyaka Belediye Başkanı Nevzat Çobanoğlu, diğer tanımla Babacım; bir gün Bayraklı’ya, yapılmış olan işlerin denetimi için gider. Sokaktaki çocuklar etrafını sarar. Hoş sohbet derken çocuklar Başkan’dan, Bayraklı’ya bir yüzme havuzu yapmasını isterler. Çocukların bu isteği, çok masum bir istektir kuşkusuz.
Belediye’ye dönen Babacım Başkan, teknik ekibi ile değerlendirme yapar. Yapılan değerlendirme sonucu, Altınyol’da bir yüzme havuzu yapılmasına karar verilir.
Harıl harıl çalışılır; projeler hazırlanır ve hazırlanan projeler, Meclis kararı ile birlikte Büyükşehir Belediyesi’ne gönderilir. Bu arada Nevzat Çobanoğlu, Özfatura’dan ayrıca sözlü olarak da onay alır.
Çobanoğlu mutludur, keyiflidir. Bu havuz, dönemi içinde yapacağı en büyük hizmetlerden biridir. İz bıra-kacaktır geçmişe. Gelecekte de bizim bunları yazmamız için...
Geleceğin güvencesi çocuklar mutlu olacaktır.
Havuzun inşasına başlanır ve bu çalışma çok kısa sürede bitirilir. Ancak bu arada, Büyükşehir ile ilişkiler yavaş yavaş bozulmaya başlar. Karşıyaka’ nın çeşitli konular-daki talepleri yerine gelmez, ertelenir ve artık dikkate bile alınmaz.
Bir fuar dönemidir. İzmir’e, fuara, yıldızlar yağmaktadır. Bu yıldızlardan biri transparan kıyafeti ile külotsuz sahneye çıkan, günümüzün Leydi’si Güngör Bayrak’tır.
Güngör Bayrak’ın bu kıyafeti basına yansıdığında, İzmir’in namus bekçisi olduğunu ifade eden Burhan Özfatura, hemen harekete geçer ve sanatçı (!) ile kavga etmeye başlar. Sahne aldığı gazinonun patronuna baskı yapar. Güngör Bayrak bu kıyafetle, bırakın şarkı söyle-meyi, sahneye bile çıkmamalıydı. Eğer bu böyle devam ederse, halkın ar duyguları rencide olacak; İzmir’in namusu bozulacaktı...
Burhan Özfatura, bu konudaki tavrını ve kavgalarını sürdürürken, Bayraklı’daki yüzme havuzunun yapımı hemen hemen bitmişti. Ancak her nedense İZSU, havuza bir türlü su bağlamıyordu. Yapılan görüşmeler sonuç vermiyordu. Çobanoğlu bu durumdan son derece rahat-sızdı.
Sonuçta bir karar alındı. İZSU suyu bağlamazsa, kuyu açılacak ve havuz; kuyudan sağlanan su ile doldurula-caktı. Ancak yine de bu hamleyi yapmadan önce Çobanoğlu’dan bir açıklama gelir. Açıklamanın özeti şudur:
...Bu kadar emek vererek gerçekleştirdiğim bu havuza eğer su bağlanmazsa, kuyu açacağım, havuzu dolduracağım ve Güngör Bayrak ile birlikte havuza girip yüzeceğim...
Bu ifadeler ertesi gün basında yer alınca, Özfatura küplere biner. Zaten kavgalı olduğu Güngör Bayrak’ın adını duyunca da çılgına döner. Ancak, inat etmeye devam eder.
Çobanoğlu’nun basında yer alan bu sözleri, yıldırım hızı ile Ankara’ya, Başbakan Turgut Özal’a fakslanır. Özal, tüm haberleri teker teker okur ve Burhan Özfatura ile Nevzat Çobanoğlu’yu acilen Ankara’ya çağırır.
Odada, üç kişi vardır. Çok sinirlidir Özal...
Elindeki gazeteleri göstererek tek bir soru sorar:
—Nedir bu?
İki Başkan, birbirine bakar. Çobanoğlu, Özal’ı ayrıntılı bir şekilde bilgilendirir. Yazılı ve sözlü onay aldığı halde Özfatura’nın inatla suyu bağlamadığını belirtir ve böyle bir açıklamayı, çok sinirlendiği için yaptığını ifade eder.
Özal’ın tavrı çok net ve kesindir:
—Lütfen bunlarla ülke gündemini meşgul etmeyin. Ayıp şeyler bunlar. Ne alakası var suyun, havuzun Güngör Bayrak ile? Çözün bu sorunu aranızda. Sorun istemiyorum. Bırakın kavga etmeyi artık. Ülke sizden hizmet bekliyor...
Her iki Başkan İzmir’e döner ve çok kısa sürede Bayraklı yüzme havuzunun suyu, Güngör Bayrak sayesinde bağlanır.
Sonuçta, Çobanoğlu ve Bayraklı’da yaşayan çocuklar galip gelmişlerdir.
Bu olay, elbette Özfatura’yı çok sinirlendirmişti. Bundan böyle Karşıyaka’ya daha çok dikkat etmesi gerekiyordu.
Birçok uygulamalarıyla da etti zaten…

***
Altınyol’un kenarındaki alana Çobanoğlu, ağaçlandırma çalışması başlattı. Gerçekten de çok geniş bir alandı ve çöl gibi duruyordu. Değişik türde ağaçlar ve özellikle zakkum dikildi.
Bu çalışmalar başladığında bir açıklama yaptı Babacım:
...Burası çöl gibi duruyor. Burayı yemyeşil yapacağım. Hatta orman yapacağım... İnsanlarımız burada rahatlıkla gezecek, oturacak, piknik yapacak...
Dikilen yüzlerce fidan, sürekli sulanıyordu. Çobanoğlu da hemen hemen her gün gidip, fidanları kontrol ediyor-du. Çok önemsiyordu burasını. Ancak Büyükşehir’den, bu önemin karşılığını göremiyordu. Hatta bu çalışma da sorun yaratmıştı, yine.
Günlerden bir gün, fidanları kontrol için alana giden Çobanoğlu, hiç beklemediği bir levha ile karşılaştı. Canı çok sıkılmıştı; ama yapacak bir şey yoktu. Levha konul-muştu bile. Levhada ise, daha filiz halinde olan fidanlar kastedilerek şöyle denilmişti:

DİKKAT! BU ORMANDA AVLANMAK YASAKTIR
Bu levhanın kim veya kimler tarafından konulduğu tespit edilemedi; ama tüm işaretler Büyükşehir Belediyesi’ni, yani Özfatura’yı gösteriyordu. Ne de olsa, bu çalışmanın da yapılmasına karşıydı...

***
O dönemlerde Çobanoğlu’nun en takdir edilen yanı, çok düşük maaş almasıydı.
Birçok ilçe belediye başkanından çok daha az maaş alan Başkan (50 bin TL) bunu şöyle savunuyordu:
Ben emekli askerim. Benim zaten oldukça iyi maaşım var. Daha fazlasına şu anda ihtiyacım yok...
Ancak, ekonomik koşullar her geçen gün biraz daha ağırlaşıyordu. Buna rağmen bu durum devam ediyordu.
Bir davette; dönemin İzmir Valisi, günümüzde, Meclis Başkanlığı seçimlerinde başkanlığa aday gösterileceğine kesin gözüyle bakılmasına rağmen gösterilmeyen AKP’li Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün eşi ile, Başkan’ın eşi bir araya gelir. Başkan’ın eşinin üzerinde çok zarif bir kıyafet vardır. Bu kıyafet, Vali’nin eşinin dikkatini çeker:
—Nereden aldınız bu kıyafeti? Çok hoş.
—Almadım efendim. Kendim diktim,
Bu diyalog kısa sürer; ama evde Vali’ye anlatılır.
Bir toplantıda bir araya gelen Vali ve Burhan Özfatura arasında ilginç bir görüşme olur. Vali, Çobanoğlu’nun maaşını sorar. Aldığı yanıt karşısında şaşırır. Hemen, Başkan’ın maaşının artırılmasını ister.

***
Doğrucudur Çobanoğlu.
Kendisine ters gelen her şeyi anında söyler. Atatürk ilkelerini sonuna kadar savunur. Her fırsatta da bunu anlatır. Zaten bu, ANAP’tan ayrılmasının altında yatan nedenlerden biri olarak gösterdiği, ANAP’ ın içinde tarikatçılar bulunduğunu söylemesinden de bellidir.
Yüzünü DYP’ye döner ve yapılan ilk seçimlerde DYP İzmir Milletvekili seçilir. Ancak, DYP grubunda da sakin durmaz. Bir grup toplantısında, Süleyman Demirel’i yerden yere vurur. DYP’li bakanların belli olmasından sonra söz alır ve şöyle der:
—Efendim bu nasıl iştir? Pavyon patronunu, şeriatçıları bakan yaptınız. Bu DYP’ye yakışır mı? Lütfen iyi düşünün.
Demirel çok sinirlenir ve çok kısa konuşur:
—Lütfen beni zor durumda bırakmayın. Parti içi dengeler bunlar. Lütfen karışmayınız...
Çobanoğlu günümüzde, siyasetten elini ayağını çekmiş-tir.











KENDİ PARTİLİSİNİ KARMAKAMA
ŞİKAYET EDEN İLÇE BAŞKANI


12 Eylül sonrası oluşturulmak istenen demokratik ortamın, seçimlerle gerçekleşeceği bilinen bir gerçekti. Hem genel ve hem de yerel seçimler mutlaka yapılma-lıydı.
Yapıldı da.
ANAP, ezici bir çoğunluk sağlayarak tek başına iktidar oldu 1983’te.
Ülke hızla değişmeye başlıyordu. Bir tek yabancı sigara-nın cepte bulundurulmasının, 1 Dolar’ın bile kullanımı-nın yasak olduğu dönemler geride kalıyordu.
İnsanlar, hiç emek harcamadan köşeyi dönme yarışına girmişti.
Özal, iktidar olmasından ve 1984 yerel seçimlerinde ya-kaladığı fırtınadan, 1989 yılında da yararlanmak isti-yordu. Ama ne yazık ki, tüm Türkiye’de olduğu gibi İzmir’de de beklediği sonucu elde edemedi.
Adeta hezimete uğradı.
Hiç unutulmaz, Türkiye’nin tüm il, ilçe ve beldelerinde büyük büyük afişler asılmıştı. Şöyle yazıyordu afişlerde:
Eli kolu bağlı belediye istemiyorsanız...
Yani diyordu ki iktidardaki ANAP:
Ey vatandaş, eğer başka partiye oy verirsen, onlara destek vermeyiz. Yardım yapmayız. Ellerini kollarını bağlarız. Hiçbiri size hizmet veremez. Sen, sen ol ve akıllı ol, yine iktidardaki partiye oy ver. Yani ANAP’a…

Alınan karar gereği yerel seçimler 26 Mart 1989 tarihinde yapılacaktı. Tüm partiler hazırlıklarına başlamıştı.
SHP de bunlardan biriydi.
Demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri savunan, 12 Eylül döneminde kapatılan CHP kökenli bir partinin; ANAP gibi, adaylarını atama yöntemiyle çıkarmaması gerekirdi.
Yani ön seçim yapılmalıydı.
Başkan adayları, tek tek, mahalle mahalle gezecek; delege ağalarına gidecek; pazarlıklar yapacak ve ön seçime girecekti. Bu; çok demokratik bir yarış gibi görünse de çok zor, yorucu, külfetli, sinir bozucu ve hatta bıktırıcı bir yöntemdi. Fakat ne üzücüdür ki 2000’li yılların Türkiyesi’nde bu yöntem, hâlâ geçerlidir. Yani değişen hiçbir şey yoktur. Siyasete girmek isteyen birçok insanı dışlayan bu yöntemle Türkiye, yine seçimlere girdi ve girecek...
Tek parti yönetiminin getirdiği avantajlar kadar dezavantajlarının da bulunduğu, bir gerçektir. Günü-müzde tek başına iktidar olan AKP’nin, yaşamakta olduğu sorunlar buna örnek gösterilebilir.
Özal, gerçekleştirdiği uygulamalarla yavaş yavaş yıpra-nıyordu. Artık ülkede ANAP değil, SHP ve siyasi tarihi-mizin en düzgün adamı olan Erdal İnönü rüzgârı esiyor-du.
Kritik şehirlerde merkez yoklaması yapılırken, İzmir’de ön seçim yapılacaktı. Yapıldı da.
Bu ön seçimlerin en önemlisi, Büyükşehir’in de oylarını etkileyen Karşıyaka seçimleriydi. Aday olabilmek için, birçok isim ortaya çıkmıştı. Cevdet Tümtürk, Cevat Durak, Abdullah Kuş, Mustafa Sezen ve Cihan Türsen yarışın önemli isimleriydi.
Kahve toplantıları, sohbet geceleri, vaatler, broşürler derken ön seçim yapıldı ve adaylardan Cevat Durak, üç oy ile ön seçimi kaybetti. Evet, sadece üç oy ile…
Zafer, Cihan Türsen’in idi.
Yerel seçimlere girildi ve SHP, belediyeleri tamamen kazandı.
Yüksel Çakmur Büyükşehir, Ahmet Sarışın Konak, Cihan Türsen Karşıyaka, Ali Sözer Bornova ve Ertan Erdek Buca Belediye Başkanlığı koltuklarına oturdular.
Her biri, kuşkusuz seçimlerde söz verdikleri projeleri teker teker hayata geçirmeye başlıyorlardı. Tüm başkan-lar gül gibi geçiniyor; sürekli toplanıyor ve ortak karar-lar alıyordu.

***
Günler, haftalar, aylar süratle ilerliyordu. Günlerden bir gün sekreterim, Kaymakam Abdülvahap Yıldırım’ın aradığını söyleyerek uyarır beni.
Çok şaşkın olduğu ses tonundan anlaşılan Kaymakam, biraz duraksadıktan sonra kendini toparlayıp şöyle dedi:
—Yahu sizler ne biçim partilisiniz anlayamadım. Niye böyle birbirinizi yiyorsunuz ki? Oturup konuşsanız, sorunları halletseniz olmuyor mu?
Şaşkınlık sırası bana gelmişti. Gülerek sordum:
—Ne oldu Sayın Kaymakamım? Hem ben partili değilim. Bürokratım. Hayırdır?
—Daha ne olsun be güzel kardeşim! Daha ne olsun? Önümde bir dilekçe var. Ben de şaşırdım ne yapacağımı. Ben en iyisi bunu size göndereyim de siz kendi aranızda çözün problemi…
Çok kısa bir süre sonra, ilgili dilekçe geldi. Gözlerim fal taşı gibi açıldı. SHP amblemli yarım dosya kağıdına ya-zılı bir metinde SHP Karşıyaka İlçe Başkanı; Belediye Başkanı’nı, çeşitli konularda Kaymakam’a şikayet edi-yordu.
Hem de insafsızca…
Gerçeklerle hiçbir ilişkisi olmayan konularda…
Şikayet eden bu kişi; sürekli seçimlere girip, sürekli kaybeden, bugünlerde yavaş yavaş yerel seçimlere hazırlanan Cevat Durak’tan başkası değildi.
Hep merak edilmiştir bu tavrının nedeni. Somut anlamda bulunamasa bile, ön seçimdeki “üç oy” un acısı olarak yorumlanmıştır…
Bu olay; sorunu olan bir partilinin, sorununu yine kendi partilisi ile konuşarak, uzlaşarak çözmek yerine, parti dışından biri ile ve hem de bir resmi kurum ile çözmeye çalışması açısından ilginç bir örnektir.
Oysa yöntem, çok daha farklı olmalıydı…
Değil mi?








KARŞIYAKA NERESİ,
SOMALİ NERESİ…


YIL 1992...
Somali’de isyanlar başlamış; hükümet isyancılarla, iç savaşla bir türlü baş edemiyor...
Amerika, bu iç savaşı durdurmak için görüşmeler yapı-yor; ama bir türlü sonuca ulaşamıyor...
Devreye Birleşmiş Milletler girdi. Alınan karar gereği, Birleşmiş Milletler’e üye hemen hemen tüm ülkelerden Somali’ye Barış Gücü gönderilecekti. Yani askerlerin görevi ve sorumluluğu çok ağırdı.
Karar Ankara’ya ulaşır. Genelkurmay Başkanlığı gerekli hazırlıkları yapar. Somali’ye gidecek olan Türk Barış Gücü Komutanlığı’na, Buca’da bir meydana adı verilen, günümüzün emekli paşası Orgeneral Çevik Bir atanır.
Türk ordusunun hazırlıkları, kısa sürede tamamlanır. Gölcük’te demirli Derya Gemisi, Somali’ye karacı askerler götürecektir. Tüm hazırlıklar tamamlanır ve Mersin’e doğru yola çıkılır. Mersin’de, Somali’ye gidecek olan diğer çıkarma gemileri ile buluşulur.
Yaklaşık dört yüz kişilik Barış Gücü askerleri, Derya Gemisi öncülüğünde on yedi gün sürecek olan Somali yolculuğuna demir alır.
Türk askerlerinin Somali’ye gidişi, Türkiye’de heyecan yaratır. Anneler, babalar, kardeşler, amcalar, teyzeler, nişanlılar, eşler kuşkusuz çok tedirgindir.
Nasıl tedirgin olunmasın ki?
Tüm askerler, gidiş/dönüş dahil yaklaşık 2,5 ay sürecek olan bu görev sırasında, aileleri ile doğru düzgün haber-leşemeyecekti. Özlem giderilemeyecek; sohbetler yapıla-mayacak; yaklaşan yılbaşı, aile ile birlikte geçirilemeye-cekti.
Herkesin yüreği yanıktı. Koca bir yumruk düğümlen-mişti boğazlara. Yutkunurken bile zorlanıyordu insan. Kolay değildi elbet; var olan özleme, şimdi de uzak diyarlarda yaşanacak ve yaşatılacak olan özlem eklen-mişti...
Ama, bu da bir vatan göreviydi. İçte ve dışta, ülke bütünlüğünü ve rejimi korumak görevinin dünyada yalnızca Türk ordusunda bulunduğunun bilincindeki Mehmetçikler, bu göreve de gideceklerdi.
Gittiler de...
Sadece ve sadece çöp toplamakla, park yapmakla, çiçek dikmekle, lağım temizlemekle sınırlı kalmaması gereken belediyecilik hizmetlerine, bir şeyler daha eklenmeliydi. Bunlardan en güzeli ise, kurum ile insanlar arasındaki iletişimin kesilmemesi ve bununla ilgili projelerin üreti-lip, uygulanmasıydı.
Yani, “Halkla İlişkiler”...
İşte Karşıyaka Belediyesi, tüm Türkiye’ye örnek olabi-lecek bir çalışma başlattı. “Somali neresi kardeşim? Bana ne…” demeden kolları sıvadı.
Gerçekten de çok önemli ve nitelikli bir halkla ilişkiler çalışması gerçekleştirdik.
Soğuk bir kış akşamıydı. Daha bir yaşına yeni basmış olan kızım, çok huzursuz bir akşam geçiriyordu. Bir yan-dan onunla uğraşırken, bir yandan da TV’de, Somali’ye giden askerlerimizle ilgili bir haber dinliyordum. Haber bittikten sonra, düşündüm ve kendi kendime sordum: …Acaba, bu askerlerin içinde, İzmir’den veya bölgeden giden çocuklar var mı? Yanıtımı yine kendim verdim: MUTLAKA VARDIR...
Varsa; ben, biz neler yapabilirdik? Aileleri, onlarla nasıl görüştürebilirdik? Öyle ya, onlar Türkiye’de değil, denizaşırı bir ülkedeydi.
Bu düşünce ve ruh hali içinde otururken, telefon çaldı. Geç bir saat olduğu için, tedirginlikle telefonu açtım. Karşımdakinin ses tonu, çok heyecanlı ve neşeliydi. İYİ AKŞAMLAR ABİ. NASILSIN? sorusuna verdiğim yanıt, biraz tutuktu: İYİYİM SAĞOL DA SEN KİMSİN?
Arayan kişi, eşimin kuzeni Ahmet Uçar’dı.
Kim bu, Ahmet Uçar? İzmir’de, çektiği fotoğraflarla ses getiren, yaşamının büyük bir bölümünü bu mesleğe adayan, mesleki etike sıkı sıkı bağlı gazeteci Abdi Uçar’ın büyük oğlu...
Şöyle devam etti:
—Abi seni nereden arıyorum biliyor musun?
—Nereden?
—Abi! Somali’den... Somali’den!
—Nasıl yani? Ne işin var orada senin?
—Abi, bizi buraya getirdiler. Burada savaş falan var. Ben de gemideyim.
—Peki beni araman yasak değil mi?
—Yok abi, bunu sağlıyorlar.
—Peki ben seni aramak istesem arayabilir miyim?
—Tabi abi. İstediğin zaman... Ancak aradığında, ismimi yazdıracaksın, birkaç dakika sonra tekrar aradığında beni karşında bulacaksın. Çünkü anons yapılıyor.
—Peki bu telefon numarasını vermen yasak mı?
—Yok be abi… Niye yasak olsun? Komutan izin verdi bile. Ben de herke-si aradım, bir de seni arayayım dedim.
—Peki, ver bakalım şu numarayı bana.
—Yaz abi, dedi ve yaklaşık 15 rakamlı bir telefon numarası verdi.
Biraz daha sohbet ettikten sonra, kafamda şimşekler çaktı.
İşte buydu aradığım...
Hiç ummadığım bir anda gelen bu telefon, asker ailele-rine bir olanak yaratacaktı.
Bu heyecanla hemen, ertesi gün erken saatlerde Ankara’ya gidecek olan Başkan’ı aradım. Durumu anlattım ve bununla ilgili olarak hazırlayacağım basın bülteni için birkaç söz söylemesini istedim. Söylediklerini not ettikten sonra, bir uyarı ile karşılaş-tım:
—Çok dikkat et. Genelkurmay’dan mutlaka izin al. İzin almadan bunu yapma. Sonra başımız belaya girer. Alamazsan veya görüşemezsen, bu projeyi de sakın başlatma. Söz mü?
Ben öylesine söz verdim; ama yakaladığım bu önemli fırsatı da kaçırmamak için zamanla yarışmam gerekti-ğine inanıyordum. Her sabah olduğu gibi, o sabah da erkenden kalkıp büroma gittim. Basın bültenini hazırla-yarak gazete ve ajans merkezlerine geçtim.
Gazeteci dostlarımın yaklaşımı çok olumluydu. Haber, TRT’de ve o dönemde tek özel televizyon olan STAR’da çok yoğun bir şekilde, görüntülü olarak yayınlandı.
Öğlen, TRT radyosu 13.00 Ana Haber Bülteni’nde, bu haber detaylı bir şekilde yayınlanmıştı. Ankara’da bulu-nan Başkan; meclis koridorlarında karşılaştığı, bu haberi radyodan duymuş olan eski senatörler ve milletvekilleri tarafından tebrik ediliyor; Başkan ise şaşırıp kalıyordu. Öyle ya, bu kadar kısa sürede bu iş nasıl sonuçlandırıla-bilirdi?
Bu şaşkınlığın etkisiyle telefona sarılıp beni aradığında Genelkurmay’dan izin alıp almadığımı sordu. Almadığımı, bunu gerekli görmediğimi söyleyince, bir hayli sinirlendi ve İzmir’e geldiğinde bu konuyu detaylı konuşacağını söyledi.
Müthiş bir keyif içindeydim. Basına geçtiğim bültende yer alan, “...kurulan özel bir teknikle aileler Somali’deki askerlerle görüştürülüyor...” ifadesi, Genelkurmay’ın dikkatini çekmişti.
Akşam saatlerinde telefonum çaldı. Karşımda, Başkan Vekili Nejdet İleri vardı. Şöyle diyordu:
—Az önce Genelkurmay Başkanlığı’ndan Doğu adında bir komutan aradı. Senin bu çalışmanla ilgili olarak benden teknik bilgi istedi. Ben de bilmediğimi ve senin arayacağını söyledim. 417 .. .. nolu telefonu ara bakalım, ne olacak. Galiba başın dertte.
Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de çok tedirgin olmuştum. Ama korkmuyordum. Çünkü yaptığım iş, kötü bir şey değildi. Devletin sırrını açıklamıyordum. Aradım numarayı. Karşıma tok sesli biri çıktı ve “Buyrun, ben Doğu” dedi. Kendimi tanıttım. İşte o zaman, hayatımın en mutlu anlarından birini yaşadım. Şöyle diyordu komutan:
—Efendim, sizi kutluyorum. Genelkurmay Başkanımız Sayın Doğan Güreş’ in (Daha sonra siyasete atıldı ve DYP Kilis Milletvekili oldu. Çiller hayranıydı. Atatürk’ün yüzünün diğer yarısına Çiller’in resmini yaptırarak hayranlığını dile getirmişti. Çiller TAK diye emrediyor; kendisi ise ŞAK diye yerine getiriyordu emirleri...) saygı ve sevgilerini sunuyorum size. Kendileri haberlerde dinlemişler. Böyle bir şeyi bizler de Ankara’da yapmak istiyoruz; ancak kurduğunuz özel teknikten bir şey anlayamadık. Bize bu tekniği söyler misiniz bir sakıncası yoksa?
Çok gururlanmıştım. Ses tonundaki sıcaklıktan ve sami-miyetinden, yapacağım esprinin hoş karşılanacağını anlamıştım:
—Rica ederim efendim. Ben teşekkür ederim size. Ayrıca Sayın Genelkurmay Başkanıma ben de saygılarımı iletiyorum. Anladığım kadarıyla, sizler de galiba oradakilerle görüşemi-yorsunuz. İsterseniz, sizi de görüştüreyim mi?
Uzun süren gülüşmelerden sonra, hiçbir özel teknik donanım kurmadığımı, sadece, o dönemlerde piyasada satılan ve INFODIALER denilen, kaydedilen telefon numarasını kendi kendine çevirme özelliğine sahip, cebe sığacak kadar küçük bir alet sayesinde bunu yaptığımı anlattığımda, doğrusu kendisinin yüzünü görmeyi çok istemiştim. Çünkü bunları anlattığımda, telefonda hiçbir tepki yoktu. Daha sonra, peş peşe sorduğu sorular şöyleydi:

—Yani; uydu muydu, anten, çanak manak gibi bir şey yok mu?
—Hayır efendim böyle bir şey yok.
—Peki nasıl olur?
—Efendim Derya Gemisi’nin telefon numarasını biliyor musunuz?
—Evet biliyorum.
—İşte biz de bu numarayı, elle tuşlamıyor; sadece bu alet ile aramış oluyoruz. Yani ha elle, ha bu aletle aramışsınız, hiçbir farkı yok. Bu alet, benim özel malım. Numarayı buraya kaydettim, sürekli tuşlayıp yorulmamak için. Hepsi bu.
Bir kez daha gülüştük ve biraz sohbet ettikten sonra telefonu kapattık.
Ertesi gün, radyo ve TV’lerde bir haber yayınlandı:
...Sayın seyirciler, Genelkurmay Başkanlığı, Somali’ye giden askerler ile görüşmek isteyen aileler için Ankara’da bir birim oluşturdu. Askerlerle görüşmek isteyen ailelerin Genelkurmay’a başvurmaları...
Bu, çok hoş bir çalışmaydı. Telefonlarım sürekli çalıyor; Somali’deki bu numara isteniyordu. Israrla arayanlar arasında; Konak Başkanı Ahmet Sarışın, Foça Başkanı Nihat Dirim, Aliağa Başkanı, günümüz CHP milletve-kili Hakkı Ülkü ve Bornova Başkanı Ali Sözer ilk sıradaydı. Hepsini anlıyordum; ancak aynı çalışmanın başka bir yerde yapılmasını benim sağlamam mümkün değildi:
—Sayın Başkanım veremem. Genelkurmay’a sözüm var. Eğer bu numarayı size verirsem, başım belaya girer. Lütfen ısrar etmeyin. Eğer ihtiyacı olan varsa bana gönderin, ben buradan yardımcı olurum.

Gerçekten de öyle oldu. Yüzlerce aile bu sayede çocuk-ları ile görüştü. Nişanlılar, anneler, babalar, çocuklar... Sevinç ve hüzün gözyaşları arasında onların sesini duyduklarında ben, kendi adıma da çok mutlu oluyor-dum. Çünkü bu çok insani, çok duyarlı bir yaklaşımın ve insanlığa yapılan yatırımın somut bir örneğiydi.
Ve en önemlisi:
Yüreklerin buluşmasıydı.






















MEMURLARIN PASO HAKKINI
KİMLER ENGELLEDİ?
DALTONLAR, RED KİT’E KARŞI


HEMEN hemen tüm kentlerde olduğu gibi, İzmir’de de belediye çalışanları, belediyeye ait kent içi ulaşım araçla-rından ücretsiz yararlanır. Otobüs, vapur, metro gibi.
Bunun birçok örneği, diğer kamu kurumlarında da görü-lürdü. Örneğin, TCDD çalışanları, düşük ücretle seyahat ederlerdi. PTT çalışanlarına bir dönem, bedelsiz hat bağ-lanır ve görüşmelerine çok az ücret fatura edilirdi. TCDD’deki uygulamanın kalktığı biliniyor; ama diğer kurumların çalışanlarına ne gibi olanaklar sağlandığı sır gibidir. Örneğin Tekel çalışanları, rakı veya sigarayı nasıl alır; kurum nasıl bir olanak sağlar veya sağlamaz; hâlâ bilinmez.
TEKEL ile ilgili olarak bildiğimiz tek şey, içinde Tekel ürünlerinin bulunduğu hediye paketlerinin, artık milletvekillerine gönderilmediği…
Belediyelerde görev yapanların bütçelerine en büyük katkı, yıllardır kendilerine sağlanan ücretsiz seyahat hakkıdır. Aylık olarak hesap edildiğinde, gerçekten ciddi bir tasarruf sağlamaktadır çalışanlara.
İşte bu hak, 1992 yılında ellerinden alınmak istendi. Hem de SHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı ve bazı meclis üyeleri tarafından. Onlara göre, ESHOT zarar ediyordu.
Ve hatta savunu şöyleydi: PARASINI VEREN BİNSİN...
Bu konu 5 Mart 1992 tarihinde yapılan Büyükşehir Belediyesi Meclis Toplantısı’nda gündeme gelir. Bu arada, SHP’nin grup kararı vardır. SHP İl Başkanı Turan Karakaş, büyük bir kararlılık göstererek bu konu üzerine gider ve şöyle der:
…Ortada bağlayıcı karar var. Meclis kararı alınarak memura bedava seyahat hakkı tanınacak...
Fakat, Karakaş’ın bu açıklamasına rağmen mecliste birçok üye, kararsız kalır. Hatta bununla da yetinmeyip karşı oy kullanır.
Çoğunun ticaretle uğraştığı meclis üyeleri; kendilerine hizmet etmekte hiçbir kusur göstermeyen memurların, bürokratların elinden, böyle bir hakkın alınması için ellerinden geleni yaparlar.
Fakat ne ilginçtir her toplantıda belirli bir ücret alan meclis üyeleri; otobüslerden, ulaşım araçlarından ÜCRETSİZ yararlanmaktadırlar. Böyle bir uygulamayı, memurlara ve işçilere çok görmektedirler.
Anılan gün yapılan meclis toplantısında karar alınamaz; ama bu karara karşı çıkanlar tarihi belgelere adını yaz-dırmaktan kurtulamazlar. İşte memurlara ücretsiz paso verilmesine karşı olan SHP Meclis üyeleri:
Yılmaz Çapın, Bülent Göktay, Mustafa Sivri, Adnan Taşar, Nimet Haytabay, Ertan Avkıran (Halen Güzelbahçe Belediye Başkanı), Ali Güzel, Güven Yalçın, Hasan Özdemir, Bektaş Gül, Hüseyin Can ve Yüksel Çakmur.
Peki memurlara paso verilmesi uygulamasına devam edilmesini isteyenler kimlerdi acaba?
Mehmet Candan, Bedirhan Altun, Ali Rıza Bodur (Şimdi CHP Milletvekili), Ersoy Dinç, Kemal Balkanlı, Hüsamettin Algül, Celal Balıkçı, SHP İl Başkanı Turan Karakaş; Konak, Karşıyaka, Bornova ve Buca Belediye Başkanları...
Gazeteci Hamdi Türkmen, bu konuda özetle şunları yazdı, 7 Mart 1992 tarihli yazısında:
…Büyükşehir’de bir grup belediye meclis üyesi, Başkan Çakmur ile birlikte işçi ve memura paso verilmesine karşı çıkıyor. İşçiye pasosu sözleşme gereği zorunlu veriliyor. Yapılmak istenen memurların belediye otobüslerindeki serbest seyahat hakkını kısıtlamak. Savunmaları ise şöyle: Parayı veren binsin...
Bu SHP’li meclis üyelerine hatırlatırım: Beyler siz belediye meclis üyeliğine ticaret yapmak, zenginleşmek için mi aday oldunuz, yoksa hizmet etmek için mi? Lütfen önce buna karar verin. Çünkü memura paso verilmesine karşı çıkan meclis üyelerinin büyük bir çoğunluğu belediye şirketlerinde görevli, yönetim kurulu üyeliği yaparak ayda açıktan 4-7 milyon lira kazanıyorlar.
Size hizmet etmek, binbir türlü angaryanıza yetişmek için çalışan memura bir pasoyu çok gören SHP’li meclis üyeleri, delikanlıysanız, önce siz cebinizdeki pasoları geri verip de belediye otobüslerine para ödeyerek binsenize...
Zor değil mi? Öyleyse memura paso hakkını hemen verin.
Umutlandığım tek konu, bu kez SHP İl Başkanı Turan Karakaş’ın kararlılığı. Çünkü SHP İl Başkanı, “grup kararı var, meclis kararı alınarak memura bedava seyahat etme hakkı tanınacak” diye diretiyor...
Memurlardan alınmak istenen bu paso hakkı, birçok eylemi peşi sıra getirmişti. Hatta öyle ki, bir çok memur görevinden alındı, birçok memurun görev yeri değiş-tirildi. Memur kesiminde büyük huzursuzluklar yaşan-dı. Bu konuda 27 Şubat 1992 tarihli Hürriyet Gazetesi’ne yansıyan haber şöyleydi:
…Pasoların kaldırılmasını protesto için Anakent Belediyesi’ne giden memurlardan beşi açığa alındı. İlçe belediyeleri ise Anakent Belediyesi tarafından video ve fotoğraf verilmesine karşın, memurlar hakkında soruşturma açtırmadı.
Geçtiğimiz Salı günü pasoların iptalini protesto için eylem yapan memurlar hakkında Anakent Belediyesi ve ESHOT soruşturma açtı ve Tüm-Bel-Sen 1 nolu Şube Başkanı Faysal Özçift, ESHOT Temsilcisi Mehmet Düşünceli, Yönetim Kurulu Üyesi Hüseyin Obuz, Anakent Temsilcisi Serpil Okumuş, ESHOT Temsilcisi Salah Aksu’nun açığa alınmasına karar verildi.
Çalıştıkları birimlerde açığa alınan memurlara görev verilmemesinin yanı sıra, haklarındaki idari soruşturma tamamlanıncaya kadar maaşlarının üçte ikisinin ödeneceği bildirildi. Belediye memurlarının üye olduğu Tüm-Bel-Sen Sendikası yöneticileri, bir bildiri ile Yüksel Çakmur’u kınadı. Sendika üyelerinin bugüne kadar tutuklanıp gözaltına alın-dığını ancak işveren tarafından ilk kez açığa alma olayının yaşandığını belirten sendikacılar şu görüşlere yer verdiler:
Sendika başkanımız Vijdan Baykara tam on defa Başkan Çakmur’dan görüşme talebinde bulundu. Mahkemelerin ve hükümetin tanıma durumunda kaldığı sendikamızı, Sayın Çakmur tanımamakta ısrar ediyor. Sendikamız tanınma gibi bir problemi çoktan aşmıştır.
Siyasi partiler, hükümet, mahkemeler, belediye başkanları varlığımızı çoktan tanımış, hatta Karşıyaka Belediye Başkanı Cihan Türsen iyi niyet sözleşmesini yaparak bunu onay-lamıştır. Açığa alınan arkadaşlarımıza işbaşı yaptırılmasını, soruşturmaların durdurulmasını, pasolarımızın ESHOT ve İZULAŞ otobüslerinde geçerli olmasını, belediye başkanları arasında kavganın sona ermesini ve sendikanın üzerindeki baskıların kaldırılmasını istiyoruz...
Haberde de belirtildiği gibi, Türkiye’de ilk kez bir belediye memurlarla masaya oturmuş ve onlarla iyi niyet sözleşmesi imzalamıştı. Buradaki amaç, kuşkusuz iyi niyet ve hoşgörüydü.
İşte 31 Ocak 1992 tarihinde Cumhuriyet ve Türkiye gazeteleri başta olmak üzere tüm gazetelere yansıyan haberlerden alıntılar:
  • MEMURA İYİ NİYET SÖZLEŞMESİ
...Karşıyaka Belediyesi ile Tüm-Bel-Sen arasında yapılan sözleşmeye göre memurlar, meslekleri ve pozisyonları dışında başka bir iş ve işyerinde görevlendirilmeyecekler, işyeri deği-şiklikleri gerekçeli olarak bildirilecek. İşyeri değişikliği yapılmak isteniyorsa konu sendika ile görüşülerek karara bağlanacak. İyi niyet sözleşmesi kapsamındaki memurların çocuklarının barınıp yetiştirilmeleri için işveren tarafından müsait görülen yerde kreş kurulacak, sendika üyesi me-murların lise ve üniversitede okuyan çocuklarına da belediye encümenince karşılıksız burs bağlanacak...

  • Türkiye’nin ilk Memur sözleşmesi İzmir’de imzalandı
Tüm-Bel-Sen Sendikası Başkanı Vicdan Baykara yaptığı açıklamada, “Memur dostu kesilenleri toplu sözleşme masasına çağırıyoruz.” dedi.
Bu arada, belediyenin üçüncü yılı halkı bilgilendirme toplantıları öncesi, İzmir’in sokaklarında on binlerce bildiri dağıtıldı. ESHOT’un, otobüs alımlarında slogan haline getirdiği, BİTMEDİ, BİTMEYECEK… sözlerinin ön plana çıkartıldığı korsan broşürde, özetle şunlar yazılıydı:
YÜZLERCE İŞÇİYİ ATTIK. MEMURUN PASOSUNU ATTIK. SENDİKALI MEMURU AÇIĞA ALDIK.
BİTMEDİ, BİTMEYECEK… YÜKSEL ÇAKMUR
Bu bildiriyi, ne Belediye-İş Sendikası ne de Tüm-Bel-Sen üstlendi.
Kuşkusuz, yaşanan bu sorunlar sadece memurlar için geçerli değildi. Çakmur döneminde 405 işçi işten atıl-mıştı. Bu işçiler için SHP Genel Merkezi ve Genel Başkan Erdal İnönü bile devreye girmişti.
Büyükşehir Belediyesi’nden çıkarılan yüzlerce işçiyi, ilçe belediye başkanları kadrolarına alırken, kalanları geri almamakla direnen Çakmur’a, İnönü’ den sert bir uyarı geldi:
İŞÇİLERİ GERİ AL!
Çakmur; Genel Başkanı’nın, Genel Merkez’in tüm uyarılarına rağmen, bu işçilerin hiçbirini geri almama tavrını sürdürdü. Bu yaklaşımı ise basına,
ÇAKMUR’UN HUKUK KAÇAMAĞI şeklinde yansıdı.
Çakmur’un savunusu ise çok ilginçti. 15 Şubat 1992 Cumartesi günü Star 1 TV’de Neşe Düzel ve Ahmet Altan’ın sunduğu KIRMIZI KOLTUK programına katılan Çakmur, eylem yapan ve Ankara’ya kadar yürüyüş gerçekleştiren işçileri KIŞKIRTICI olarak yorumluyor ve şöyle diyordu:
…İzmir halkına zarar verildi. Yasalara karşı gelindi. Bizim dönemimizde işçilere daha çok artış yapıldı. Bunlar kışkırtıcı ve tahrikçidir. Bundan sonra ekonominin kuralları ne ise o pa-raları kuruşu kuruşuna hesaplamak gerekecek. İşçi azaltılması verimi artırmaktadır. İZSU’da eskiden 68 ekiple yapılan işi şimdi 38 ekiple yapıyoruz. Bu kadrolaşmayı belediyenin kaldırması mümkün değil...
Memurların paso eylemleri devam ederken, aynı zamanda işçilerle karşı karşıya gelen Çakmur, ne yapacağını bilemez durumdaydı. Tansiyon her geçen gün artıyor; eylemlerin ardı arkası kesilmiyordu. Açlık grevleri başlatılmıştı. Bu durumdan, hükümet ve doğal olarak Genel Başkan İnönü çok rahatsız oluyordu.
Eylemler sokaklara kadar taşarken, İzmir’deki bu olayı incelemek üzere Ankara’dan Bakanlık müfettişleri görevlendirildi. Müfettişlerin verdiği rapor ise, Çakmur’u HAKSIZ, işçileri HAKLI gösteriyordu. Yeni Asır Gazetesi’nin 22 Şubat 1992 tarihli yayınında haber şöyleydi:
Müfettişler işçiyi haklı buldu
Bakanlık müfettişleri yaptıkları incelemede 405 işçinin tazminatsız işten çıkarılmasını “Yersiz” ve Yüksel Çakmur’u da “Haksız” buldular.
Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin dahi devreye giriyor; yaptığı açıklamada, işçilerin yanında yer alıyordu.
Peki o günlerde, köşe yazarı Hamdi Türkmen, bu olaylar için ne yazmıştı; bu olayları nasıl yorumluyordu acaba? Okuyalım:
Çakmur Hukuku…
Belediye işçilerin tazminatsız iş akitlerinin feshedilmesi, memurların pasolarının iptali ve eylem yapan memurların işten atılmaları için yapılan baskılar... Büyükşehir’de bunların tümü “Hukuka saygı” “Hukukun üstünlüğü” çerçevesinde yapılıyor(!)
Daha doğrusu Başkan’ın dilinde hep bu hukuk sözcüğü var. Bu sözcüğünün ardına bazen saygı bazen de üstünlük sözcükleri ekleniyor.
Büyükşehir’de yüzlerce örneği var; ama sayın Başkanın Hukuku saygısından (!) kısaca iki örnek vermek istiyorum:
Fevzi Akbulut, Hal Müdürü. Nasılsa Balık Hali Koordinatör-lüğü’ne atanır. Hukuk, Hal Müdürlüğü’ne iade eder. 15 gün Hal Müdürlüğü koltuğunda oturtulan Akbulut, yine Balık Hali’ne gönderilir.
Hasan Öztürk, Gıda Kontrol Mühendisi. Gözünün üstünde kaşı var diye Mezarlıklar Müdürlüğü emrine verilir. Hukuk görevine iade eder. Bir gün müdürlük yapan Öztürk, Mez-baha Müdürlüğü’ne sürülür.
İşte Çakmur, işte hukuka saygısı (!).
Çakmur’un bu ve bunun gibi birçok uygulaması, kent içinde huzursuzluk yaratıyordu. Sendikalar, dernekler, Baro gibi mesleki ve demokratik kitle örgütleri ile kavgalar, artık işi çığırından çıkarmıştı. Başta İzmir Barosu olmak üzere çeşitli kuruluşlar ve meslek odaları için yaptığı karafatmalar, hamamböcekleri gibi benzetmeleri; kent barışına, huzuruna oldukça zarar veriyordu. İlçe Belediye Başkanı, kişi ve kuruluş Çakmur’u, “Hukuku menfaatlerine göre uygulayan kişi olarak tarihe geçecek.” şeklinde yorumlarken; Çakmur hemen hemen hiç açıklama yapmıyor; ama işten çıkartılan işçiler ve görevlerinden alınan memurlar lehine açıklamalarda bulunan ilçe belediye başkanlarına baskılarını sürdürüyordu.
Örneğin Bornova Belediye Başkanı Ali Sözer, alınan meclis kararlarının Büyükşehir Belediyesi’nde onaylan-mamasından şikayetçi olurken, kendilerine üvey evlat muamelesi yapıldığını açıklıyordu:
…Çakmur, üç yıldır bizi ihmal ediyor. Üç yılda tüm ilçelere 174 milyar yatırım yapılmış. Bornova’nın payına düşen sadece 15.6 milyar lira. Düşmesi gereken ise 27 milyar.  Büyükşehir 11.4 milyar borcunu Bornova’ ya versin artık. Vermezse, bakanlıklara şikayet edeceğim. Hatta mahkemelere gideceğim...
Sözer bu açıklama ile yetinmiyor; daha da sertleşiyordu. İşte, o dönemlerde Milliyet Gazetesi muhabiri olan ve halen İZFAŞ Genel Müdürlüğü’nde görev yapan Elvan Feyzioğlu’na, 4 Mart 1992 tari-hinde yaptığı özel açıkla-malardan bir bölüm:
…İzmir’de SHP’li belediye başkanları arasında yaşanan uyumsuzluk su yüzüne çıktı. Bugüne kadar Yüksel Çakmur ile iletişim kurmayan Bornova Belediye Başkanı Ali Sözer, ça-reyi mahkemelere başvurmakta buldu. Yatırımlarını Çakmur yüzünden gerçekleştiremediğini kaydeden Sözer, “Çakmur kente karşı suç işliyor.” dedi. Çakmur hakkında her hafta bir dava açmayı planladıklarını söyleyen Sözer, toplam 66 dava açılacağını bildirdi…


Sözer, bununla da yetinmeyip, büyük bir cesaretle Yüksel Çakmur’a resmi bir yazı gönderir. Gönderilen yazı ise gerçekten uyarıcı ve serttir:
Sayın Yüksel Çakmur,
İki Başkanlık arasında iyi ve koordineli bir işbirliğinin korunmasını temin için sabırla beklenilmiştir. Ancak belde halkına karşı sorumluluğumuz hukuk kurallarının uygulana-bilirliğinin sağlanması ve belediyeler birlikteliğinin sürdürülmesine olan inancımız gereği bundan böyle so-rumluluğunuza iştirak etmeyeceğimizi belirtmek zorundayız.
Bu düşüncelerle, yazımızın başkanlığınıza ulaştığı tarihten sonra en geç 15 gün içinde onaylanmak üzere gönderilmiş olan kararların onaylanmasını ya da belediyemiz meclisinde yeniden görüşülmek üzere iade edilmemesi halinde bütün ilgili yetkili bakanlıklar ile kamuoyuna her bir dosya için şikayette bulunacağımız gibi, yine her bir dosya için ayrı ayrı idari yargıya başvuracağımızı, gerek belediyenin gerekse kararla ilgili yurttaşların bugüne kadar uğradıkları maddi ve manevi her türlü zararlardan başta zatıalleriniz olmak üzere bu gecikmelerde hizmet kusurunda ısrar eden diğer persone-linizin de sorumlu olacağını üzülerek bilgilerinize ve gereğini arz ederim.
Konak Belediye Başkanı Ahmet Sarışın, mümkün olduğu kadar orta yollu bir politika izlemesine rağmen, o da çok şikayetçiydi. Onun da sabrı taşmıştı. Bir açıkla-masında şöyle diyordu:
…İşçi atmaya hakkı yoktu. Her şeyde sen mi haklısın? TANSAŞ’a sendikacılık soktum diyordu, şimdi burayı sendikasızlaştırmaya çalışıyor. Yüksel Çakmur’a günlük politikalarla davet verenler ise bir gün cezalarını bulacak-lardır...
Ahmet Sarışın bunları belirtiyordu; ama ne ilginçtir ki Karşıyaka Çok Katlı Otopark ve Kompleksi’nin (daha sonra Piriştina döneminde yıkılan, yerine yeraltı otoparkı yapılan ve 2003 Ocak ayı içinde CHP Milletvekili Canan Arıtman tarafından bununla ilgili olarak, TBMM’ye önerge verilen otopark) temel atma töreninde de şunları söylüyordu Çakmur için:
…İzmir, neden gelişmiş ülkelerin şehirlerinden farkı olsun? Ağaç kesilmeden otopark olmaz. Sayın Büyükşehir Belediye Başkanımızın önderliğinde İzmir’e yakışan yenilikler ya-palım...
O günlerde belediye muhabiri gibi çalışan Hamdi Türkmen, şöyle örnek veriyordu Konak Belediyesi ve Ahmet Sarışın için:
…Kentte, Büyükşehir ile Konak Belediyesi arasında bir süredir ilginç bir hizmet (!) yarışı sürüyor.
Bence tam bir komedi filmi...
Konak Belediye Başkanı Ahmet Sarışın, diyelim ki bir proje üretiyor; örneğin Gazi İlkokulu, 1379 sokağa yaya yolu yapacak. Büyükşehir ortaya çıkıp, “Ben yapacağım” diyor ve işe koyuluyor. Son örneği Susuz Dede. Susuz Dede’yi düzenlemeye karar veren Konak Belediyesi, Validen izin alıp işe koyulduktan üç gün sonra Büyükşehir Belediyesi Vilayete müracaat ederek, Susuz Dede’yi düzenleme işinin kendisine verilmesini istedi... Vali bey şimdi iki arada, bir derede. Ortada düzenlenmesi gereken bir alan var. Konak Projesi fikrini ortaya atıp, projeler hazırlanıyor; Büyükşehir Belediyesi pişmiş aşa su katar gibi “Hayır ben yapacağım” diyor.
Bunun gibi bir sürü örnek var.
İşin en ilginç yanını söylemek istiyorum. Aynı işe iki belediye talip olduğu için o iş bir türlü bitirilemiyor.
Kusura bakmazsanız bunun bir tek açıklaması var; kıskançlık!...
SHP Genel Merkezi’nin Çakmur’u gözden çıkardığı artık açıkça görülüyor.
Çünkü Çakmur ile aynı çatı altında bulundukları partinin zarar görmemesi için suskun kalmaya özen gösteren ilçe başkanları da artık çekinmeden suçluyor.
Sözleri yenilir yutulur gibi değil.
Haklılar, sadece onlar değil, İzmir’i seven herkes Çakmur’u uyardı.
Hem de defalarca.
Ama o, hiçbirine kulak asmadı ve sonuçta yalnız kaldı.
Şimdi, işgal ettiği makamda, İzmir’in en sevilmeyen başkanı olarak gün dolduruyor...
1989 seçimlerine yeniden belediye olarak katılan Buca’daki durum da pek iç açıcı değildi. Belediye Başkanı Ertan Erdek de diğer ilçe başkanları ile ortak hareket ediyor; ağzına geleni söylüyordu:
…Geçmiş dönemlerde ortaya çıkan tartışma ve kavgalardan çok farklı bir durum var. Haksızlıklara taraf, yanlışlıklara ortak olmayacağız. Artık sabrımız taştı. Çakmur’a bulaşma-dan suskun kalmamız ise mümkün değil...
Bu suçlamalar devam ederken SHP Genel Merkezi, Çakmur’u izlemeye almıştı. Kentte herkes, görevden alınmasını bekliyordu. O ise, “Elime verilecek bir tebligat, benim için sürpriz sayılmaz.” diyerek, savunmasını şöyle sürdürüyordu:
…Belediye meclis grubunun il yönetimi ile bağlayıcı kararlar alması dikkat çekicidir. Eğer gerçekten görevden alınmamın yolları aranıyorsa, haklı, mantıklı, inandırıcı gerekçelerin ortaya konmasını isterim.
Bir hukukçu olarak, yargının üstünlüğünü her şeyin üzerinde tutarım. Benim veremeyeceğim hiçbir hesap yok. Eylemci işçi ve pasoların iptali olayında tamamen hukukun emrettiği şekilde hareket ettim.
Eğer bunu yapmasaydım, hukuk önünde ben suçlu duruma düşerdim...
Benimle kavgaya yeltenenler, benim üzerime insan saldırtan-lar, bir takım güçleri üzerime salanlar, ben hak yolunda, hukuk yolunda, yasa yolunda yürüyorum, bunu iyi bilsinler.
Bana saldırarak bir şeyler kazanmak istiyorlar. Bana saldırarak meşhur olmayı denemek yerine, halka hizmet vererek, iş yaparak, halkın gözüne, gönlüne girsinler. Bana parti tüzüğümüz içinde saldırı yapsınlar. Bana bir kötülük yapmak isteyenler varsa ben onlarla hukukun yanında olarak gerekli mücadeleyi veririm. Hukuk bütün organların üstündedir. Devletin de üstündedir. En büyük yargıç, Tür-kiye’deki kamu vicdanıdır. Ben İzmir halkını susuz bırakma-dım. Kimse ile kötü bir alışverişim yoktur, herkesle dostluğum vardır. Bana saldırı üstüne saldırı düzenleyeceklerin benimle ne hesabı var, bu saldırıların amacı nedir? Benimle ne hesap-ları varsa çıksınlar ortaya, çıksınlar hukukun önüne. Onlarla orada hesaplaşalım…
Bu açıklamalar karşılıklı olarak devam ederken Çakmur, 16 Mart 1992 tarihinde, tüm ilçe belediye başkanlarına ve meclis üyelerine armağan (!) olarak imzasız yazılı bir kağıt gönderdi:
BİR PROBLEM GETİRİP ÇÖZÜM
ÖNEREMİYORSANIZ, SİZ DE O PROBLEMİN
BİR PARÇASISINIZ DEMEKTİR…
Bu armağana (!), birçok başkan ve meclis üyesi tepki koydu; ama en ilginç olanı SHP Grup Başkan Vekili Rıfat Özer’inkiydi. Şöyle diyordu Özer:
…Sayın Çakmur bizi, sorun çıkartan kişiler olarak görüyor. Sanki kendisi her şeyin çözümünü buldu...
Peki, bunca kavga, bunca olaylardan sonra memurun paso sorunu çözüldü mü?
Evet, çözüldü.
İlçe belediye başkanlarının, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, SHP Genel Merkezi’nin, İl Başkanlığı’nın ve birçok meclis üyesinin baskıları so-nucu uzlaşma sağlandı. 18 Mart 1992 tarihli Yeni Asır Gazetesi’ne bu konu, Nevzat Dönmez ve Esat Erçetingöz’ün haberi ile şöyle yansıdı:
Çakmur uzlaşınca, memurlara ayda 100 bin liraya paso
Belediye meclisinin kararına göre memurlar, kimlik kartı adı altında paso alacak. Sorunun bu formülle çözümlenmesi, Başkan Yüksel Çakmur’ un geri adımı olarak değerlendirildi.
ESHOT’un zarar ettiği gerekçe gösterilerek ilçe belediyelerinde çalışan memurların pasolarının iptal edilme-siyle ortaya çıkan kriz, önceki akşam yapılan meclis toplan-tısında karara bağlandı.
SHP Meclis Grubu ve ilçe belediye başkanlarının kararlı tutumu karşısında, Yüksel Çakmur uzlaşmaya razı oldu ve ilçe belediyelerinden memur başına alınacak ayda 180 bin lira yerine, yalnızca yılda 100 bin lira karşılığı memur kimlik kartı adı altında paso verilmesi kararlaştırıldı.
Çakmur tarafından işten atılan 405 işçinin sorunu çözümlendi mi?
Evet, o da çözümlendi.
Şöyle gelişti sorunun çözümü:
O günlerde yapılan hiçbir görüşme sonuç vermiyor; dönemin Başbakanı Süleyman Demirel bile devreye giriyordu. Atılan işçilerin bir kuruluşa mutlaka yerleştirileceğinin sözünü veren Demirel; bunu formüle etmek için, Vali Kutlu Aktaş’ı ve başta Yüksel Çakmur olmak üzere tüm belediye başkanlarını Ankara’ya çağırıyordu.
23 Mart günü Ankara’da Başbakanlık binasında yapılan toplantıya Demirel katılamamıştı. Toplantı, Devlet Bakanı Akın Gönen başkanlığında yapıldı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı SHP’li Mehmet Moğultay, Vali Aktaş, Çakmur ve hukuk danışmanları, ilçe belediye başkanları, Belediye-İş Sendikası Genel Başkanı Fuat Alan, sendika temsilcileri Talat Özdemir ve Kasım Yorulmaz ile Meclis Üyesi Nimet Haytabay toplantıda yerlerini aldılar.
Yaşanan sert havayı yumuşatmak için Akın Gönen’in, “Sorunu çözmeden buradan kalkmayacağız. Katoliklerin Papa’yı seçmesi gibi biz de sorunu çözünceye kadar burada kalacağız.” esprisi bile işe yaramadı. Söze devam eden Gönen, Çakmur’a, tek bir soru yöneltti:
—Sen bize işçileri geri almak için söz verdin. Ancak daha sonra bunu yapmadın. Neden?

Bu soruya Çakmur; hukuku uyguladığını, işçileri geri almasının mümkün olmadığını, alması durumunda suçlu olarak görüleceğini ve hakkında zimmet çıkartı-lacağını belirterek tepki koydu ve ısrarını sürdürdü. Bu ısrarı gören Gönen ve Moğultay, Çakmur’la uzlaşmanın mümkün olmadığını anlarlar.
—O zaman sizin toplantıda bulunmanıza gerek yok. Sorunu sizinle çözemeyeceğimize göre bu odada bulunmanız da gerekmiyor. Dilerseniz toplantıdan çıkabilirsiniz...
Bu sözler üzerine Çakmur, sinirli bir şekilde ayağa kalkar ve toplantıyı terk eder. Devam eden toplantıda alınan karar ise şöyledir: Atılan işçiler, ilçe belediyele-rine paylaştırılacak; ortaya çıkan yıllık 42 milyar liralık mali yükü, devlet karşılayacak.
İşte bu karardan sonra, günlerdir açlık grevi yapan işçiler bu eyleme son verdiler ve hepsi ilçe belediyelerin-de göreve başladılar.
Büyükşehir ile ilçe belediyeleri arasındaki kavgalara daha onlarca örnek verilebilir; ama buna gerek görmü-yorum.
Savunulan siyasi görüş doğrultusunda oy isteyenlerin, bir erkin ele geçmesiyle birlikte nasıl değişebileceğine, bu somut örnekleri vermek, kanımca yeterli.
Bu kavgalar, hemen hemen her gün gazete sayfalarında, manşetlerinde yer bulurken; kavga eden tüm başkanlara SHP’liler tarafından yapılan benzetme ise, gerçekten dönemin en güzel esprisiydi.
Dönemin Yeni Asır muhabiri, günümüzün Akşam Gazetesi Ankara Temsilcisi olan Nuray Atalay’ın 11 Ocak 1990 tarihinde yaptığı haberin başlığı ile içeriği şöyleydi:
Red Kit Daltonlar’a karşı!
İzmir’de ilçe belediye başkanları ile Büyükşehir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur arasında süren kavgaya SHP’li delegeler isim taktı. Red Kit Daltonlar’a karşı…
Başkanlar arasındaki kavganın SHP’ ye çok büyük zarar verdiğini söyleyen SHP’li delegeler, uzlaşma sağlanmadığı takdirde kamuoyunda partinin itibar kaybedeceğini öne sür-düler. SHP’li delegeler, birkaç gün önce kendilerine Yenilikçi Sosyal Demokratlar adını veren sol kanat liderleri İsmail Cem (DSP’li eski Dışişleri Bakanı, günümüz Yeni Türkiye Lideri), Ertuğrul Günay, Ercan Karakaş ve Yakup Kepenek’in düzenlediği toplantıda başkanlar kavgasına koydukları yeni isimle aralarında espri ürettiler.
Sık sık bir araya gelen ve Çakmur’a karşı birleşerek plan yapan dörtler de, kendilerine Dalton’lar adının takılmasını pek önemsememişe benziyorlar. Çakmur’un da yakın çevresine, Red Kit hep haktan, halktan yana olmuş bir kahraman. Sevindim dediği, ancak Red Kit gibi sigara içmediğini söylediği öğrenildi.
Habere göre Ali Sözer Avarel Dalton, Cihan Türsen William Dalton, Ahmet Sarışın Jack Dalton ve Ertan Erdek de Joe Dalton adını almışlardı.
Red Kit ise Yüksel Çakmur’du.
Sonuçta, 1994 yılında yapılan seçimlerde, Red Kit kaybetti.
Daltonlardan Jack, Ahmet Sarışın, seçimlerde yeniden Konak Belediye Başkanı oldu.
Jack Dalton’un, ikinci döneminde kıydığı bir nikah, Türkiye’de ses getirdi. Şarkıcı Bülent Ersoy, kendisinden bir hayli küçük yaşta olan Cem Adler ile evlenmişti. Bu nikahı kıyan Ahmet Sarışın, bir meclis toplantısında, meclis üyesi DYP’li Günay Karataş ile ilginç bir tartışma yaşar.
Günay Karataş mecliste şöyle der, Sarışın’a seslenerek:
—Bu nikahı kıymanı, sana yakıştıramadım. Sen delikanlı, sözünün eri, mert bir çocuksun. Nasıl yaparsın böyle bir şeyi, nasıl kıyarsın bu nikahı?
—Bana pembe nüfus cüzdanı ile gelen herkesin nikahını kıyarım arkadaş. Ne var bunda, kötü mü oldu?
Bu karşılıklı sataşmalardan sonra, toplantı bitiminde, kol kola dışarı çıkarlarken Sarışın, son noktayı koyar ve şöyle der Karataş’a:
—Abi, gitmek için niye bu kadar acele ediyorsun, yoksa sen de mi pembe cüzdan almaya gidiyorsun?
Bu samimi ve esprili diyalog basına şöyle yansıdı:
…Sen de pembe nüfus cüzdanı getir, senin de nikahını kıyayım…
Jack Dalton halen, yapılacak yerel seçimlerde CHP’den Büyükşehir Belediye Başkan adayı olmak için çalışma-larını sürdürüyor.











MANDELA, HİROŞİMA VE
NAGAZAKİ…


NELSON Mandela...
Güney Afrika’nın efsanevi lideri…
Ülkesinin, halkının kurtuluş mücadelesi için, ön saflarda yer alan bir lider… Emperyalizmin postalları altında zaman zaman ezilen; ancak devleşen ve efsaneleşen lider…
Yıllarca süren hapis hayatı… Eşten, dosttan uzak bir yaşam…
Günümüzde birçok insan, “Hadi oradan yahu, değer mi bunun için?” dese de, örneği olmayan bir mücadele bu…
Üstelik siyahi…
Üstelik zenci…
Hiç tahmin edilir miydi ki bir gün hapisten çıkacak ve Afrika’nın lideri olacak diye?
Ama o, oldu.
Efsane adam, yıllar süren mücadelesinin sonunda, hede-fine nihayet ulaştı.
O artık, Güney Afrika lideriydi.
Halkının ve ülkesinin özgürlüğü uğruna yaşamını adayan Mandela’ya Türkiye, Atatürk Barış Ödülü’nü vermeyi kararlaştırdı yıllar sonra.
Belediyeler gibi, hükümetler de popülist uygulamalarda ön sıralardaydı o dönemlerde… Böylesi bir ödül, mutla-ka Mandela’ya verilmeliydi. Karar açıklandı. Ancak o, bu ödülü reddetti.
Türkiye şoktaydı.
Kurtuluş mücadelesi vermiş olan Türkiye’nin lideri adına verilen bu ödülü, Mandela nasıl reddedebilirdi?
Kendisi gerekçelerini açıkladı kuşkusuz. Hatta özür bile diledi.

***
Karşıyaka Belediyesi tarafından yapılan İnsan Hakları Parkı’nın açılışına katılmak üzere, birçok ülkenin liderine davet yazıları yazılmıştı. Bunlardan birisi de Mandela’ydı.
Ancak kendisine nasıl ulaşılacaktı? Bu, çok büyük bir sorundu.
Bu sorunun aşılması için İnsan Hakları Komisyonu tarafından görevlendirildim. Her sorun gibi, bu sorun da öyle veya böyle çözülecekti.
Halen, NTV’de PUSULA programını hazırlayan ve sunan deneyimli meslektaşım Mithat Bereket’in, Milliyet Gazetesi’nde Mandela ile gerçekleştirdiği söyleşisi yayınlanmıştı bir gün.
Kendisi ile tanışmıyorduk; ama bir meslektaş olarak bana yardımcı olabileceğinden emindim. Hemen kendisine ulaştım:
—Sevgili meslektaşım, bizim bir sorunumuz var. Belediyemiz tarafından yapılan İnsan Hakları Parkı’nın açılış töreni için, Mandela’yı Türkiye’ye, İzmir’e davet etmek istiyoruz. Ama kendisine ulaşma konusunda çok büyük sorunumuz var. Bize nasıl yardımcı olursunuz? Ulaşabileceğimiz bir telefon veya faks numarası var mı? Sonuçta siz, bu kişiyle görüştünüz..
—Tabii, seve seve yardımcı olmaya çalışırım. İyi ki beni bugün aramışsın. Yayınlanan bu röportajın ikinci bölümü için yarın Afrika’ya gidiyorum. Oraya varır varmaz, seni arayacağım ve senden yazı isteyeceğim. Seni bulacağım numaraları ver bana...
Çok rahatlamıştım. Sorunu çözebilecektim. Mandela gelmese bile, en azından bir mesaj alabileceğimi umu-yordum.
Birkaç gün sonra aradı Mithat Bereket:
—Vecdi, az önce Mandela ile görüştüm. Şimdi vereceğim numaraya çok acil olarak, en geç bir saat içinde davet yazısını geçeceksin. Mümkünse İngilizce olsun. Hatta, davet yazısının etrafını biraz süsle püsle. Çünkü onlar böyle şeyleri çok sever-ler, hoŞ-larına gider. Hadi vakit kaybetme.
Büyük bir heyecanla, davet yazısını hazırladım. Belediyemiz çalışanlarından Sibel Marmasan ile yazıyı İngilizce’ye çevirdik ve belediye binası dışında, bir toplantıda bulunan Başkan’a acilen ulaştırarak imza-lattık.
İmzalanan yazı geri geldi; ama Mithat’ın söylediği süsle-me püsleme nasıl olacaktı? Sonuçta bu, tarih ve numara verilecek olan resmi bir evraktı.  Resmi evrak nasıl süsle-nirdi ki?
Süsledim. Nasıl mı?
Başkanlığa ait soğuk mühür ile…
Mührü, resmi evrakın dört köşesine bastım.
Sonra uzaktan şöyle bir baktım. Gerçekten güzel görünüyordu…
Evrakı Mithat’ın verdiği numaraya hemen faksladım. Yaklaşık üç saat sonra, Mithat tekrar aradı:

—Vecdi, yazı çok güzel olmuş. Ellerine sağlık. Kendisine okudum. Çok onurlandığını ve sevindiğini söyledi; ama biliyorsun hapisten yeni çıktı. Bu konuda birçok ülkeden davet aldığını; ama hiç birine katılamayacağını söyledi. Çünkü çok yoğun toplantıları varmış.
—Peki gelemese bile bir mesaj falan gönderemez mi? Bu bile bizim açımızdan çok önemli.
—Onu da söyledim. Eğer bir aksilik olmaz ise bir mesaj gönderecek. Bu konuda ısrarcı oldum. Senin telefon numaralarını verdim. Gerekirse bağlantı kuracaklar; ama sanırım sadece mesaj gelecek.
—Çok teşekkürler Mithat. En kısa sürede inşallah karşılaşırız. Sağ ol, var ol.
İşte meslektaş dayanışması, inancı ve saygısı...
O günlerde, Yeni Asır Gazetesi muhabiri Necmi Güler ile başkanlık katında sohbet ederken, yazılmaması kaydıyla bu konuyu anlattım. Necmi, söz verdiği halde, bu haberi gazetenin sayfalarına taşıdı. İşte 29 Mart 1990 günü, Yeni Asır’ın birinci sayfadan duyurduğu haber:
FLAŞ…
Karşıyaka’dan Mandela’ya davet
Karşıyaka Belediyesi, Güney Afrikalı zencilerin özgürlük sembolü Nelson Mandela’yı davet etti.
Uzun yıllar hapiste yattıktan sonra geçtiğimiz ay özgürlü-ğüne kavuşan Mandela, İnsan Hakları Parkı’nın açılışını yapması için çağırıldı. Karşıyaka Belediyesi, parkı, İnsan Hakları Günü olan 10 Aralık’a kadar yetiştirmeyi hedefliyor.
Belediye Başkanı Türsen, Mandela’ nın daveti kabul etmesi halinde Türkiye’de insan haklarının yeşereceğini söyledi.

Aradan aylar geçti. Bir gün Mithat beni bir daha aradı. Hâl hatırdan sonra, mesajın gelip gelmediğini sordu. Gelmedi yanıtını alınca, “Ben şimdi hemen konuşuyorum. Onlar bu aralar çok yoğun günler geçiriyorlar, unutmuş olabilirler.” dedi.
Gerçekten de birkaç gün sonra Mandela’dan mesaj geldi. İşte bu mesaj, Mandela’nın Türkiye’ye göndermiş olduğu ilk mesajdı.
Parkın açıldığı gün, Mandela başta olmak üzere tüm dünya liderlerinden alınan mesajlar; Türkçe’ ye çevrilerek, orijinalleri ile birlikte nikah sarayı salonunda sergilendi.

***
Düzenleyeceğimiz tüm etkinliklerde, hep farklı uygulamaları gündeme getirmeyi, sanki bir zorunluluk olarak görüyorduk. Bu, görev yapmanın değişik bir anlayışı olsa gerek. Herkes rutin işleri yaparken, bizler her nedense sıra dışı etkinlikleri yapmayı tercih ediyor-duk ve yapıyorduk.
Yıl 1992…
1 Eylül Dünya Barış Günü etkinlikleri…
Programın taslağı hazırlanıyordu. Sahil yolunda, İnsan Hakları Parkı’nda, BARIŞ GECESİ düzenlenecekti.
Geceye katılacak olan sanatçılar tespit ediliyor; program yavaş yavaş netleşiyordu.
Ancak, geceye damgasını vuracak başka bir şey yapılma-lıydı.
Ama ne?
Sonunda o da bulundu.
Yüz binlerce insanın ölümüne yol açan atom bombasının atıldığı ilk yer olan Hiroşima ile Nagasaki’nin belediye başkanlarını davet etmek…
Hoş ve anlamlı bir davet olacaktı bu.
Hemen, Türkiye Büyükelçiliği’ni aradım. Görevliler, Türkiye’den arandıkları için çok mutlu oldular. Dönemin Büyükelçisi ise, böyle bir davetten Belediye Başkanlarının çok mutlu olacağını; ancak sürenin çok kısa olduğunu, Başkanların şenliklere katılımı konusun-da sorun yaşanabileceğini ifade etti ve ekledi: “Çünkü burada insanlar, bir yıllık planı yılbaşında yaparlar ve bu hiç değişmez...”
Biz, yine de koşulları zorladık ve isme yazılı davet mesajlarımızı, Büyükelçi kanalıyla gönderdik. İlk mesaj, Hiroşima Belediye Başkanı Takashi Hiraoka’ dan geldi. Şöyle diyordu Başkan:
Sayın Başkan,
Karşıyaka Belediyesi’nde düzenlenen Barış Şenliği nedeniyle, dünyada ilk kez atom bombası atılan bir kentin vatandaşları adına selamlarımı iletmek istiyorum. Burada, bu şenliğe katılmak için bir araya gelen sizler, Dünya Barışı’na katkıda bulunmaktasınız ve ben bu nedenle sizlere en derin saygı-larımı sunuyorum.
6 Ağustos 1992, atom bombasının atılışının 47. yılıydı. Kısa bir süre sonra yarım asır olacak. Hiroşhima’ nın misyonunun ne olduğunu bir kez daha düşünürken, sürekli 6 Ağustos 1945’e dönmek ve insanlığı nükleer silahlardan gelecek tehlike gerçeğinden ve savaşın zulmünden durmaksızın haberdar etmekten asla vazgeçmemek, bizler için son derece önemli bir görevdir. Hiroşhima insanlığın geleceği için hiç susmayan bir uyarı zilidir. İnsanlar Hiroşhima’ yı unuttuklarında, hata yinelenecek ve insanlık tarihinin sonu gelecektir.
Savaşlar, insanların yüreklerinde doğarlar. Savaşta, kent sakinleri kentlerimizin kendileri en acı çekenlerdir. Dolayısıyla nükleer silahları yok ederek kalıcı bir dünya barışı kuracaksak, salt uluslar arası konuşmalara güvenmek yerine, kent vatan-daş düzeyinde çalışmanın gerekliliğine inanmaktayım. Her bir vatandaş, dünya kamuoyunun barış yönünde ilerlemesi için çaba harcamak zorundadır. Bu açıdan Karşıyaka Belediyesi’nin Barış Şenlikleri düzenlemesi gerçekten önemli bir olaydır. Böylece Karşıyaka-Hiroşhima kenti arasında ruhsal bir bağ yaratılacağına inanıyorum.
Hiroşhima’dan mesajıma son verirken, bu şenliğin başarısı, hepinizin sağlık ve esenliği için duacıyım.
Hiroşima Belediye Başkanı ile ilişkiler, ilerleyen yıllarda da devam etti ve Başkan, her yıl buna benzer mesajları aksatmadan gönderdi.
Gerek Nelson Mandela, gerekse Hiroşima ve Nagasaki Belediye Başkanları ile direkt bağlantı kurmuş olma-mızla ilgili haberlerin basında yayınlanması üzerine, Dışişleri Bakanlığı’ndan sözlü olarak, diplomatik söylem çerçevesinde sert bir uyarı almış olduğumu hiç unut-mam.
Sonradan öğreniyoruz ki Türkiye’de hiçbir resmi kurum, Dışişleri Bakanlığı’ndan izin almadan davet yapamaz-mış…




YILLAR ÖNCE OLOF PALME
ADINA KARŞI ÇIKTI, YILLAR SONRA
CHP MİLLETVEKİLİ OLDU!


28 Şubat 1986 Cuma günü sokak ortasında öldürülen Olof Palme kimdir?
Önce onu bir tanıyalım, bilelim, ondan sonra bu bölümü okuyalım.
İsveçli siyaset adamı. 1927 yılında Stockholm’de doğdu. Sosyal Demokrat Parti üyesiydi. 1953’te Başbakan Tage Erlander’in özel sekreteri oldu. 1956’da Riksdag’a (Parlamento) seçildi ve birçok kez başbakanlık yaptı. 1969 ekiminde Tage Erlander’in ardından Sosyal Demokrat Parti başkanı ve başbakan oldu.
Toplumsal alanda birçok önlem aldı; fakat kısa zamanda güçlüklerle karşılaştı: Fiyat artışları, ihracatta azalma, bütçe açığı, grevler ve işsizlik sorunu baş gösterdi. Eylül 1973 seçimlerinde partisi ağır bir yenilgiye uğradı. Liberal (burjuva) ve sol partiler Parlamento’da eşit sayıda koltuk kazandılar; Başbakan eğreti bir çoğunlukla görevinde kaldı. 1974 Haziranında liberallerle anlaşan Palme yeni bir seçime gidilmesini önledi. 1976’da sağ kanat partiler seçimi kazandı, Palme çekildi; ama parti başkanı olarak görevini sürdürdü.
1982 seçimlerinden sonra yeniden başbakan oldu. İktisadi durgunluk ve enflasyon sorunlarını sosyal har-camaları kısmadan çözmeyi savundu. 1985’teki seçimler-de de iktidarda kaldı. Hükümetinin siyasetinde temel ilkeleri; barışçılık, çevre koruma, refah devleti ve tam istihdam olarak belirtti. Enflasyonu, döneminde yüzde 8,2’ye düşürdü.
1986 yılında, sokak ortasında vuruldu.
Palme’nin vurulması, dünyayı ayağa kaldırmıştı. Kimse inanamıyordu bir başbakanın bu şekilde öldürüleceğine. O yıllarda, Türkiye’de birçok sosyal demokrat belediye başkanı, ya onun adına yeni park yaptı ya da mevcut olan bir parka adını verdi. Anısına, yine birçok belediye başkanı tarafından; seminer, sergi gibi etkinlikler düzen-lendi. Bu belediye başkanları içinde, en aktif olanlardan biri Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven’di.
 Bostanlı Atakent çevresinde de bir parka, Büyükşehir Belediyesi tarafından Olof Palme adı verilmişti. Ancak bu isme; bazı kişiler, bazı kesimler pek sıcak bakmamıştı. İşte bu isimlerden biri de, dönemin ANAP’lı meclis üyesi, günümüzün Cumhuriyet Halk Partisi İzmir Milletvekili Canan Arıtman’dı.
İsme duyulan rahatsızlık, 15 Şubat 1990 tarihinde yapı-lan 3. Olağan Meclis Toplantısı’nda gündeme geldi. Gündemin tüm maddelerinin görüşülmesi tamamlan-dıktan sonra, meclis üyeleri tarafından verilecek öner-gelerin görüşülmesi bölümüne geçildi. Söz alan Arıtman’ın, tutanaklara geçen konuşması aynen şöyleydi:
—Sayın Başkanım, Sayın Meclis üyeleri. Bostanlı ve Atakent sakinleri parklarına takılan Olof Palme isminden şikayetçiler bu ismin değiştirilmesini istemektedirler. Özellikle Atakent sakinleri parklarına Bakü Özgürlük Parkı ismi verilmesini istemektedirler. Bakü isminin Olof Palme isminden daha çok insan hakları istemini çağrıştırdığını ayrıca İzmir’ in Bakü’nün kardeş şehri olduğunu ve belediyemizce de bunun hatırlanması gerektiğini ifade eden Atakent Bostanlı sakinleri Bakü Özgürlük Parkı ismi ile soydaşlarımıza özgürlük ve demokrasi istemlerinde manevi destek vermek istemektedirler. Yöre sakinlerinin istemleri doğrultusunda Olof Palme Parkı isminin Bakü Özgürlük Parkı olarak değiştirilmesini meclisi-mizce alınacak temenni kararı doğrultusunda Büyükşehir Belediye Meclisinde götürülmesini oylarınıza sunulmasına öneriyorum. Teşekkürlerimle..
Tutanakları değiştirme gibi bir yetkimiz olmadığı için, konuşma metinlerindeki cümle düşüklüklerinin, yazım hatalarının tarafımdan kaynaklanmadığını belirtmekte yarar görmekteyim.
Söze Belediye Başkanı Cihan Türsen devam eder:
—Bir bilgi vereyim isterseniz sonra önergemizde bir düşünün bu Bakü ile ilgili isim uygulamasının bize bir gazete tarafından da teklif edildi bu ismin Karşıyaka’da değil de İzmir’de böylesine mademki bir diyalog var İzmir’de İzmir’i simgeleyen bir başka merkeze verilmesi konusunda Bü-yükşehir Belediyesinde bir çalışma yapılıyor. Sadece Bakü ile ilişkin söylüyorum Olof Palme parkının isminin değiştirilmesine kesinlikle katılmıyoruz, katılmak mümkün değil. Çünkü Olof Palme ismini bizim seçim propaganda-larında biz bu tip isimleri bu tip ilkeleri Karşıyaka’da yörelere vereceğimizi söyledik. Vatandaş bize oy verdi sözümüzde duruyoruz. O yüzden Muammer Aksoy’ları, Olof Palme’leri yaşatacağız..

Mecliste, usul hakkında söz verilip verilmeyeceğine ilişkin çok uzun süren tartışmalardan sonra SHP Grup Başkanı Rıfat Özer söz alır:
—Sayın Başkan, Olof Palme ismi nedense ANAP için böyle bir toplu iğne gibi devamlı bu isimden rahatsız oluyorlar. Oysa Olof Palme bütün dünyanın kendisine saygı gösterdiği demokrat insan sevgisiyle dolu bir kişidir, bu kişiye özel olarak ANAP grubunun tepki duymasının anlamını anlamak güçtür ama bir noktada da kolaydır. Biz Olof Palme ye duyduğumuz ve bütün dünyanın duyduğu büyük saygı gereği böyle bir öne-riyle gelmelerinin üzüntüyle karşılıyoruz ve bunu reddediyoruz...
Arıtman’ın teklifine tepkiler devam ediyordu. Bir kez daha söz alma gereğini hisseden Arıtman, bakın bu konuşmasında neler söyledi:
—Sayın Başkan, ANAP olarak Olof Palme ismine karşı değiliz, Olof Palme ismine saygı duyduğumuz hatırlanması gereken bir isimdir biz burada Bostanlı Atakentteki yöre sakinlerinin isteğini yerine getirdik size ve sizlerin onayına sunduk. Bu konuda karar meclisindir. Öneri bizden karar meclistendir yeterli olsun. Teşekkür ederim.
Görüldüğü gibi, ilk konuşması ile farklılıklar vardır Canan Arıtman’ın. Ancak işin en ilginç yanı, kendisi de Bostanlı’da oturmasına rağmen Arıtman, mahalle sakinleri dediği bir tek kişiden tek bir dilekçe bile getir-memiştir. Kanımca istek tamamen keyfidir ve önerge vermiş olmak için önerge vermiştir.
Meclisteki tartışmalar son hızıyla devam etmektedir. SHP Meclis Üyesi Nüket Tuna, Arıtman’ ın bu çelişkili konuşmasına çok sinirlenir ve söz ister:

—Sayın Başkan, sayın meclis üyesi arkadaşlarım, Olof Palme bana o kadar dokunduki onun isminin değiştirilmesi istenmesi kürsüye çıkıp söz almadan duramadım. İlk önce şunu belirtmek istiyorum sayın meclis üyesi arkadaşım Canan Arıtman’ın kaç kişinin isteğinin buraya getirdiği yüzde 21 olan kendi oylarının oranınımı kürsüye taşıdı ben ise daha geniş kitlelerin malum olan oy sayımızı yüzde 21’den..................... (Tutanakta aynen böyledir.) Biz çoban değiliz, hiçbir zamanda olmadık olmayacağızda. Bakünün başka bir yere verilmesini bütün gönlümle onaylıyorum. Çünkü orada da insan hakları çiğnendi ama Olof Palme’nin isminin değiştirilipte oraya Bakü isminin verilmesini ise asla onaylamıyorum buna benim arkadaşlarımında katılacağına inanıyorum...
Söz sırası SHP’li Meclis Üyesi Ahmet Bozkurt’tadır:
—Cidden sayın Arıtman’ın Olof Palme isminin Karşıyaka gibi kültürel yoğunluğu olan insan haklarına saygılı bir mecliste tartışılması kınanacak bir olaydır.
Sn. Arıtman Olof Palme’yi çok iyi tanısaydı böyle bir teklifin Karşıyaka Belediyesi meclisine geleceğine inanmıyorum. Olof Palme hep insan haklarının yanında olmuş hep özgürlükleri savunmuş emekçi yığınların gerek Avrupa da gerekse dünyada savaşını vermiş ve kendisini o uğurda feda etmiştir. Böyle birkaç insana üç beş tane keyfi emeklinin isteğini Karşıyaka Belediyesi Meclisine taşımasını doğru olmadığını buluyorum, zaten bu olayın tartışılması bile yanlış. Sayın Arıtman acaba Olof Palme hakkında ne bildiler, ne savaşlar verdi, insanlar için ne mücadeleler verdiği hakkında yeteri kadar bilgiye sahipmi onu da ayrıca sormak gerekir. Onun için Karşıyaka belediye meclisinde tartışılacak olayların daha seviyeli daha tutarlı Karşıyaka’nın ve yerel hizmetlerin özellikle ağırlık ta-şıyacağı bir meclisin olması lazım. Sayın başkanım şurada bir ciddiyetsizlik görüyorum. Sayın Arıtman’ın belediye yasalarını okumasını istiyorum. Önergeler ya sözlüdür ya da yazılıdır yazılı önerge verecekse önergesini başkanlığa sunmalıdır...
Birçok üyenin yaptığı uzun konuşmalardan sonra Canan Arıtman’ın teklifi, oy çokluğu ile reddedilir. Bu olay, iki gün sonra basına yansır. Milliyet Gazetesi şöyle yazar:
ANAP’lılar Olof Palme’ye karşı
ANAP’lı meclis üyesi Canan Arıtman, Olof Palme yerine bu alana Bakü isminin verilmesini önerdi.
Ahmet Aydın’ın Yeni Asır Gazetesi’nde yayınlanan haberi:
Karşıyaka Belediye Meclisi’nde Park yüzünden kıyametler koptu.
ANAP’lı Canan Arıtman’ın önerisine SHP’li Ahmet Bozkurt, “Olof Palme Parkı’nın ismini değiştirecek babayiğit göremi-yorum.” yanıtını verdi.
Canan Arıtman önergesine gerekçe olarak çocukların parkın adını doğru düzgün telaffuz edememelerini gösterdi.
Ahmet Aydın’ın bu haberine, mesleki anlamda eleştiri getirirsek, şunları söylememiz gerekir: Tutanaklar incelendiğinde görülecektir ki ne Ahmet Bozkurt, “Babayiğit” ne de Canan Arıtman “çocukların telaffuz edemediği” şeklinde bir ifade kullanmıştır. Muhabir Ahmet Aydın’ın, habere ilginçlik katmak için yaptığı eklentiler, haber yapma anlayışına hiç sığmamaktadır.
Aradan günler geçer. Tartışmaya eski Başkan Nevzat Çobanoğlu da katılır. Milliyet Gazetesi muhabiri Yüksel Zebil’e özel açıklamalarda bulunan Çobanoğlu, çok tepkilidir ve çok ağır konuşur. Hak etmediği sözler söyler Türsen için. Oysa Türsen; Çobanoğlu hastalandı-ğında, uçağa binemediği için kendi makam aracını tahsis ederek onu Ankara’ya gönderecek, çalışmalarında yardımcı olması için belediyede oda vermeyi teklif edecek kadar ona saygı duymaktadır.
…SHP Türk kaşığı ile yabancı pisliği yemektedir. Onların güvendiği dağları Gorbaçov yıktı. Eskiden Lenin, Marx diye tutturmuşlardı. Şimdi de Olof Palme diyorlar. Ben de Parkın isminin Bombacı Çavuş olarak değiştirilmesini öneriyorum. Bunları çobana benzetiyorum. Kuzuların melemesinden ziyade bülbülün sesinden hoşlanan çobanın sürüsüne hayrı yoktur.
Çobanoğlu’nun bu açıklamasına ilk tepkiler, Cihan Türsen ve SHP Grup Başkanı Rıfat Özer’den gelir. Türsen şunları söyler bu açıklama için:
Olof Palme, Muammer Aksoy, İnsan Hakları Parkı, bizim farklılıklarımız. Bunu sergilemesi açısından değer-lendirmeyi kamuoyuna bırakıyorum.
Özer’in açıklaması ise daha serttir:
…Sayın Çobanoğlu’nun SHP’yi bazı adlarla özdeş gösterme çabası yakışıksızdır. Tutarsız politik görüşlerinin bir yansımasıdır. Biz Çobanoğlu’nun ANAP’lı iken DYP hakkındaki düşüncelerini de biliriz. Bunları hatırlattığımız takdirde yeni genel başkanı gibi kendisi hakkında “Dün dündür, bugün de bugündür.” mü diyecektir?

Sonuçta, parkın adı değiştirilmez. Hatta Olof Palme isminin daha da ölümsüz kılınması adına bir başka çalışma, iki yıl sonra gerçekleştirilir.
İnsan haklarının korunmasında, dünya barışının sağlanmasında, özgürlük mücadelelerinde hep ön saflarda yer alan, sosyal demokrasinin öncülerinden Willy Brand ile Olof Palme’nin imzalarının orijinalleri, İnsan Hakları Parkı’na çakılır.
Bu olayı gerçekleştiren kişilerden biri olarak kısa bir ayrıntı vermek isterim:
Bu karar alındıktan sonra, imzaların bulunması için görevlendirildim. İmzaları bulmak gerçekten çok zordu. Çünkü her ikisi de yaşamıyordu. Ailelerine ulaşmam mümkün değildi. O nedenle aklıma, büyükelçiliklere ulaşmak geldi. Büyükelçiliklerin, resmi bir yazı istemeleri ihtimaline karşılık, yazıyı da hazırlayarak çalışmalarıma başladım.
Almanya ve İsveç Büyükelçilikleri ile bağlantıya geçtim. Derdimizi, yapmak istediklerimizi, uzun uzun anlattım. Ancak imzaların bulunması konusunda onlar da sorun yaşıyordu. Sonuçta, büyükelçilikte görevli kişileri ikna edebilmek için, herhangi bir kararnameye veya evraka atmış oldukları imzaların bile işe yarayacağını söyledim. Yeter ki nasıl bir şey olduğunu görelim. Mimarlarımız düzenlemeyi yaparlardı.
Hiç unutmuyorum, bu ikna görüşmeleri ve araştırmalar on yedi gün sürdü. Sonuçta, üzerinde sadece, 3-5 cm boyutlarındaki imzaların görülebildiği fakslar büyükelçİliklerden belediyeye ulaştı.
Her iki imza, hiçbir hava koşulunda yıpranmayacak, bozulmayacak çok özel bir karışım ile yapıldı ve 24 Aralık 1992 tarihinde, Almanya’nın İzmir Başkonsolosu Helmut Urbanek ve İsviçre’nin İzmir Fahri Konsolosu Haluk Özsaruhan’ın da katılımıyla İnsan Hakları Parkı’nın duvarına çakıldı.
Sonuç:
Yaklaşık on üç yıl önce, Olof Palme gibi bir isme karşı çıkarak, parkın adının değiştirilmesini öneren Canan Arıtman, şimdi Cumhuriyet Halk Partisi İzmir Milletvekili oldu.
Vatandaş olarak çok merak ediyorum.
 CHP bir gün, Olof Palme’yi anma töreni düzenlerse, Arıtman bu törene katılacak mı?
Veya, on üç yıl boyunca Bakü’nün Kurtuluş Şenlikleri’ne katıldı mı, katılıyor mu, katılacak mı?














MECLİS ÜYESİ VE
PREZERVATİF…
ŞAŞKIN BAŞKAN VEKİLİ…


1984 ve 1989 yıllarında yapılan yerel seçimlerde koltuğa oturan başkanların en büyük hayali ve uğraşısı, en kısa sürede, sosyal ve kültürel ilişkiler kurulabilecek kardeş şehir bulunmasıydı.
Bu konuda başkanlar bizzat çalışırlarken, bürokratlar da boş durmuyorlardı. Harıl harıl kardeş şehir aranıyordu.
İlerleyen aylarda ve yıllarda bu arayışlar sonuçlandı. E, ne de olsa, böyle bir yolla Türkiye ve İzmir tanıtılacaktı. Sorumluluk büyüktü. Türkiye’nin yurtdışında tanıtımı çok önemliydi. Herkes, üzerine düşen görevi yerine getirmeliydi. İşte böylesi bir ilişki sonucu, iki meclis üyesi ve iki bürokrat, Almanya’nın Bremen kenti Vegesak Belediyesi tarafından davet edilirler. Amaç, karşılıklı sosyal, kültürel ilişkide bulunmak; kenti tanıtmak; belediyecilik hizmetleri konusunda görüş alışverişinde bulunmaktı.
SHP grup toplantısında hangi meclis üyesinin gideceğine tartışmalı bir şekilde karar verilir. Bu geziye Meclis Üyesi Avni Çelebi ile İbrahim Doğan katılacaklardı. Bürokratların kim olacağına ise, direkt olarak Başkan karar verecekti. Verdi de.
Benimle birlikte, Başkan Yardımcısı Mustafa Doğan gidecekti. Herkes hazırlığını yapmıştı. Pasaportlar, vizeler hazırdı. Ancak, uçakla İstanbul’a gidileceği günün akşamı, İzmir’de büyük bir deprem olmuştu. Heyet, sürekli birbiri ile haberleşiyor; gidip gitmeme konusunda tereddüt yaşıyordu.
7 Kasım 1992 Cumartesi günü, saat 03.30 sıralarında karar alındı. Meclis Üyesi Çelebi, olaya esprili bir şekilde yaklaşıp, “Nasıl olsa havada deprem olmuyor. Gidelim. Bu kadar hazırlık yaptık.” diyerek, herkesi hareketlendirdi.
Kimse uyumamıştı ve herkeste bir tedirginlik vardı. Anonslardan sonra uçağa binildi. İstanbul’a gelindi-ğinde aktarma yapıldı ve Almanya’ya doğru hareket edildi. Heyet, TSİ 14.00’de Hannover havaalanına indi.
Alanda, bir kez daha üst kontrolü yapılacaktı. Hepimiz şaşkındık. Oysa Hannover’e gelinceye kadar normal kontroller yapılmıştı. Ancak Hannover’e indiğimizde, hiç alışkın olmadığımız bir davranışla karşılaştık. Özellikle Türkler, tek tek, bir kez daha aranıyordu.
Beni de aradılar. Arkamda bulunan Çelebi’ye sıra geldiğinde çok şaşırdım. Kontrolü yapanlar da çok şaşırdı. Avni Çelebi’nin cebinden, 10 adet prezervatif çıktı. Görevliler ne yapacaklarını bilemediler. Polis, Almanca olarak, “Bunlar nedir?” diye sordu. Çelebi, Almanca bilmediği için yanıt veremeyince, tercümanlar devreye girdi. Avni Çelebi, biraz mahcup bir ses tonuyla, bu prezervatifleri kullanmayacağını, buna ihtiyacı olmadığını belirterek, onları oğlu için Türkiye’den getirdiğini söyledi. Hepimiz çok güldük. Sanki bunlardan Almanya’da yoktu...
Bu meclis üyesinin; Almanya’daki resmi görüşmelerin dışında kalan boş vakitlerinde, bu prezervatifleri kullanmadığı, oğluna getirmediği, dönüş yolunda belli oldu; ama bir Türk heyetinin bu tavrı hiç hoş karşılan-madı. Hepimiz çok utandık.
Aynı meclis üyesinin, Vegesak’ta, kaldığımız otelin hemen karşısında bulunan ve özellikle Alman genç-lerinin gittiği bara ısrarla girme isteği, heyette sorun yarattı. Birkaç kutu bira ile sarhoş olan meclis üyesi, hızını alamayınca gecenin ilerleyen saatlerinde bu bara daldı.
İçerisi dazlaklarla dolu. Pek fazla Türk yok. Meclis Üyesi; gömlek uçları belden dışarı, kravatı kaymış, çılgınlar gibi hoplayıp zıplarken ve etrafa onlarca Mark saçarken, bir Türk genci gelir ve kendisine gitmesini söyler. Bu uyarıyı dikkate almayan meclis üyesi, dozu iyice kaçırır ve bazı gençlere el kol hareketleri yapar.
Bardan dışarı çıkmasını isteyen genç, bir kez daha şansını dener ve der ki: “Amcacım, lütfen git. Bak birazdan buraya Türk gençleri gelecekmiş. Ortalık ana baba gününe döner. Yaşına başına bakmadan dayak yersin.”
Çelebi, yine oralı olmaz; ama kendisini zorla dışarı çıkartırlar. Tam yolun karşısındaki kaldırıma geçtik-lerinde, bara baskın yapılır ve barın her tarafının altı üstüne getirilir. Onlarca yaralı vardır. Polisler gelir ve herkesi araçlara bindirerek polis merkezine götürür.
Bu olaylardan birkaç dakika önce bardan çıkan Çelebi ise, işin hangi boyutlarda olduğunu hâlâ anlamamış; espri yapmaya devam etmektedir:
—Ne olmuş yani? Tamam sarhoşuz. Keşke kavgada olsaydım ve ölseydim de tabutum Türk Bayrağı ile örtülüp buradan Türkiye’ye götürülseydim. Herkes, görev uğruna şehit oldu derdi ne güzel...
Bu esprili yaklaşımı kabullenmek elbette mümkün değil. İşte, hiç önemsemediğimiz bir iki dakikanın, insan hayatındaki önemi...
Polisler geldiğinde, Çelebi de karakola götürülseydi, ne olurdu acaba? Gazetelere yansıyacak haberleri düşün-mek bile istemiyorum.

***
Karşıyaka Meclisi’nin SHP grubunda, Başkan tarafından oluşturulan demokratik ortam, bir gün Celal Targay’ın da başkan vekili olarak görev yapmasına olanak sağlar. Targay, birkaç gün süre ile Karşıyaka Belediye Başkan Vekili olacaktı. Bu görev, onun için hayalden çok çok öte bir şeydi.
Vekillik dönemi, tesadüfen Ramazan ayına denk düşer. İlçe Müftüsü, nezaket ziyaretinde bulunmak ister Başkan Vekili’ne.
Başkanlık Makamı’na gelen Müftü’yü, Başkan Vekili kapıda karşılar. Herkes bir şeyler söyler ve anlatır; ama kimse kimsenin dediğini anlamaz. Herkes kendi söylediğiyle kalır. Yani bir monolog havasında geçer görüşme...
Bir ara Başkan Vekili, Müftü’ye, Ramazan ayını hesap etmeden çay veya kahve içip içmeyeceğini sorar. Müftü ise, nazik bir ifade ile teşekkür eder. Ancak Başkan Vekili, bu kez ayağa kalkar ve Müftü’ye şöyle der:
—Çay-kahve içmiyorsunuz; ama isterseniz birkaç tane çikolata alın bari.

Müftü daha da şaşkındır. Suratı kızarır, sinirlenir ve izin alıp makamı terk eder.
Kısa bir dönem de olsa, Karşıyaka’nın Belediye Başkan Vekilliği’ni yapan Celal Targay, 1994 seçimlerinde Belediye Başkanı olan DYP’li Kemal Baysak’ın gazabına uğrar. Aynı, bir pazar günü, görevden alma yazıları yazılan ve pazartesi günü de görevlerinden alınan müdürler ve memurlar gibi…
İşçi olarak çalıştığı için, çeşitli müdürlüklerde görev yaptırılır. Ama en sonunda da, Temizlik İşleri Müdürlüğü emrine verilir.
Günümüzde elinde çalı süpürgesi ile sokakları süpüren Celal Targay, bundan hiç gocunmaz. O, onuru ile çalışmakta ve ekmek parası kazanmaktadır.
Utanç duymamaktadır.
Asıl utanması gerekenler mi?














SHP’Lİ BAŞKAN’A
ECEVİT’TEN TEKLİF…
BORNOVA ADAYI ASLINDA KİMDİ?


1994 yılında yapılan yerel seçimlerde ülke genelinde esen DYP rüzgârından, diğer iller gibi, kuşkusuz İzmir de payını aldı.
1984 yılında ANAP’la sağ, 1989 yılında SHP ile sol bir partiyi yerel yönetime getiren İzmirli; 1994 yılında da yine sağ bir partiyi, DYP’yi İzmir’de iktidar yaptı.
Ancak bu seçimlerde durum çok farklıydı. Gerçekten, ilk kez bu kadar çok güçlü isim, Büyükşehir’e aynı anda aday oluyordu.
ANAP’tan DYP’ye geçen Dr. Burhan Özfatura ile SHP’den Yüksel Çakmur ikinci kez adaylığa soyunur-ken; milletvekili seçimlerinde tercihli oy sıralamasında Türkiye ikincisi, eski Devlet Bakanı, ANAP Genel Başkan Yardımcısı Işın Çelebi ANAP’ tan; Süleyman Akdemir RP’den; DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından aday gösterilmek istenen; ancak bunu kabul etmeyen Cihan Türsen yerine Ayla Selışık Tamar da DSP’den aday gösteriliyordu.
Ancak bu seçimlerin üç parti arasında geçeceği, hemen hemen herkes tarafından biliniyordu. Peki, sonuç ne olacaktı?
DYP, Özfatura ile İzmir’deki kan kaybını durdurmayı ve hatta İzmir’de ilerleme kaydetmeyi hesaplıyordu. Özfatura’nın eski ANAP’lı olması, kuşkusuz, yılların DYP’lileri tarafından tepkiyle karşılandı. Adının açık-lanmasını istemeyen, bu kitabın hazırlanmasına önemli katkıda bulunan DYP’li bir yönetici, o günleri şöyle anlatır:
…Parti olarak İzmir’i almayı elbette istiyorduk; ama bunu nasıl yapacaktık? Ortaya adayım diye çıkanların hiçbirisi, bu beklentimizi karşılamıyordu. Yani göz göre göre, pisi pisine se-çimleri kaybedecektik. Arayışlar devam ediyordu. Bizler, Burhan Bey’i istiyorduk.
Sonuçta, parti olarak pek farkımız da yoktu ANAP’la. Sonuçta o oldu ve seçimlere onu sokmaya karar kıldık… Genel Başkanımız Tansu Çiller de bunu kabul etti ve teklifini yaptı.
Oysa Özfatura bu şekilde düşünmemektedir. Onun ANAP’tan ayrılmasındaki en büyük etken, Özal’ ın sözleri olmuştur. Şöyle anlatır bunu Özfatura:
…Özal ile sohbet ediyorduk. Bana, ANAP’ın artık eski ANAP olmadığını söyledi. Çünkü Mesut Yılmaz’a karşı müthiş öfkesi ve tepkisi vardı.
O dönemlerde yeni bir partinin oluşumu söz konusuydu. Bu oluşumu bizzat Özal sürdürüyordu. Özal bana, ‘Ben ayrılıyorum artık ANAP’tan.’ deyince, ben de hiç tereddüt etmeden ayrıldım.
ANAYOL formülü için çok çaba harcadım. Ama olmadı. Ben, sonuçta DYP ile ANAP arasında fazlaca fark göremiyorum. O nedenle de DYP’ den gelen teklife evet dedim. Çünkü gerçekten ANAP, artık eski ANAP değildi...
SHP’de ise durum çok karışıktı.
Yüksel Çakmur’la yıldızı bir türlü barışmayan Genel Başkan Murat Karayalçın, Çakmur’a tavrını koymuştu. O da pek istemiyordu Çakmur’u… Çünkü SHP kurultayında kendisine karşı aday olmuştu. Adaylığı sırasında, İzmir’e üs kuran, eskiden EGO ve TARİŞ Genel Müdürlüğü görevlerinde bulunan Cihan Altınöz’ün yaptığı tüm çalışmaları engelliyordu. Altınöz’ün Karşıyaka Belediyesi’nin desteği ile astırdığı afişler, pankartlar Büyükşehir Belediyesi ekipleri tarafından sürekli kaldırılıyor ve hatta yırtılıyordu. Ka-rayalçın bunları unutmamıştı; ama yine de sağduyulu olmak ve davranmak zorundaydı.
İlçelerde adaylar ön seçimle belirlenmiş olmasına rağmen, Büyükşehir adayı bir türlü belirlenemiyordu. Sürekli toplanan MKYK üyeleri, Çakmur ile Cihan Türsen arasında gidip geliyordu. Çakmur ise, yeniden aday gösterilmesi yönünde bütün kulis çalışmalarını tamamlamıştı.
Toplanan SHP MKYK toplantısının sonuçları bekleni-yordu. Heyecan doruk noktasındaydı. İzmir’de Türsen’i destekleyen ve hatta bildiri yayınlayan DİSK, TÜRK-İŞ gibi kuruluşlar, Çakmur’a kesin tavrını koymuştu. Çakmur, istenmeyen adamdı.
3 Mart 1994 Perşembe günü toplanan MKYK sonucunu süratle alabilmek ve ona göre tavır belirlemek için, o dönemlerde Yeni Asır Gazetesi Ankara Temsilcisi olan Semra Çetin ile sürekli haberleşiliyor ve ondan telefon bekleniyordu.
Telefonum, saat 15.00 gibi çaldı:
—Merhaba, ben Semra.
—Merhaba…
—Üzgünüm. Toplantı bitti; ama sonuç sizin adınıza olumsuz.
—Nasıl yani?
—MKYK toplantısında Yüksel Bey’in aday gösterilmesi kararlaştırıldı.
—Peki Türsen’e oy çıktı mı?
—Evet, üç oy.
—Hayırlısı olsun.
ANAP’taki durum da pek iç açıcı değildi doğrusu. Eski İzmir Valisi ve İçişleri Bakanı Kutlu Aktaş, aday götse-rilmek isteniyordu; ancak Aktaş, kesinlikle kabul etmiyordu.
Aday bulamayan ANAP; milletvekili ve Genel Başkan Yardımcısı olmasına ve adaylığı hiç istememesine rağmen Işın Çelebi’yi, Büyükşehir Belediyesi’ne aday gösterdi. Yani, gönül rızası ile gerçekleşmedi Çelebi’nin adaylığı. Bu konuda, dönemin ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ile Ekrem Pakdemirli’nin, “Işın, bu bir askerlik görevi gibidir. Kabul etmelisin. Tüm seçim masraf-larını karşılamayı taahhüt ediyoruz.” sözleri, Çelebi’yi ikna edici rol oynadı.
Adaylığı pek istememesine rağmen Çelebi, parti disip-lini gereği, gerçekten yoğun bir çalışma temposu gös-terdi seçimlerde.
Işın Çelebi’nin aday gösterilmesini bir türlü hazmede-meyen il ve bazı ilçe başkanları ise, bu seçimlerde aktif olarak çalışmak yerine, adeta oturmayı tercih ettiler. Ayrıca Genel Merkez tarafından, seçimlerde kullanılmak üzere gönderileceğine söz verilen bütçenin sadece yarısının gönderilmesi de sinirleri iyice gerdi.
Hatta bazı ilçe adayları bile, seçimlere on beş gün gibi kısa bir süre kala, Genel Başkan Yardımcısı Şadan Tuzcu’nun Günaydın Gazetesi’nde yayımlanan, “Biz, İzmir’de seçimi kaybettik.” yönündeki açıklamalarını örnek alarak Çelebi’ye ihanet ettiler.
Bunlardan biri, (3 Kasım’da yapılan seçimler-de YTP adayı olarak listede adı görülen) Karşıyaka Adayı M. Ali Sarızeybek’ti.
Sarızeybek, seçimlere bir hafta kala, seçim çalışmalarını sürdürdüğü Yamanlar, Örnekköy, Bayraklı gibi mahal-lelerde, ANAP’lılara şöyle sesleniyordu:
—Arkadaşlar, Işın Bey’in kaybedeceği hemen hemen belli oldu. Biz kendi işimize bakalım. Yüksel Bey ile an-laştım. SHP bizi Karşıyaka’da destekleyecek. Bizler de onları Büyükşehir’de destekleyeceğiz. Artık bundan sonra böyle çalışacağız. Bu fırsatı kaçırmayalım...
Seçim gecesi Sarızeybek, kendini belediye başkanı sanarak yatağına yatmıştı; ama sabah kalktığında şok olmuştu: Çünkü, seçimi kaybetmişti. Kendi partisinden olan bir adaya vefasızlığının bedelini çok ağır ödemişti.
Bu kitabın yazarı olarak belirtmek isterim ki Sarızeybek’in aday gösterilmesi konusunda bir hayli etkili olmuştum. Büyükşehir adayı Işın Çelebi ile gün-lerce konuşarak, onu ikna ederek ve sonunda onayını alarak, Sarızeybek’e adaylık teklifi yapan bendim. Çünkü Sarızeybek soyadı, özellikle Soğukkuyu Ma-hallesi’nde bir ekoldü. Muhtar olan babası; dürüst, mert biri olarak biliniyordu.
Işın Çelebi tarafından aday gösterileceğini zanneden Ali Büge ise, adayların tanıtım toplantısının yapıldığı Efes Oteli’ne geldiğinde, aday gösterilmemiş olduğunu öğrenince bir hayli şaşırmış ve üzülmüştü.
Karşıyaka’da adaylık için yaşanan bu sorunun bir benzeri de Konak’ta yaşanmıştı. Çelebi, ısrarla Hüseyin Özdilek’i aday göstermek istiyordu. Buna rağmen, dönemin ANAP İzmir Milletvekili Süha Tanık ile Konya Milletvekili Mehmet Keçeciler, Mehmet Aydoğan’ın aday gösterilmesini istiyorlardı. Yoğun kulis çalışmaları sonucunda, Mesut Yılmaz’ın Konak Belediye Başkan adayı olarak Aydoğan’ı tercih etmesini sağladılar. Sonuçta, Çelebi’nin istediği Özdilek yerine, Aydoğan aday gösterildi. Bu olay Çelebi’yi, adaylıktan istifa etme noktasına kadar getirdi. Aday gösterilen Mehmet Aydoğan da aynı Karşıyaka adayı Sarızeybek gibi Çelebi’ye ihanet etti ve seçimlerde DYP adayı Burhan Özfatura ile işbirliği yaptı.
İşte böylesi bir aday tablosu ile seçimlere girecekti İzmir.

***
Adaylar; gazete gazete, televizyon televizyon dolaşıp, projelerini anlatıyorlardı. Çok yoğun davet alıyorlardı TV’lerden.
Bu davetlerden biri HBB televizyonundan geldi. Dürüst, mert, yiğit gazeteci dostum Erhan Akyıldız, üç başkan adayını İstanbul’a, YÜKSEK TANSİYON programına çağırıyordu. Davet, üç başkan adayı tarafından da kabul edildi.
Bu kitabın yazarı da İstanbul’a gidecekti.
Uçağa binildi.
Ne tesadüftür ki üç aday da aynı uçaktadır ve uçağın en ön sırasında dizilidir.
DYP adayı Özfatura, Basın Halkla İlişkiler Danışmanı Haluk Narbay ve daha sonra Başkan Vekili olacak olan Ertan Ülkü ile yan yana otururken; Yüksel Çakmur, Işın Çelebi ve ben, diğer üç koltuğu paylaşıyorduk.
Koridorun sağ ve sol başlarındaki koltuklarda oturan Özfatura ve Çakmur, zaman zaman birbirine laf atıyorlardı. Bir ara bize dönen Çakmur şöyle dedi:
—Işıncığım, nasılsın iyi misin? Ya sen Vecdiciğim? Sen de iyisin değil mi?
 İkimiz de “İyiyiz” dedik. Çakmur devam etti:
—Biliyor musun Işın, ben Vecdi’yi en az on beş senedir tanırım. Çok severim kendisini. Başarılı bir gazetecidir. Hep takdir etmişimdir. Dürüsttür, çalışkandır. Ayrıca Belediyeci-liği de çok çok iyidir. Birçok projeye imza attı. Ama nedense, beş yıl süreyle çok yanlış bir adama danışmanlık yaptı. Neyse, şimdi senin yanında, sevindim bak.
Çok şaşırdım. Çünkü Çakmur’un söylediğinin aksine, tanışıklığımız on beş yıl olmamıştı. İnsan Hakları Parkı’nın yıkımı sırasında benim için ağza alınmayacak sözler sarf eden bir insanın bu sözlerini, övgü dahi olsa, nasıl olur da kabullenebilirdim? Bu mümkün değildi. Bu ve buna benzer duygularımı kendisine söyledikten sonra sözü tekrar aldı:
—Bak Işın. Bu program çok önemli. Sen, sonunda sosyal demokrat yapıda bir insansın. Ecevit’e danışmanlık falan yaptın. E, ben de öyleyim. Şimdi yanımızda, şeriat özlemli dö-nek biri var. Eğer bu programda biz seninle kavga edersek, bu adam kazançlı çıkar. Millet, ‘Bak bak iki tane demokrat adam kavga ediyor.’ der. Gel seninle anlaşalım, ikimiz de ona saldıralım. Ne dersin, sence uygun mu?

Çelebi çok kısa bir yanıt verdi:
—Valla ben gereği neyse onu yaparım. Merak etme.
TV stüdyosuna girildi, program başladı. Programın bitimine kadar süren Özfatura ve Çakmur’un kavgaları görülmeye değerdi doğrusu. Dosyalar ortaya çıkar-tılıyor; evraklar havada uçuşuyor; suçlamaların ardı arkası kesilmiyordu. Erhan dostumuz bile, belki de pişman olmuştu çağırdığına. Program çok zor bir şekilde nihayet sona erdi.
Sonuçta, ortada oturan Çelebi; pinpon maçı seyreder gibi bir sağa, bir sola bakarak, biraz da konuşarak ve İzmir için yapacağı projeleri anlatarak programı tamamladı. Bu programdan sonra dönüş yolunda yapılan sohbet-lerde, herkes kendi çapında en başarılı olan kişiydi.
27 Mart Pazar günü, oy pusulalarının Harmandalı çöp alanında, okul depolarında, kalorifer kazanlarında, sokak arası çöp bidonlarında bulunduğu, ilginç bir seçim yapıldı.
Seçimin galibi ise, yıllarca ANAP’a yüzü dönük duran, Özal’ın prenslerinden, bu yerel seçimlerde ise ANAP’a sırtını dönen Burhan Özfatura idi. Özfatura İzmir’in, 1980 ihtilali sonrası üçüncü Büyükşehir Belediye Başkanı oldu. Kendisinin ise ikinci dönemi başlıyordu.
Ankara ve İstanbul’da da Büyükşehir belediyeleri, aynı İzmir gibi, sol bir partiden sağ bir partiye geçiyordu. Ankara’da Melih Gökçek, İstanbul’da ise günümüz iktidar partisi AKP’nin lideri Recep Tayyip Erdoğan başkanlık koltuğuna oturuyordu.
Acaba, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından gelen teklife Cihan Türsen olumlu yanıt verseydi ne olurdu? Verilen olumsuz yanıt üzerine aday gösterilen Ayla Selışık Tamar’ın aldığı oy oranına bakmak gerekir.
Peki, Yüksel Çakmur yerine Türsen aday gösterilseydi durum ne olurdu?
SHP seçimi kazanır mıydı?
Yılların CHP’lisi, partide “Baba” lakaplı bir dostumuz şöyle diyor bu konuda:
…Evet başarılı bir arkadaş. Çakmur’ dan çok daha sosyal demokrat, çok daha insani. Biraz da vefasız; ama onun adaylığı diğerlerinin yanında çok ÇITIR kalırdı...
Şimdi birçok İzmirli, SHP’li bir Belediye Başkanı’na DSP tarafından yapılan adaylık önerisini merak ediyordur.
Tarihi görüşmelerin, toplantıların ayrıntılarını artık anlatma zamanı geldi. İşte tüm İzmirlinin ve özellikle de siyasetle uğraşan ve uğraşacak olan insanların bilme-sinde yarar gördüğüm olayların perde arkası...
1994 yılı şubat ayı...
Telefonum çalar. Arayan, bir dönemler Rahşan Ecevit’in İzmir’deki prensi, en güvendiği adamı Hakan Düzdemir’dir. Israrla Başkan’la görüşmek ister. Kendisinin il dışında ve hatta ailesi ile birlikte Kuşadası’nda olduğu söylenmesine rağmen ikna olmaz. Sürekli olarak, mutlaka ve mutlaka acilen Başkan’la görüşmeyi talep eder. Ona göre konu, çok gizlidir. Sonradan öğrendiğimize göre, Rahşan Hanım’ın kendi-sinden talebi böyledir.
Gün içinde yapılan yaklaşık yirmi telefon görüşmesin-den sonra, Başkan bilgilendirilir ve Hakan Düzdemir’le telefon görüşmesi olanağı sağlanır. Sonuçta Başkan, akşam Alaybey’deki evde toplantı yapacağını söyler ve ekibi toplamamı ister benden.
Toplantıya, benimle birlikte, Başkan Yardımcısı Nejdet İleri, Kent A.Ş. Genel Müdürü Sinan An, Başkan’ın ağabeyi Vecdi Türsen davetlidir.
Saat 20.30 gibi evde buluşulur. Rahşan ve Bülent Ecevit yönlendirmeli Hakan dostumuz, o gece bir sonuç bekle-mektedir. O nedenle çok ivedi; ama tutarlı bir karar alınmalıydı. Kimse, toplantının içeriğini bilmiyordu. Başkan konuşmaya başladı:
—Arkadaşlar, çok teşekkür ederim geldiğiniz için. Çok önemli bir teklif var. Bu nedenle ben de tatilimi kesip hemen geldim. Teklif önemli; ama ben de tek başıma karar alamam. Burada hepiniz benim en yakın dostlarımsınız. Bu nedenle birlikte karar vereceğiz bu teklife. Arayan Hakan dostumuz, biliyorsunuz Rahşan Hanım ve Bülent Bey’in İzmir’de en inandığı isimlerden biri. Teklifi şu: Benim, bu seçimlerde DSP’den Büyükşehir Belediye Başkanı olarak aday gösterilmem...
Birden bir sessizlik olur. Herkes birbirine bakar. SHP’den Büyükşehir adayı gösterilme beklentisi ve Karayalçın’a olan inanç ve güven varken, “Böylesi bir teklif nereden çıktı?” diye düşünüyordu herkes.
İlk sözü Nejdet İleri alır ve şöyle der:
—Başkanım, bu teklif hiç hoş olmayan bir teklif. Bugün Sayın Ecevit’ in, DSP’nin, demokrat olduğunu söylemek mümkün değil. Ha MHP ha DSP ne farkı var ki? Biz bunca yıl bunun için mi mücadele ettik? Nasıl açıklarız parti tabanına bunu? Topa tutarlar bizi. Ben şahsen, bu teklifin reddedilmesi yanlısıyım.
Günümüzde, DSP’li Belediye Başkanı Erdal İzgi’nin yanında görev yapmakta olan Nejdet İleri’ nin böyle bir yanıt vermesi, kuşkusuz yadırganamaz. Çünkü Nejdet İleri, 1992 yılında Çiğli’de yapılmış olan ara seçimlerde olduğu gibi, bu seçimlerde de SHP Çiğli adayı olacaktı. Eğer o SHP adayı olur ve Türsen de DSP adayı gösterilirse, ortada çok karmaşık bir durum olacaktı. Onun için karşı çıkmalıydı Nejdet İleri...
 Kısa bir sessizlikten sonra söz sırası Sinan An’a gelir. Şöyle der An:
—Nejdet’in düşüncelerine ben de katılıyorum Başkan’ım. Bu çok ilginç bir teklif. Acaba Ecevit, SHP’nin önünü mü kesmek istiyor? Nereden çıktı bu? Bu partinin solcu olduğu bile tartışmalı. Hatta kanımca olmadığı bir gerçek. Bence uygun değil ama, son karar sizin. Vereceğiniz karara saygı duyarım; ama birlikte devam edip edemeyeceğimizi bilmiyorum.
Söz sırası ağabeyi Vecdi Türsen’dedir:
—Arkadaşlar, gerçekten ilginç bir teklif. Ben de çok şaşırdım. Bu seçimlerde Çakmur, büyük bir ihtimalle yeniden aday gösterilecek. Ne dersiniz, acaba böyle bir fırsatı kaçırmasak mı, kabul mü etsek? Belki çok daha iyi olur. Bir beş yıl daha devam ederiz hep birlikte...
Ağabey Türsen’in orta yollu bu söylemleri sırasında telefon çalar. Arayan yine Hakan’dır. Sonuç beklemek-tedir. Biraz daha süre istenir. Söz sırası artık bu kitabın yazarına gelmiştir:
—Her şeyden önce ben bir bürokratım. Biz sizinle, beş sene önce birlikte yola çıktık ve söz verdik birbirimize. Alacağınız DSP adayı olma kararını göğüsleyebilecekseniz söylenecek bir sözüm yok. Eğer, ‘Ben DSP ile devam etmek istiyorum,’ di-yorsanız ve beni de yanınızda görmek istiyorsanız, kararı siz verirsiniz.
Sonuçta, 1999 seçimlerinde hem genel ve hem de yerel seçimlerden partisi birinci çıkacak ve 57. Hükümet’in Başbakanı olacak Bülent Ecevit’in bu teklifine, Türsen “Ret” yanıtı verir.
***
Peki 1999 seçimlerinde neler oldu?
İşte siyasetin cilveleri bu seçimlerde de ortaya çıktı.
DSP’nin Büyükşehir adayı Ahmet Piriştina, ilçelerde uyumlu çalışabileceği başkan adaylarını tespit etmeye başlar. Bunlardan birisi, Karşıyaka için uygun gördüğü Cihan Türsen’dir.
Bornova için düşündüğü aday ise, günümüzde halen Belediye Başkanı olan Cengiz Bulut’un dışında, başka birisidir.
Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından yapılan İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığı teklifini, o dönemlerde milletvekili olmasına rağmen kabul eden Ahmet Piriştina, henüz seçim çalışmalarına başlamadığı halde, Ankara’da bazı görüşmeler yapmaya başlar. Bornova adaylığı için düşündüğü bu kişiyi arar ve onu yemeğe davet eder.
Meclis lokantasında gerçekleşen yemek devam ederken, yanlarına eski Dışişleri Bakanı Şükrü Sina Gürel ile eski Orman Bakanı Nami Çağan gelir. Bu dört kişi, çeşitli konularda sohbet ederler.
İki bakan yemek masasından ayrıldıktan sonra Piriştina bu kişiye, onu Bornova Belediye Başkanlığı’na aday göstermek istediğini söyler.
Ancak bu kişi, Piriştina’nın teklifini kabul etmez. Siyasetçi olmadığını, olmak da istemediğini ifade eder.
Çünkü kendisi o dönemlerde Ankara’da, ENDİ Mağa-zaları’nın genel müdürlüğünü yapmaktadır.
Bu kişi, 1989 yılında TANSAŞ Genel Müdürlüğü göre-vini Piriştina’ya teslim eden, 1999 yılında Piriştina başkan seçildikten sonraki aylarda, Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreterliği’ne getirilen İrfan Akça’dır.
Yani, Piriştina’nın ilk günlerde, Bornova adaylığı için gönlünde yatan aslan Akça’dır…
Eğer İrfan Akça, kendisine yapılan bu teklife olumlu yanıt vermiş olsaydı; günümüzde Cengiz Bulut’un değil, onun kartvizitinde “Bornova Belediye Başkanı” yazıyor olacaktı.
***
Bir bayramın ikinci günü...
Cihan Türsen’den bana, görüşme talebi gelir ve buluşma gerçekleşir:
—Vecdi biliyorsun aday gösterildim. Partide farklı bir anlayış var. SHP gibi önseçim, örgüt gibi bir şey yok. Belki de doğru ve güzel olanı bu.
—Peki benden ne yapmamı istiyorsunuz?
—Sen ne yapabilirsin?
—Bana somut bir teklifte bulunmuyorsunuz; ama düşün-celerimi söyleyeyim. Yeniden ve aynı koşullarda Karşıyaka için aynı heyecanı yaşamıyorum.Büyükşehir olsa kabul; ama değil. Siz 1994’te DSP’nin teklifine hayır dediniz, şimdi ne değişti de evet diyorsunuz, bunu anlamadım. Benim de geçirdiğim aşamalar nedeniyle söylemek isterim ki yeniden Karşıyaka, yeniden partililer, yeniden talepler, yeniden kavgalar bana artık çok uzak. Heyecan vermiyor. Bu, benim açımdan attan inip eşeğe binmek gibi bir şey. Halen ticaretle uğraşıyorum. Ama günümün bazı saatlerinde yardımcı olmaya çalışırım. Benim tek korkum, bu adaylığınızın An-kara’dan geri dönmesi. Çünkü Ecevitler hiçbir şeyi unutmazlar.
Verilen olumsuz yanıtın nedeni çok açıktır. Çünkü 1994 seçimlerinde kendilerine hayır yanıtı verilen Ecevitlerin, böyle bir adaylığı kabul etmesi mümkün değildir.
Çünkü hiçbir şeyi unutmaz Ecevitler...
Beş sene önce Büyükşehir Belediyesi adaylığı için teklif götürülen bir adayın, bu teklifi reddetmesine rağmen, beş yıl sonra bu kez ve hem de Karşıyaka’ya aday gös-terilmesini kabullenmek mümkün müydü Ecevitler tarafından?
Yani sen, beş sene önce Büyükşehir’e birini aday göster-mek için teklifte bulunacaksın ve ret yanıtı alacaksın; beş sene sonra, bu kadar önemsediğin bir insanı bu kez bir ilçede aday göstereceksin...
Olamazdı böyle bir şey.
Olmadı da zaten…
Çünkü birileri geçmişi çok iyi anımsıyordu.
Ecevitlere yakınlığı ile bilinen, DSP İzmir Milletvekili Burhan Bıçakçıoğlu, tam bir Karadenizli kurnazlığıyla oyuna getirdi Türsen’i.
Piriştina, ilçe adaylarını açıkladığında Karşıyaka adayı, Cihan Türsen gözüküyordu. Bu, DSP’li birçok insanı rahatsız etmişti. Hemen hemen herkes Türsen’i, ülkede esen rüzgara kapılan aday gözüyle görüyordu.
Hatta Türsen, CHP-SHP birleşmesinden sonra Yüksel Çakmur gibi CHP’yi suçlayarak ayrılmamış mıydı CHP’ den?
İşte, siyasi tarihe bir fıkra gibi geçecek olayın perde arkası.
Türsen’in aday gösterildiği günlerde Bıçakçıoğlu, Türsen’i arar:
—Sayın Başkan, aday gösterildiniz. Kutlarım sizi. Ancak parti tabanında ve ilçe yönetiminde bazı sıkıntılar var. Ben bunları gidermeye çalışıyorum. Bana biraz süre verin ben sizi arayıp, partiye davet edeceğim, der.
Aradan günler geçer. Bu kez Türsen arar.
—Nasıl gelişmeler?
—Başkan, tepkiler devam ediyor; ama ortalığı yumuşatıyo-rum. Biraz daha süre ver. Her şey yolunda gidecek. Birlikte çok güzel şeyler yapacağız. İzmir’i sallayacağız...
Yaklaşık bir-birbuçuk hafta geçer. Türsen’in beklentisi devam eder. Ancak bu arada, Ankara’dan gelen bir haber, Türsen’i ve hatta Piriştina’yı bile hayal kırıklığına uğratır.
Türsen, DSP Karşıyaka Belediye Başkanlığı adaylığından alınır. Ecevitlerin vetosu ile karşılaşır. Yerine, şimdiki Belediye Başkanı Şebnem Tabak aday gösterilir.
Bu konu araştırıldığında, altından Burhan Bıçakçıoğlu çıkar. Çünkü Bıçakçıoğlu, Ecevitlere şöyle demiştir:
—Efendim, kendisi Piriştina tarafından aday gösterildi; ama günlerdir, haftalardır bir kez olsun parti binasına bile gelmedi. Ne partililerle ne de meclis üyesi adayları ile tanıştı. Bu nasıl adaylık biz de anlamadık. Parti tabanı çok kızgın. İnsan bir kez olsun parti binasına gelmez mi?
İşte kaderin, siyasetin cilvesi...


Not: Kitabın baskı aşamasında elde edilen, 1994 seçimlerine yönelik bir bilgiyi aktarma gereğini hissediyorum.
Bilgi, www.yerelnet.org.tr adresli internet sitesinden aynen alınmıştır. İlginç, genel bir bilgidir:

•1994 yerel seçimleri 27 Mart 1994 günü yapılmıştır.

•1989 yılı ile 1994 yılı arasında seçim mevzuatında şu değişiklikler olmuştur:
A) "Zorunlu oy" usulü getirilmiştir.
B) Yerel yöneticilerin seçiminde uygulanan "altı ay süre ile o seçim bölgesinde oturmuş olmak" koşulu kaldırıl-mıştır.
C) Milletvekillerinin görevlerinden istifa etmeden yerel yönetim seçimlerinde aday olmalarına olanak tanınmış-tır. Bu kişiler seçimi kazandıkları takdirde 15 gün içerisinde tercih haklarını kullanacaklardır.

•Seçim 15 büyükşehir, 61 il, 848 ilçe ve 1786 belde olmak üzere toplam 2710 belediye için yapılmıştır.

•Seçimlere 13 parti katılmıştır. Anavatan Partisi, Büyük Birlik Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti, Demokratik Sol Parti, Doğru Yol Partisi, İşçi Partisi, Millet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi, Refah Partisi, Sosyal Demokrat Halkçı Parti, Sosyalist Birlik Partisi, Yeniden Doğuş Partisi.

•On üç partiden yalnızca 4’ü ulusal barajı geçmiştir: DYP, ANAP, SHP, RP. Seçim öncesi siyasi gelişmeler, yerel seçimin genel seçim gibi algılanmasına yol açmış ve seçim propagandaları da bunun üzerinden yapılmıştır. Seçim öncesi propagandalar üç temel üzerine oturmuştur: Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Laiklik sorunu ve Şeriat. Yerel yönetimlere yönelik tartışmalar ikinci plana itilmiştir. Yaşanan ekonomik kriz propaganda malzemesi olmamış, oysa seçimlerin hemen ardından 5 Nisan Kararları alınmıştır.
•2 Mart 1994 tarihinde milletvekillerinin dokunulmaz-lığının kaldırılması, "sivil darbe" tartışmalarına yol açmış ve uluslararası ilişkilerde Türkiye'nin aleyhine bir görüntüye neden olmuştur.

•Seçim sandıklarının ve oyların çalınması, seçimlere gölge düşürmüştür.

•Seçime Güneydoğu Anadolu bölgesinden katılan adayların bir bölümü seçimlerden çekilmişlerdir. Bunun istisnası RP adayları olmuştur.

•RP'nin başarısı özellikle büyükşehirlerde beklenenin çok üzerinde olmuştur.

•DYP birinci parti olmuş, RP oylarını artırmıştır. ANAP, beklediği oyun çok altında kalmış, solda birleşme sağlanamamış ve genel olarak solun oy kaybı dikkat çekici boyutlarda olmuştur.

•Seçim öncesi kamuoyu yoklamalarının sonuçları genellikle doğru çıkmamıştır. Seçim sonrası hükümette olan DYP-SHP koalisyonu devam etmiş, ANAYOL formülü sonuçsuz kalmıştır.

İzmir’de 1.612.872 seçmenden, 1.479. 872’sinin oy kullandığı ve oy kullanma oranının %91.79 gibi bir orana ulaştığı 1994 seçimlerinde, geçerli oy sayısı 1.395.850 oldu.
Bu oyların partilere dağılımı ise şöyle gerçekleşti:

DYP    208.707 oyla   % 23.51
SHP    306.642 oyla   % 21.97
ANAP            301.275 oyla   % 21.58
DSP     208.707 oyla   % 14.95
RP       100.471 oyla   % 7.20
CHP    80.329 oyla    % 5.75
BĞM   7.589 oyla       % 0.54

Bu oylarla birlikte, İzmir’de 83 belediyeden 32 tanesini DYP, 26 tanesini SHP, 14 tanesini ANAP, 4 tanesini DSP, 1 tanesini RP, 5 tanesini CHP ve 1 tanesini de bağımsız aday kazandı.


SHP, ANAP’TA
PEYNİR TENEKESİNDEKİ
KAFATASI


BELEDİYECİLİK hizmetleri; yol, kanal, park yapmakla sınırlı değildir. Bu ve bunun gibi hizmetler, zaten yapılması zorunlu olan hizmetlerdir.
Kitabın tamamı okunduğunda görülecektir ki hiçbir başkan için, “Şu kadar yol, bu kadar park yaptı.” gibi örnekler verilmemiştir. Buna gerek de görülmemiştir.
Belediyeler; kentin genel anlamda tüm sorunlarını çözebilecek projeler üretirler ve uygularlar. Bunun yanında, vatandaşların özel ve resmi sorunları ile birlikte özellikle resmi kurumların da taleplerini yerine getirmekle yükümlüdürler.
Bunları yerine getirirken ise, parti ayrımı yapmamak zorundadırlar.
Çünkü hizmetin partisi olmaz...
Ancak her dönemde, bu anlayışın uygulanmadığının örnekleri görülür. Eğer talep, partili biri tarafından ve hele hele bir meclis üyesinden gelmişse, o talep ivediler ve önemliler listesine alınır ve hemen yapılır. Hatta bunun için, belediyenin tüm kurumları seferber edilir. Planlar altüst olur; memurların, işçilerin elleri ayaklarına dolanır.
Yıllar boyu süren ve günümüzde bile halen devam eden bu zihniyetin, belki bir oranda yıkılabilmesine yönelik olarak, 1989 yılında, Karşıyaka Belediyesi tarafından ilginç bir çalışma başlatıldı.
Günlerden bir gün, başkan ile sohbet ederken, şu öneride bulundum:
—Başkanım, dikkat ediyor musunuz? Halk gününe gelen vatandaşların büyük bir bölümü SHP’li. Diğer partilerden kimse gelmiyor. Oysa hizmet, sadece bir partinin üyeleri ile sınırlı kalamaz ve bu çok yanlış.
—Evet, ben de farkındayım. Ne yapalım ki?
—Belki çok uçuk bir öneri; ama gelin bundan sonra her hafta, bu halk gününü diğer partilerin ilçe başkanlığı binalarında yapalım. Böylelikle, bu sorunun çözümü için bir adım atmış oluruz.
—Doğru da, bizi topa tutarlar.
—Tutsunlar, denemeden bir şey öğrenemeyiz ki... Hem ne kaybederiz?
Öneriye sıcak bakan Başkan ile program yapıldı. Bir sonraki hafta halk günü toplantısı, Türsen’ in görevden alınması için aylar sonra dava açacak olan bir partinin, yani ANAP’ın Karşıyaka İlçe Başkanlığı binasında gerçekleştirildi.
İlçe binasında, Genel Başkan “Tonton” lâkaplı Turgut Özal’ın duvara asılı büyükçe bir fotoğrafının altında ilk toplantı yapıldı. Halkın katılımı, gerçekten çok yüksekti. Dile getirilen özel ve resmi sorunlar, her zamanki gibi, anında tek tek çözüldü.
Ertesi gün gazete sayfalarında şu başlıklar vardı:
SHP’li başkan ANAP’ta.
Türsen ANAP’ta.
ANAP’ta bir SHP’li.
Özal’ın fotoğrafı altında bir SHP’li.
Bu uygulama, halk arasında kuşkusuz çok olumlu karşılandı. Vatandaş çok memnundu; ama her nedense, partililer pek memnun değildi. Nasıl olur da bir SHP’li Başkan, ANAP’ta halk günü düzenlerdi?
Biz ise, hiçbir eleştiriye aldırış etmeden, sırasıyla DSP, DYP ve RP’de bu halk günlerini düzenlemeye devam ettik.
Yukarıda belirttiğim gibi hizmet, particilikle sınırlı değildir. Kamu kuruluşlarının da bazı sorunlarını çözmek durumundaydık.
İşte bir örnek:
O sabah da erkenden belediyeye gelmiş; bir yandan kahvemi içiyor, diğer yandan da gazeteleri okuyordum.
07.40 sıralarında, Kaymakamlıkta çalıştığını bildiğim bir görevli, beyaz bir beze sarılı büyükçe bir paket getirdi. Bu paket, peynir tenekesine benziyordu ve ağzı mühür-lüydü. Görevli, masanın yanına yaklaşıp paketi yere koydu ve şöyle dedi:
—Sayın Müdürüm, bunu Cumhuriyet Savcımız gönderdi. Aha bu da resmi yazısı.
—Hayırdır, ne var bunun içinde?
—Oku da gör müdürüm...
Resmi yazıyı okuduğumda adeta şok geçirdim. Şunlar yazılıydı özetle:
C.Savcılığı’na Karşıyaka/İzmir
.......ili,....... ilçesinde meydana gelen trafik kazasında hayatını kaybeden, İzmir ili Karşıyaka nüfusuna kayıtlı .....’ın, kazadan sonra geriye kalan ve bulunan bir adet başı, ilişikte gönderilmiştir. Adı geçenin hiçbir yakınının bulunamaması üzerine, söz konusu kafanın gömülmesi için gereğini...
Şaşkındım.
Bir yazıya, bir tenekeye, bir de görevliye bakıyordum.
Düşünebiliyor musunuz, sabahın köründe gelen teneke bir kutunun içinde, insan kafası bulunuyor...
Görevliye sordum:
—Niye bana getirdin bunu? Al bunları, doğru Sağlık Müdürlüğü’ne teslim et, onlar bilir ne yapacaklarını.
—Götüremem Müdürüm, çünkü savcım bunu sadece ve sadece size teslim etmemi istedi.
—Niye?
—Çünkü siz ne yapılacağını bilirmişsiniz.
—Tamam işte, al götür bunu dediğim yere.
Evrak ve “bir adet” insan kafası, ilgili yere gitti; ama bu olayın şaşkınlığını, saatlerce üzerimden atamadım.
***
Belediyelerin, vatandaşın özel ve resmi işlerini çözümle-mekten de sorumlu olduğunu belirtmiştim. İşte buna güzel bir örnek:
Bir gün, yine sabahın erken bir saatinde, odama yaşlı bir teyze girdi. Biraz ürkek ve tedirgindi.
Etrafa dikkatle bakındı. Tuvaletleri kontrol etti. Başkan’ın odasına girip, etrafı gözledikten sonra, ma-samın önünde duran koltuğa oturdu. Başörtüsünü açtı ve başladı konuşmaya:
—Evladım kusura bakma, senden başka kimse var mı yok mu diye merak ettim. Olmadığı iyi oldu.
—Neden teyzeciğim?
—Çok önemli bir şey anlatacağım. Senden başka kimsenin duymasını istemiyorum.
—Buyur teyze, seni dinliyorum.
—Bak evladım. Ben emekliyim. İki gün sonra emekli maaşımı alacağım; ama bugün için ekmek alacak param yok. İşte cüzdanım, bak.
—Rica ederim teyze bakmama gerek yok. Ama ben, biz ne yapabiliriz? Onu söyle bana…
—Bak evladım. Sen bana, iki gün yetecek kadar para ver, ben sana bunu iki gün sonra maaşımı aldığımda geri vereyim. Söz veriyorum, gelirim, veririm. Ben öyle namussuz biri değilim.
—Rica ederim teyzeciğim. Peki ben sizin sorununuzu çözeceğim ama, siz de bunu kimseye söylemeyeceksiniz. Anlaştık mı?
—Tamam evladım söz. Kimseye söylemeyeceğim.
Teyzeye, arzu ettiği parayı verdim ve onu uğurladım.
Bu satırları okurken, “Allah bilir, teyze de gitti, para da gitti” diye düşünebilirsiniz.
Evet, teyze parayı aldı gitti. Ama gerçekten, iki gün sonra geldi ve parayı iade etti.

Sonsöz: Eğer siz halka güvenirseniz, halk da size güvenir. Halkı yok saymak, kendinizi yok saymaktır…










İNSAN HAKLARI PARKI
YAPIM SAVAŞLARI VE
SİLAH ÇEKEN
EMNİYET MÜDÜRÜ…


BU kitapta; İzmir, İzmir Valiliği, Emniyet Müdürlüğü, Çevre Bakanlığı, Türkiye ve SHP gündemini günlerce, aylarca meşgul eden; insanların tehdit edildiği, silahların çekildiği, iki parmak kalındığındaki demir çubuklarla işçilerin işçilere ve bürokratlara saldırdığı, kavgaların yaşandığı İnsan Hakları Parkı olaylarından bahsetme-mek; bu kente ve sizlere haksızlık olurdu.
Anlatılacak bu olaylar, ilçe belediyeleri ile Büyükşehir Belediyesi arasında yaşanan ve her dönemde de mutlaka yaşanacak olan çarpıklığın çok somut ve çarpıcı bir örneği…
Yani, 1580 ve 3030 sayılı belediye yasalarının açmazları, sorunları ve kötü örnekleri…
Çok iyi niyetli bir düşünce ile ortaya çıktı bu parkın yapılması. Şöyle denildi açıklamalarda özetle:
…İnsan Hakları Parkı yapmaya yönelirken istedik ki, çağlar boyu büyük çabalarla kazanılan insan hakları korunsun, geliştirilsin ve hep canlı tutulsun... İnsan hakları değiştirilemez temel öğe kabul edilsin. Bu yönde kamuoyu oluşturmak hepimizin temel görevidir.
Diliyoruz ki ülkemizde ve dünyamızda bu çabalar çoğalsın, hiçbir yönetim, hiçbir kurum ve hiçbir kişi insan haklarını çiğneyen davranışlara girmesin. İnsanca bir yaşam için beraber, el ele...
Parkın yapımının yanında ayrıca, her yıl 10 Aralık Dünya İnsan Hakları Günü’nde, insan hakları savunucu-larına ödül verilmesi kararlaştırıldı.
İnsan Hakları Ödül Komitesi şu isimlerden oluşturuldu:
Cihan Türsen
Belediye Başkanı
Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal
Arkeolog/Yazar
Prof. Dr. İbrahim Armağan
D.E.Ü. Güzel Sanatlar Fak. Dekanı
Dr. Alpaslan Berktay
İnsan Hakları Vakfı Kurucusu/Yazar
Güney Dinç
Avukat/Yazar
Prof. Dr. Münci Kapani
Hukukçu/Yazar
Samim Kocagöz
Yazar
Prof. Dr. Veli Lök
İnsan Hakları Vakfı Kurucusu
Prof. Dr. Mümtaz Soysal
Ankara Milletvekili
Vecdi Altay
Sekreterya ve Organizasyon
Cihan Türsen’in dönemi içinde; 1992 yılında Aziz Nesin’e, 1993 yılında ise Ankara’da aracına bomba konularak öldürülen gazeteci Uğur Mumcu’ ya İnsan Hakları Ödülü verildi.
Bu tarihten sonra verilen ödüllerin veriliş amacı, her nedense biraz değişikliğe uğradı. Ödül Yönetmeliği dışına çıkıldı.
Kemal Baysak’ın belediye başkanı olduğu dönemde; 1994 yılında Bosna Hersek Halkı adına Cumhurbaşkanı Alija İzzet Begoviç’e, 1995 yılında Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’ya ve 1998 yılında da Mehmetçik ile Şehit Aileleri’ne verildi.
1999 yılında göreve başlayan Şebnem Tabak ise, her yıl verilmesi planlanan bu ödülü 2001 yılında, Eğitim Gönüllüleri Vakfı adına İbrahim Betil ile futbolcu Mehmet Özdilek’e (Şifo Mehmet) verdi.
2002 yılı ödülleri ise, İmece Evleri Projesi’nde emeği geçenler adına; Hukukçu Erbay Yucak, Süleyman Bey Köyü Muhtarı Birkan Yıldırım, Aksu Köyü Muhtarı Beşir Üzen ile Çay Köyü Muhtarı Hicran Ayaz arasında paylaştırıldı.
2001 ve 2002 yılında verilen ödüller; özellikle insan haklarının önde gelen savunucuları, demokratik kitle örgütleri ve bu uğurda hayatlarını yitirenlerin aileleri tarafından büyük eleştiri aldı. Birçok çevre bu uygula-mayı, popülist politika olarak yorumladı. Gerçekten de örneğin futbolcu Mehmet’in, insan hakları konusunda ne veya neler yaptığı, sorulması gereken bir soru değil mi? Eğitime katkı amacıyla yüklü miktarda bağış yapılması, insan hakları ödülünün verilmesi için yeterli bir ölçüt müdür?
***
Uzun araştırmalardan sonra parkın, sahil yolu üzerinde Nikah Sarayı’nın yanındaki alana yapılması kararlaştı-rıldı. O dönemlerde sahil yolu düzenlemeleri de başladığı için, parkın buraya yapılması çok isabetli ve anlamlı bir karardı.
Parkın projesi, mevzuat uygulanarak Karşıyakalı mimar Bihrat Mavitan’a verildi. İnşasında ise ortak çalışma gerçekleştirildi. Karşıyaka Belediyesi’ nin teknik olanak-ları da devreye sokularak park, üç müteahhit tarafından yapıldı.
CHP’nin 1999 seçimlerinde Karşıyaka Belediye Başkan adayı olan, Karşıyaka Spor Kulübü’nün eski başkanla-rından Cihan Büyükoral, yine Karşıyaka Spor Kulübü’nün eski yöneticilerinden rahmetli Haydar Mert ve Ekinciler İnşaat; gerçekten, hemen hemen sıfır kâr marjıyla parkı yaptılar. Çünkü onlar da insan haklarını savunuyorlardı.
Kış mevsiminin hızla yaklaşması, parkın inşasını güçleş-tiriyordu. Fakat bir hedef vardı: Bu park, 10 Aralık İnsan Hakları Günü’nde, SHP Genel Başkanı Erdal İnönü tarafından açılacaktı.
Aksilikler hep peş peşe geldi. Hepsinin üstesinden gelindi; ama Büyükşehir Belediyesi ile bu konuda da sorunlar başladı. Sürekli uyarı yazıları geliyordu. Bu parkın yapılması, istenmiyordu Yüksel Çakmur tarafından...
Sonuçta park, bazı eksiklerin ilerleyen günlerde tamamlanacağı düşüncesiyle Erdal İnönü tarafından açıldı. Karşıyaka’da bu kadar görkemli bir açılış, belki de ilk defa yapılıyordu.
Park açılmasına açıldı; ama Büyükşehir ile başlayan sorun, bir çığ gibi katlanarak büyüyordu. Uyarı yazıla-rının ardı arkası kesilmiyordu.
Büyükşehir Belediyesi’nin, Karşıyaka sahil yolunda yapmayı planladığı altı şeritli yol projesine bu park, engel teşkil ediyordu.
Projenin bir bölümünün başlatılması için, sahil yolu üzerinde bulunan tüm palmiyeler, derin köklü ağaçlar; kesiliyor, kaldırılıyordu.
İşte ne olduysa, bundan sonra oldu.
Önüne geçilemez, uzlaşılamaz, konuşulamaz, iletişim kurulamaz, ortak bir karar alınamaz noktalara gelindi. Kent, iki Başkan’ın kavgası nedeniyle ayağa kalktı. İşçiler, memurlar uyuyamaz oldu. Sökülen yaklaşık beş yüz ağacın büyük bir bölümünü Karşıyakalılar yeniden dikti.
İnatlaşma, tüm hızıyla devam ediyordu. Her iki taraf, kendisine göre haklıydı. Ancak bilinen bir gerçek vardı: Hazırlanan projede, amfitiyatro olarak görünen bölüm, imar planının dışındaydı. Türsen, bu bölümle birlikte parkın tamamını kurtarmaya çalışıyordu. Çakmur’un hedefi ise, parkın bütünüydü.
Tepkisini şöyle dile getiriyordu Çakmur:
…Karşıyaka sahilinde dev bir beton yığını olarak duran bu yapıyı sadece adından dolayı sahip çıkılmasını beklemek büyük yanılgıdır. İnsan Hakları kavramı beton yığınları ile değil, göze hoş gelen zarif çizgilerle yapılan anıtlarla mümkündür.
İnsan Hakları, beton dikilerek savunulmaz...

Kavganın, karşılıklı sataşmaların dozu gittikçe artı-yordu. Çakmur, parkın tamamını yıkmaya; Türsen de yıktırmamaya kararlıydı.
Tarih, 22 Temmuz 1992…
Büyükşehir Belediyesi tarafından defalarca söz verildiği halde ve mahkeme kararı da bulunmasına rağmen, ağaç-ların sökümü gece yarısı başladı. Büyükşehir’in hemen hemen tüm teknik araçları, ağır ağır geliyorlardı Karşıyaka’ya. Girne Bulvarı başındaki Yunus Heykeli’ne gelindiğinde, artık iş çığırından çıktı.
Karşıyaka Belediyesi’nin neredeyse tüm elemanları ile Karşıyakalılar da bu alana gelmiş, araçları engelliyor-lardı.
Sonunda olaylar patlak verdi. Herkes birbirine saldırıyordu. Ellerinde iki parmak kalınlığında demir çubuklar bulunan Büyükşehir Belediyesi işçileri, Baş-kan’dan aldıkları talimatı yerine getirmek için, aynı sendikada kader ve emek birliği yapmış arkadaşlarının üzerine saldırıyordu. Bürokratlar ise, bir yandan kavgayı ayırmak isterken, diğer yandan da feci şekilde dayak yiyordu...
Makedonya’da bulunan Yüksel Çakmur, araç telefonu ile görüştüğü Başkan Vekili Kemal Balkanlı’ya, parkın tamamını yıkmadan gitmemeleri, alanı terk etmemeleri talimatı veriyordu.
Bir ara kısa süreli bir sessizlik oldu. Türsen ile Balkanlı, anlaşmaya çalışıyorlardı. Balkanlı; tüm İzmirlilerden, Karşıyakalılardan özür diliyordu.
Gecenin çok geç saatlerinde gerçekleşen bu konuşma esnasında birden, müthiş bir tokat sesi duyuldu. Ses, adeta yankılandı. Herkes, “Bu ne biçim tokat sesi, Osmanlı tokadı gibi...” diyerek çevresine bakarken, Karşıyaka Belediye Başkan Yardımcısı Ömer Erşan; kendisine, ağaçların köklendiği alandaki araçların kaldırılması için söz verdiği halde, sözünü yerine getirmeyen Genel Sekreter Yardımcısı Hamza Erbuğ’un suratına tokadı patlatmıştı. Herkes şaşkındı. Olay hemen kapatıldı; ama iki önemli bürokratı bu noktalara kadar getiren kavga, aylarca konuşuldu.
Sahil yolu düzenlemesinin başlangıcından, parkın bir bölümünün yıkım aşamasına kadar geçen süreç içinde, dönemin İzmir Valisi Kutlu Aktaş; gerçekten çok büyük çaba harcadı, kurumları uzlaştırmak için... Ama her nedense Büyükşehir Belediyesi uzlaşmaya hâlâ yanaşmı-yor, uzlaşmak istemiyordu. Kanunlar çerçevesinde hare-ket edeceğini her görüşmede dile getiren Aktaş, yasala-rın kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, birçok sorunun çözümünde aktif rol oynadı.
İzmir halkı ile bütünleşen Aktaş, 1994 yerel seçimlerinde ANAP tarafından aday gösterilmek istendi; ama kendisi kabul etmedi. Ardından 1999 yerel seçimlerinde aday oldu; ancak kazanamadı. Bu kez, 3 Kasım 2002 tarihinde yapılan Milletvekili seçimlerinde ANAP’tan bu sefer milletvekili adayı gösterilen Aktaş, ANAP’ın baraj altında kalması nedeniyle Milletvekili olamadı ve siya-setten de elini ayağını çekti.
Aktaş’ın bu olaylar sırasında gösterdiği devlet adamı görünümü, uzlaşmacı tavrı, her zaman takdirle karşılan-dı.
 Evet; 22 Temmuz gecesi yaşanan bu olaylardan sonra, dönemin Fen İşleri Müdürü, halen Karşıyaka Belediyesi’nde çalışan Tuncay Çetin başta olmak üzere, burada adını yazmak istemediğim birçok bürokratla, Büyükşehir’in araçları tekrar gelir düşüncesi ile özel araçlarımızda sabahladık.
Sabahın ilk ışıklarıyla, sahil yolu üzerindeki vahşetin boyutları, daha da net görünüyordu. Ortalık, tam anlamı ile bir savaş alanı gibiydi. Kopan, parçalanan, köklerin-den sökülmüş palmiyeler, bu olayı yaratanlara sitem ediyor: acı acı haykırıyordu... Her bir dal, her bir yaprak, her bir gövde hüngür hüngür ağlıyordu sanki. İçler acısı bir görüntüydü bu. Tam bir çevre katliamıydı…
Eskiden olduğu kadar kavak ağacı bulunmamasına rağmen, günümüzde hâlâ İzmir’in Kavakları adlı türkü ile anılan İzmir’de simge haline gelen palmiyelerin; bu şekilde katledildiği bir yer daha yoktur herhalde…
Saat 08.00 sıraları…
Sivil plakalı bir araç, sert bir frenle yanımda durdu. Araçtan “o” indi. Yanıma geldi ve belindeki silahı çeke-rek şunları söyledi:
—Ulan p......kler. Ananızı .......im. Kaldırın ulan bu araçları buradan. Sizlerle mi uğraşacağım. Dün geceden beri yaptık-larınız yeter. Bu şehri, bizleri, bu kadar meşgul edemezsiniz. Sizinle mi uğraşacağız. Hemen, şimdi kaldıracaksınız bu araçları buradan...
Bu kişi; Bursa’da görev yaptığı sırada, Nesim Malki cinayeti sanığı olarak göz altına alınan Erol Evcil’i bir süre koruduğu öne sürülerek merkeze çekilen, dönemin İzmir Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar’dı.
Kısa bir sessizlikten sonra yanıt verdim:
—Lütfen doğru düzgün konuşun. Yakışmıyor size. Bu araçlar Karşıyaka Belediyesi’nin. Sadece burada duruyorlar ve görev yapıyorlar. Ben de burada Başkan adına resmi görevliyim. Söylediğiniz her söz, kendisine söylenmiş gibidir. İfadelerinize dikkat edin...
Yaşanan bu kadar çok olaydan sonra, tüm mahkeme kararları ve planlar uygulandı ve sonuçta Yüksel Çakmur, parkın tamamını yıkamadı; ama en azından amfitiyatroyu yıkarak hedefine ulaştı.
Bihrat Mavitan’ın parkın yapım amacını anlatırken bahsettiği “yaşam zorluğu”, parkın yapımında olduğu gibi, yıkımı aşamasında da ne tesadüftür ki yaşandı...
Ve hatta tüm İzmirlilere yaşatıldı...
Şöyle demişti Mavitan:
…Yerde uzanan metal yolda biçimiyle ve parlaklığıyla netliği vurgularken, içindeki yırtıklar bu yolda yaşam zorluklarını anlatır.
Ve su ise, yaşam yolunun su gibi akmasını diletir bize.
Yırtıkların bittiği nokta yavaşça yükselir.
Bilinmeyen soyut bir noktaya boşluğa, umuda uzanan bir perspektifi anlatırcasına yükselip kapıyı geçer ve uzanır.
Nerede biteceğini kişinin düş gücüne bırakarak...
Kitabımızın bu bölümü, kuşkusuz daha birçok olay ve anılarla doldurulabilir. Gazete sayfaları, köşe yazarları; bu olayı günlerce, aylarca anlattılar. Bu konuda, sadece önemli gördüğümüz gazete haberlerinin başlıklarını aktarmayı uygun görmekteyim.Yorumu, siz değerli okurların…
Sökülen ağaçları halk dikti… Karşıyaka’nın palmiyeleri Bornova’ya dikildi... Türsen, Çakmur’a engel olunmasını istedi…Yol gerginliğine uzlaşma çağrısı...Çölünüz mübarek olsun…Karşıyaka’da kesilecek palmiyeler toplantısı…Vali ağaç kesimini durdurdu…Ağaçlarımızı kesme…Türsen’den kurdelalı protesto…Türsen, kazıkları kurtarma peşinde… Çakmur: Sahil yolu yaşama geçirilecek…Sahil yolu tartışması büyüdü…Türsen-Çakmur kavgası büyüyor…Türsen: Sorun Çakmur’un kendisidir…Deniz kıyısında son kahvaltı… Türsen: Susmayacağız…Palmiyeler kesilmesin…Sahil yolu mahkemelik…Mecliste dolgu kavgası…Türsen Çakmur’a hodri meydan dedi…Kent terörü esti…Yazıklar olsun… Dakika dakika gergin gece… Çakmur, en büyük çevre sorunu haline geldi… Aktaş, arabulucu… Çakmur, terörü şirin gösteriyor… Palmiye sökümünü mahkeme durdurdu … Çakmur ile Türsen karşı karşıya… Sorun, Çakmur’un kendisidir…Karşıyaka’da 20 ağaç köklendi, 500’ü sırada…
Palmiye katliamı… Vali Aktaş olaya el koydu… Karşıyaka sahil yolu kavgası… Yol gerginliğine uzlaşma çağrısı… Palmiyelerin korunması için 20 bin imza…İnsan Hakları, beton dikilerek savunulmaz…Palmiyelerin sökümünü Vali Aktaş durdurdu…Türsen: Karşıyaka sorunu Çakmur’dan kaynaklanıyor…İzmir’de olaylı gece…İnönü: Halkımızı üzmeden çözüm yolu bulun…Çevre Bakanı’ndan Çakmur’a “çalışmayı durdurun” mektubu…Çakmur: Hukukun kararını bekliyorum…İlkel kavgaya hayır!... Çevreye en duyarlı kitle Karşıyaka’dan Ağaçların sökülmesini engellediler…Şarkılarla protesto ettiler…Palmiye kavgasında ilk raund Türsen’in…
SHP il başkanı Karakaş, Çakmur’u suçladı…Çakmur-Türsen savaşı kızıştı…Türsen, sahil yoluna ÇED raporu isteyecek
Bu kavgaya son verin…Bu görüntüleri yaşamak istemiyoruz...
Karşıyaka’da gergin gece…Minik çevrecilerin protestosu…
Çevre Bakanı Akyürek’ten uzlaşma çağrısı…Karşıyaka için bakan devrede…Karşıyakalı çocuklar sahil yolunda eylem yaptılar…Çakmur, Karşıyaka sahil yolu için toplantı düzenledi…Çakmur’dan sahil yolu brifingi… Çakmur, Türsen’e söz hakkı tanımıyor…Çakmur’un Karşıyaka çıkarması “fiyasko”!..Yeşillerin protestosu…Türsen menfaatini düşünüyor…Çakmur’u 150 kişi dinledi…SHP’li başkanlardan söz düellosu…Karşıyaka’da ağaç sökümüne başlandı…Karşıyaka’da ağaç kesimi için imza kampanyası
Palmiyeler için sevgi zinciri…Binlerce kişi yürüyüşe katıldı…
Karşıyaka’da yeşil zincir…Sünnet çocuğu da katıldı…Şimdi Çakmur buna ne diyecek…3 günde 20 bin imza…Sevgi zinci-rinde halka olalım…Karşıyaka’yı bize bırakın…Ya siyah, ya beyaz…Çakmur: Beni yıldıramazlar…Türsen, Çakmur’u Baro’ya şikayet etti…Sahil Yolu’na eğlenceli protesto… Edebiyatçıların palmiye nöbeti…Ağaçlara kurdela…
Bu başlıklar; Hürriyet, Milliyet, Yeni Asır, Cumhuriyet, Türkiye, Zaman, Tercüman, Gazete Karşıyaka, Günaydın, Güneş gibi gazetelerden derlenerek verildi.
Bu olaylar sırasında, özellikle Karşıyaka’da yaşayan edebiyatçıların, yazarların tepkileri çok ilginçti. Sadece roman, şiir yazmak gibi bir sorumlulukları olmadığını bilen ve hisseden duyarlı edebiyatçılar, bu olaylara kayıtsız kalmadılar. Onlar; palmiye ağaçlarının altında günlerce, bıkmadan, usanmadan nöbet tuttular ve hatta kendilerini ağaçlara bağladılar.
İşte bu edebiyatçılardan, TRT kökenli, Radikal Gazetesi Köşe Yazarı Dinçer Sezgin; o dönemlerde yayınlanan Gazete Karşıyaka’daki Yeri Geldikçe köşesinde, 27 Haziran 1992 tarihinde şunları yazıyordu:
LÜTFEN ÇİÇEK GÖNDERMEYİN
İki yıl önce, sanırım Temmuz ayın-daydık. Akşam, evime geldim. Posta kutusunda İzmir damgalı bir zarf çıktı. Merakla açtım. Kısacık bir kut-lama yazısıydı. Şöyle:
Sayın Dinçer Sezgin,
Yunus Nadi röportaj yarışmasında kazandığınız birincilik ödülünü kutlar, hemşehriniz olarak başarılarınızın devamını dilerim. Saygılarımla. Yüksel Çakmur. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı.
Öyle çok sevindim ki…Öyle çok kıvandım ki...
Yıllar yıllar önce, TBMM’de Engin Aydın ayaküstü tanıştırmıştı beni sayın Yüksel Çakmur’la. Hem beni unutmayışına, hem belleğine hayran oldum o kısacık kutlama yazısını okuyunca.
Öyle çok heyecanlandım ki.Öyle çok yüreğim kabardı ki.
İki damla yaş akıverdi gözlerimden...
Aradan iki yıla yakın bir zaman geçti. Karşıyaka Belediyesi’nin düzenlediği BİR KİTAP BİR YAZAR adlı et-kinliklerden birine beni de çağırdılar. Sevine sevine kalkıp geldim. Salon kalabalıktı ama Yüksel Çakmur yoktu. Ama beni unutmadığını gösteren görkemli çiçekleri masanın önünde duruyordu.
O gün öyle çok sevindim ki…Öyle çok mutlu oldum ki...
Kendimi tutmasam onca insanın önünde ağlayabilirdim.
Sonra İzmir’e atandım. Yine Karşıyaka Belediyesi’nin destek verdiği önerimle Anılarla Şiirler adlı iki etkinlik düzenledik. Çakmur orada da yoktu. Ama çiçekleri oradaydı. O çiçekleri görünce yine çok sevindim, çok umutlandım..
Buraya değin her şey ne denli güzel değil mi? Ama şuradan itibaren söyleyeceklerim, hiç de güzel olmayacak. İki gün önce bir akşam üstü, Karşıyaka’da, gövdelerine fiyonklar bağlanmış palmiyeler gördüm. Fiyonkların üzerinde, FİYONK BAĞLI PALMİYELER KESİLECEK diye yazıyordu. Kimin usuna gelmişti, kesilecek palmiyeler üzerine pembe, ya da kırmızı renkli fiyonklar bağlamak bilmiyorum. Ama birden bire gözü-mün önüne kurbanlık koyunlar geldi. Anadolu’nun bazı yerlerinde kurbanlık koyunların boğazlarına böyle kırmızı fiyonklar bağlanıp dolaştırırlar.
Ama asıl düş kırıklığım, bu ağaçları, bu palmiyeleri Çakmur’un kestireceğini öğrendim. Yani bana o çiçekleri gönderen Çakmur kestirecekti bu palmiyeleri. Söylediler, Çakmur tam 540 tane palmiye kestirecekmiş. İnanmam dedim, bana çiçek gönderen bir insan ağaçlara, çiçeklere, yeşile, doğaya, çirkinliğe evet demez, dedim. Ama, ne yazık ki duyduklarım, söylenenler doğruymuş. Kesilecek palmiyelerin üzerine çarpı işareti konmuştu.
Kırk yıl sonra geldiğim kentimde böyle bir KATLİAM’la karşılaşacağımı hiç düşünmemiştim. Hele hele, gönderdiği bende ince, duyarlı, şiirden sanattan, güzellikten yanaymış duygulanımları uyandıran bir insanın, bir katliamın altına imza atması beni allak bullak etti. ACABA ÇAKMUR ÇİFT KİŞİLİKLİ Mİ? diye düşündüm.
Yani o insanın içinde, kendi kendisiyle büyük bir savaşım var demektir. Yani kendi kendisiyle barışık değildir. Bu yüzden de içindeki doğru sesi duyması olanaksızdır. Ve o insan yardıma muhtaçtır. Siz İzmirlilerin yardımına ve özellikle bilim adam-larının yardımına..
Sayın Çakmur, içinizdeki iyi insan savaşı kazanıncaya değin, lütfen bana çiçek göndermeyin.
Eylem yapan edebiyatçılardan diğeri ise, Şair Hidayet Karakuş’tu. O da, KARŞIYAKALI PALMİYE adını verdiği şiirinde, isyanını şöyle dile getiriyordu:
vinçle çekecekler yukarı
özsularım canım boşalacak
yaralarımdan size doğru
kardeşlerim son bir merhaba deyin
ölümü bekleyen gövdeme dokunarak.
yarın olmayacağım
köklerim toprağını yitirecek
yurdunu yitiren insan gibi
sizi hep sizi güzelleştirdim
rüzgarlarla selâmladım sizi
parmaklarınızla son bir kez dokunun
dökülen yapraklarımı yerden alarak.
ben karşıyakalı palmiye
kalbimin üzerinden yol geçecek
kök boşluklarımı beton dolduracak
artık otuz yıl kırk yıl
yeşil yok size serinlik yok.
dostlarım Karşıyakalılar
uyur uykunuzda sayıklayın
düşlerinizde görün beni
gerçekte olmayacağım artık
ruhumu da gövdemi de sizi de
çelik tanrılar göğe çekecek
ben sizi hep sizi düşündüm
gelin bir merhaba deyin
gövdemde buluştuğunuz sevgilinizi
anımsayın
düşürdüğünüz gülü
rüzgârıma karışan kahkahanızı
alın benden bir elveda deyin
çığlıklarım bunlar benim
varmazsa yüreklerinize
sağırsa bakışlarınız
körse diliniz
ne diyeyim çölünüz mübarek olsun
hayrını görün cehenneminizin.
Şair, yazar Hüseyin Yurttaş da tüm sanatçıları, dönü-şümlü olarak palmiyeler altında nöbet tutmaya çağırıyor ve şöyle diyordu:
…Gelin bu kurbanlık palmiyelerin son kez resmini çekin. Altında son kez kitaplarınızı imzalayın ya da tuvalinize bu güzellikleri son kez çizin…
Bu olaylarda herkes, üzerine düşen görevi yerine getirdi. Çevreye zarar vermeye yönelik her olayda eylem yaparak dünyaya sesini duyuran uluslararası çevre örgütü Greenpeace bile, Çakmur’un gerçekleştirdiği bu katliamı protesto etmek için Karşıyaka’ya gelerek, İnsan Hakları Parkı’na bir palmiye dikti.







GAZETECİLERİN GAZETECİYE
YAPTIKLARI…


BU bölümde anlatacağım; meslektaşlarımla yaşamış olduğum sorunlara, KURUM olarak Yeni Asır Gazetesi’nin değil; aksine Yeni Asır’ın o dönem Yazı İşleri Müdürü Hamdi Türkmen ile Muhabir Ahmet Aydın’ın yol açtığını öncelikle belirtmek isterim.
Bu durum; bazı yöneticilerin, kişisel beklentileri uğruna, çalıştıkları kurumları nasıl kullanabildiklerine bir örnek teşkil eder.
***
1989 yılında yapılan yerel seçimlerde, Türkiye’nin; İzmir, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere en büyük illerinde ve ilçelerinde büyük başarı sağlayan SHP’li belediye başkanlarının en büyük özelliklerinden biri, kuşkusuz yanlarına gazeteci kökenli kişileri almaları ve onlarla birlikte çalışmalarıydı.
Bu özellik, saygı duyulacak bir özellikti. Bu davranış, aynı zamanda gazetecilik mesleğine gösterilen saygının çok somut bir örneğiydi.
İzmir’de de birçok belediye başkanı bu uygulamayı ger-çekleştirdi. Gazetecilik mesleğinden ayrılarak belediyede görev yapan ilk gazeteci bendim. Ardından Büyükşehir’de Atilla Sertel, Bornova’da Cengiz Duyar, Buca’da Ünver Ergün ve Konak’ta da Işık Teoman, Bülent Demirsoy gibi gazeteciler görev yaptılar. İçlerinde beş yılı tamamlayan tek Basın Danışmanı ise, yine bendim. Çünkü, öyle söz vermiştim Belediye Başkanı’na.
Bu görevin gerçekleşmesi, ilginç olaylar ve tesadüfler zinciridir.
Seçim atmosferine girildiği dönemlerde, İmtiyaz sahip-liğini Kömürcüler Odası eski Başkanı Latif Demirağ’ın, genel yayın müdürlüğünü ise Sezer Doğan’ın yaptığı; İzmir başta olmak üzere, İstanbul ve Ankara gibi illerde halen gazetecilik yapan birçok meslektaşımız tarafından okul olarak görülen EGE TELGRAF GAZETESİ’nde siyasi muhabir olarak çalışıyordum. Hemen hemen her gün, en az üç aday adayı ile söyleşi yapıyordum ve bunlar da bir bir yayınlanıyordu. Bu durum, patronu çok mutlu ediyordu. Çünkü tüm aday adayları; yüzler-ce, binlerce gazete satın alıp, seçim bölgelerinde ücretsiz olarak dağıtıyorlardı.
Bir sabah işe gitmek üzere evden çıktığımda posta kutumda, Karşıyaka’da ön seçimi kazanan Cihan Türsen’in; tabloid boya, hafif pembemsi bir kâğıda basılmış seçim broşürünü buldum. Gazeteye varıncaya kadar, yolda incelediğim broşürde birçok hata gördüm. Yanlış ifadeler, cümle düşüklükleri göze batıyordu. İçimden, “Bir aday bunu nasıl yapar?” dedim. Broşürün arka sayfası ise, “arananlar” listesi gibiydi. Burada; Erdal İnönü, Yüksel Çakmur ve Cihan Türsen’in fotoğrafları sıralanmıştı.
Aynı gün, Yüksel Çakmur’un, 1.Kordon’da bulunan seçim bürosunda basın toplantısı vardı. O dönemlerde Yeni Asır Gazetesi’nde siyasi muhabir olarak çalışan; CNN TÜRK’ün açıldığı ilk günden, oradan ayrıldığı güne kadar büyük bir başarı ile ekonomi ağırlıklı program yapan ve halen SÜTAŞ’ın basın müşavirliği görevini yürüten Sedat Pişirici ile buluşarak seçim bürosuna gittik. Partililer, adaylar, sıraya dizilmiş; Çakmur’u bekliyorlardı.
Çakmur geldi. Basın mensubu olarak, bizler de ayağa kalktık ve Çakmur’la tokalaşmaya başladık. Sıranın en başında ben bulunuyordum. Yanımda ise Sedat vardı. Sedat’a döndüm ve şöyle dedim:
—Bak Sedat, arkamızdan dolaşacak ve yine gelip beni, seni öpecek ve yine hatırımızı soracak.
Gülüştük. Söylediğim gibi, birkaç dakika sonra gerçek-ten aynı şeyi tekrarladı Çakmur. Çünkü Çakmur’un en büyük özelliği, nerede olursa olsun insanları gözüne yakın bir yerinden öpmesi, saygı ve sevgilerini sunmasıydı.
Basın toplantısı bitti ve hemen Türsen’in yanına giderek şöyle dedim:
—Ya Başkan, broşürünü sabah gelirken yolda okudum; ama doğrusu bunu sana ve Karşıyaka’ya hiç yakıştıramadım. Bunu okuduğumda, doğrusu, Karşıyaka’da oturan bir vatandaş olarak tepki gösterdim. Niye bu kadar hatalar var, niye bu kadar garip bir broşür bu? Keşke yardımcı olsaydık sana...
Türsen, bu broşürün çok acele yapıldığını; ancak yardım edilmesi durumunda bunu seve seve kabul edeceğini ve hatta bir Karşıyakalı olarak bunu yapmam gerektiğini iletti bana. Ben de kabul ettim. Ancak bu beraberlik, seçimlere bir hafta kala gibi bir süre ile sınırlı kalacaktı.
Konuyu Latif Demirağ ve Sezer Doğan’a açarak izin istedim. Onlar da hiç tereddüt etmeden bu izni verdiler. Seçim sonrası yeniden gazeteye dönebilecektim.
O bir hafta boyunca, Türsen ve ekibi ile çalışmalarımız çok yoğun bir şekilde geçti. Hemen hemen tüm gazete-lerde, her gün, üretilen projelerin haberleri yer alıyordu. Tabii bu arada, o dönemlerde gazetelerin yönetim kadrosunda bulunan arkadaşlarımızın, etkin ve sözü dinlenir muhabirlerin katkılarını da unutmamak gerekir.
Seçimlere bir-iki gün kala, artık son kozlarımızı oynu-yorduk. Basına geçilmesi gereken bir faks için, görevlendireceğim eleman bulma zorluğu çekiyordum. Seçim bürosunda, önüme çıkan bir bayandan bu görevi yerine getirmesini istedim. Bayan, hasta olduğunu, bunu yapmayacağını söylediğinde çok sert bir tepki göster-dim:
—Hanımefendi! Kimsiniz bilmiyorum, beni de ilgilen-dirmiyor; ama hasta da olsanız bunu yapmak zorundasınız. Şurada kalmış bir-iki günümüz. Hem siz nasıl hastasınız? Hastaysanız gidin evinizde yatın, burada da ayak altında dolaşmayın. İşe yarayın. Alın şu bülteni, hemen basına geçin.
Bayan, hiçbir şey söylemedi; ama görevi de yerine getirdi. Bu bayanı, mazbataların Kaymakamlık binasın-dan alımı sırasında bir kez daha gördüm. Meğer bu kişi, Meclis Üyeliği’ne seçilen Nüket Tuna’ dan başkası değilmiş.
Seçim gecesi, Karşıyaka sokaklarında büyük coşku vardı. Sonuçlar açıklanmamıştı; ama ben görevim gereği, Türsen sanki seçimleri kazanmış veya kaybetmiş gibi, evde, iki basın bülteni hazırlamıştım. Çünkü biliyordum, seçim sonrası tüm meslektaşlarım, başkanlardan ilk demeçlerini almak için çaba harcayacaklardı.
Saatler sonra sonuçlar belli olmaya başladı. Karşıyaka Çarşısı’nda adeta bayram havası vardı. Çünkü Büyükşehir dahil tüm ilçeler, ANAP’tan SHP’ ye geçiyordu.
Sonuçlar belli olunca, seçim gecesi bürodan iskele mey-danına kadar yürümemiz saatler aldı. İskeleye geldiği-mizde, Türsen bana seslenerek, seçim çalışmalarında kullanılan, kendisine ait kırmızı renkli Ford marka ara-baya hemen binmemi istedi. Arabada benimle birlikte; aracı kullanan Ahmet abimiz, Türsen’in kayınpederi rahmetli Azmi Çokbilir ve Karşıyaka’nın yeni Belediye Başkanı Cihan Türsen vardı. Yolda Türsen’e, önceden hazırlamış olduğum ilk bülteni gösterdim (ikinci bülteni ise, katlayıp cebime koydum ve hiçbir zaman kendisine gös-termedim). Okudu ve onayladı.
Yüksel Çakmur’un seçim bürosuna geldik. Meslektaşlarım diğer başkanlardan teker teker mesajla-rını alırlarken, biz bülteni veriyorduk hemen. Çünkü gazetecilerin, gecenin önemi gereği zaman kaybetme lüksü yoktu. Gazeteler baskıya girecekti. O dönemlerde Hürriyet Gazetesi’nde görev yapan Mehlika Türkmenoğlu, bülteni aldığında şöyle dedi:
—İşte Karşıyaka farkı, farklılığı...
Sabahın çok erken saatlerinde eve dönüldü. Öpüşerek ayrıldık Türsen’le. 27 Mart akşamı, evden Türsen’i aradım. Eşi Bingül, gelmediğini, gelir gelmez aratacağını söyledi. Gerçekten de gecenin ilerleyen saatlerinde aradı Türsen:
—Vecdi, her şey için teşekkürler.
—Ben de çok teşekkür ederim. Benim açımdan hem deneyim ve hem de keyifli bir çalışma oldu. Umarım, farklı alanlarda olsak da, ileride de çalışma ortamları yaratırız, etkinlikler gerçekleştiririz.
—Neden olmasın? Hatta bu birliktelik belediyede bile olabilir.
—Nasıl yani?
—Yarın gel işbaşı yap. Ben de zevk duyarım.
Bu teklif, samimi bir teklifti. O dönemlerde her ne kadar Yüksel Çakmur’un kadrolaşma listesinde Büyükşehir Belediyesi Basın Halkla İlişkiler Daire Başkanı olarak adım geçiyordu ise de, Türsen’i tercih etmem kadar doğal bir şey olamazdı. Zaten, aynı zamanda Karşıyaka’da oturuyordum ve Karşıyaka’yı gerçekten çok seviyordum.
Böyle de oldu.
İlerleyen günlerde Türsen’le Belediye’de buluştuk. Hiçbir koşul öne sürmedim. Bana, konumuma uygun bir kadro arandı; ama bir türlü bulunamadı. Türsen, o dönemlerde aldığı maaşın bir bölümünü bana veriyor-du. Bu, bir süre böyle devam etti.
Daha sonra ise, daktilo memurluğundan zabıta memuru kadrosuna atanarak; vekaleten özel kalem başta olmak üzere, aynı zamanda basın halkla ilişkiler, kültür gibi daha birçok görevi yürütmeye başladım.
İşte bu tür kadrolaşma bile, belediyelerde basın danış-manı görevini üstlenen gazetecilerin hangi koşullarda çalıştıklarına somut bir örnektir.
Her şey iyi gidiyordu. Yıllarca bürokraside görev yapmış olmamın avantajlarını kullanıyordum.
Haftalar, aylar hızla ilerliyordu. Görevim gereği, yeri geldiğinde 24 saat çalışmayı kabul etmiştim; çalışıyordum. Bu nedenle, Belediye’ye ait Bostanlı 6345 sokaktaki lojmana Görev Tahsisli olarak taşınacaktım.
Çok ilginçtir bu ev, benden önce burada oturan iki belediye görevlisinin vefat etmesi nedeni ile, uğursuz ev olarak nitelendiriliyordu. Kimsenin oturmak istemediği bu konutu; Muhtar, polis ve belediye görevlileri ile birlikte açtırdım. İçerisi, gerçekten berbat bir haldeydi. Eşyaların sayımı ve dökümü yapıldı. Tutanakla birlikte Örnekköy’deki şantiyeye kaldırıldı.
Oturulması mümkün olmayan konutun, boyanması veya başka bir şekilde temizlenmesi gerekiyordu. Satınalma Müdürlüğü elemanlarına talimat vererek, boya ve duvar kağıdı fiyatlarının araştırılmasını istedim. Aynı gün gelen teklifleri ilgili kişilerle de değerlendi-rerek, en ucuz olanın duvar kağıdı olduğuna karar verdim. Gerekli yasal işlemler yapıldı. Karar encümen-den geçti ve konut duvar kağıdı ile kaplandı.
Aynı zamanda encümen üyesi olan Meclis Üyesi Ahmet Bozkurt, sanki beni ve Türsen’i yıpratmak istermişçe-sine, gizli gizli basını arayarak, birçok konuda aslı astarı olmayan ihbarlarda bulunuyordu.
Birçok gazete, muhabir; bu ihbarları ciddiye almazken, Karşıyaka Belediyesi’ne bakan, halen TRT İzmir Bölge Müdürlüğü’nde görev yapan dönemin Yeni Asır muhabiri Ahmet Aydın; bu ihbarlara adeta balıklama atlıyordu. Kendisine göre, çok çok önemli haberler yakalıyordu. Bu tür mevkilere saldırarak, aslı astarı olmayan haberler yaparak, meşhur olunmayacağını bilmiyordu.
Gazetecilik mesleğine yaklaşımım ve meslek ilkelerim açısından aykırı düştüğüm bu gazeteci; Ahmet, Bozkurt’un daha encümene bile iletilmemiş yanlış ih-barının oyununa gelmiş ve haberi yazı işlerine taşımıştı.
Ne ilginçtir ki yazı işleri de bu haberi; araştırma yapma, karşı tarafın görüşünü alma gereği bile duymadan yayınlamakta bir sakınca görmemişti. Ama ne üzülecek bir olaydır ki, dönemin yöneticilerinin “çamur at, izi kal-sın” yöntemi geçerli olmuştu.
Haber, Yeni Asır’ın 15 Şubat 1990 tarihinde yayınlanan sayısında şöyle verildi:
Duvar Kağıdı tartışması
Karşıyaka Belediye Başkanı Cihan Türsen, Belediye Özel Kalem Müdürü Vecdi Altay’ın belediye lojmanlarındaki dairesine duvar kağıdı döşetilmesi talebini Encümene sevk edince olay çıktı. SHP Meclis üyesi Ahmet Bozkurt. İbrahim Doğan, Müjdat Ünsalan ve Avni Çelebi, teklifi reddettiler.
Büyükşehir lojmanlarından bekar olmasına rağmen Altay’a daire tahsisinin yanlış olduğunu savunan Bozkurt teklifin de Büyükşehir’e yapılması gerektiğini öne sürdü (Yazarın notu: Büyükşehir tarafından ilçe belediyelerine, kullanılmak üzere tahsis edilen tüm konutların bakım ve onarımı, yasa gereği ilçe belediyelerine aittir. Bozkurt, bu yasayı bilmeden açıklamada bulunmuştur. Bir meclis üyesinin bunu bilmemesi, düşündü-rücüdür.).
Bozkurt şöyle konuştu: Evli çoluk çocuk sahibi pek çok belediye çalışanı varken, bekar Vecdi Altay’a lojman tahsis edildi. Bu yetmiyormuş gibi, şimdi de duvar kağıdı isteniyor. Vatandaş hizmet beklerken, sayın başkan duvar kağıtlarıyla uğraşıyor. Encümende olduğum sürece, belediye parasının çarçuruna karşı çıkacağım.
Haber içinde “Yazarın notu” olarak belirttiğim gibi, konutların bakım ve oranımı ilçe belediyelerine aittir. Hatta bu konuda, Yüksel Çakmur tarafından 25.09.1989 tarihinde Karşıyaka Belediyesi’ne gönderilen, çok ilginçtir, tarihi ve sayısı bulunmamasına rağmen kaydı yapılan evrakta şunlar yazılıydı:
...Bu bilgiler ışığında Belediye Başkanlığınıza tahsis edilen 31 konutun bundan böyle 2946 sayılı yasa ve uygulama yönetmeliğine göre tahsisi, bakımı, onarımı ve tahliye işlemleri başkanlığınızca yürütülecek olup, kira sözleşmeleri belediye-miz Emlak ve Kamulaştırma Müdürlüğünce yapılacaktır. Bilgilerinize rica ederim.
18 Ocak tarihinde, yani Ahmet Bozkurt’un açıklamasın-dan üç gün sonra toplanan Encümen, 4/57 Karar No ile 450.000.-TL bedelli işi Birlik Ticaret’e yaptırma kararını alıyordu. Yani, açıklamalarıyla yıpratma politikası uygulayan bazı üyelerin imza ve kararlarıyla... Eminim sizler de, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.” Diyorsu-nuzdur içinizden...
Peki, yukarıda da belirtildiği gibi, eğer konut yağlıboya ile boyansaydı ne ödenecekti?
Yaklaşık 510.000.-TL...
***
Her insanın, ekonomik koşullarını iyileştirebilme adına; yasal, başkasını ezmeden, başkasının hakkını yemeden, başkasının koltuğunu altından çekmeden, omuzlarına binmeden yaptığı her mücadeleye saygı duyarım. Kendi adıma da bunun böyle olmasını isterim.
Her çalışan, üreten insan gibi benim de ekonomik anlamdaki kazanımlarım yeterli gelmiyordu. Memur kadrosu ile aldığım maaş, görevim ve yaşamım gereği yetmiyordu. Bunun için yeni yeni arayışlara girmiştim. Memur kadrosundan istifa edip, işçi kadrosuna geçmeyi önerdim Başkan’a. Başkan da gerekli olan tüm yasal işlemlerin yerine getirilmesi koşuluyla, teklifimi kabul etti. Her şey hazırlandı ve yasal süreç başlatıldı.
Bu süreç işlerken, yine yanlış istihbarat alan uyanık gazeteci Ahmet Aydın ile Karşıyaka Çarşısı içinde bulunan belediye binasının önünde karşılaştım:
—Vecdi abi, seninle ilgili bir bilgi var. Memurluktan istifa edip, işçi kadrosuna geçecekmişsin, doğru mu bu?
—Evet Ahmet doğru. Her insan gibi benim de böyle bir hakkım var.
—Yasal olmadığını söylüyorlar.
—Neresi yasal değilmiş?
—Bilmiyorum abi. Ben bunu haber yapacağım. Ne söylersin?
—Benim söyleyecek fazla bir şeyim yok. İstersen çık yukarı, Başkan yerinde. Ancak şunu bil ki yine yanlış istihbarat almışsın. Bunu da yanlış yorumlamışsın. Aman dikkat et, bu haber yüzünden tekzip yiyebilirsin. Sen yine de ağabey sözü dinle.
Ahmet’in Türsen’le görüşmesini gerçekleştirmiş oldu-ğunu, Belediye’ye döndükten sonra öğrendim. Ancak içim rahat değildi. Mesleki tecrübelerim bana, Ahmet’i arayıp nasıl bir haber yapacağını öğrenmem gerektiğini söylüyordu. Ahmet, telefonda garip garip konuşup kendini savunmaya kalkınca, anladım ki yazı işlerini yine yanlış yönlendirecek.
Aynı zamanda Ahmet Aydın; günlerce, sabahın en erken saatinden gecenin ilerleyen saatine kadar lojman karşı-sında yapılmakta olan inşaatın balkonunda nöbet tutu-yor; sürekli beni izliyor; fotoğraf çekiyordu. Bu yaptığı bile yasal değildi; ahlâka sığmıyordu ve kişilik haklarımın sınırlarını zorluyordu. İstediği bir fotoğrafı elde etmek için, bu kadar yıpranmasına gerek olmadığını, dilerse istediği bir şekilde poz bile verebileceğimi söylememe rağmen, kendince gazetecilik (!) yapmayı tercih ediyordu.
Bu duruma elbette seyirci kalamazdım. Hiç tereddüt etmeden gazeteye gidip, dönemin yönetim kadrosu ile görüşmeler yaptım.
O dönem; üst düzey yöneticiler arasında, Günaydın Gazetesi’nin Ege ekinde çalışan, ancak işlerine son verilen, daha sonra Dinç Bilgin’i ikna ederek yeniden Yeni Asır’a dönen, Erdal Şafak ile Hamdi Türkmen vardı.
Sabahın çok erken saatlerinde, gerek Hamdi Türkmen ve gerekse dönemin Haber Müdürü Gönül Soyoğul ile yaptığım görüşmede, tüm yasal belgeleri önlerine koydum. Tek tek açıklamalarda bulundum. Yapılacak olan bir haberin, mümkün olduğunca bu belge ve bilgiler çerçevesinde değerlendirilmesini istedim. Ardından da, bu çerçeve dışında yayınlanacak bir haber karşısında yasal haklarımı sonuna kadar kullanacağımı ifade ettim.
Hamdi Türkmen ve Gönül Soyoğul’un yaklaşımları son derece olumluydu. Hatta her ikisi de, işin aslının bu şekilde olduğunu bilmediklerini, bu olayın haber değeri taşımadığını söyledi.
Amacım, haberi engellemek değildi kuşkusuz. Buna hakkım da yoktu. Ancak, muhabir tarafından bilgilen-dirilmenin eksik ve yanlış olabileceğini anlatmak gerekiyordu.
Bana verilen söze güvenerek gazeteden ayrıldım.
Ertesi sabah, yani 03.09.1990 Pazartesi günü Yeni Asır Gazetesi’ni okurken üçüncü sayfaya geldiğimde, şok olmuştum. Gazetenin yönetimi, çok ilginçtir, 1994 senesinde Bornova Belediye Başkanı olan Prof. Dr. Aysel Bayraktar’ın yanında, gerçekten TEMİZLİK İŞÇİSİ kadrosunda göreve başlatılan; ancak BASIN DANIŞMANLIĞI yapan muhabir Ahmet Aydın’ın hazırladığı bu haberi, sayfalara taşımıştı. Oysa Ahmet, basın danışmanlığı yaptığı o dönemde, hiçbir gazeteye haber olmamıştı. Haber değeri taşımıyordu demek Ahmet (!)...
Sayfanın manşeti şöyleydi:
SARI BASIN KARTLI ÇÖPÇÜ ARANIYOR
Haber özetle şu şekildeydi:
Türsen, Basın Danışmanına daha fazla maaş verebilmek için ilginç bir yöntem buldu. Yüksek ücret için işçi olması. İşçi kadrosu için de sınav gerekiyordu. Böylelikle 1 milyon 200 bin lira maaş alacaktı. Yasal Kılıf hazırlandı. Karşıyaka Belediyesi Temizlik işlerine alınacak bir işçi için sınav açtı. Vasıflar da Vecdi Altay’ın tanımına uyduruldu. 30-35 yaşlarında, en az lise mezunu, sarı basın kartına sahip, fotoğraf makinesi, fax ve telefax kullanabilen bir işçi.
Ancak, bu olayın gelişimi hakkında bilgi aktarmak gerekir; yanlışlıkları düzeltebilmek adına. Çünkü Türkiye’de, herhalde sadece ve sadece İzmir’de görülebilecek ilginç bir olaydır bu yaşananlar...
Bu olay yüzünden İçişleri Bakanlığı, Valilik, Kayma-kamlık, müfettişler, mahkemeler gereksiz yere harekete geçirilmiş ve mesleki etik ayaklar altına alınmıştır.
Personel Müdürü Ayşe Tan ve Koordinatör Başkan Yardımcısı Nejdet İleri imzalı 08.08.1990 tarih ve 1990/1127 sayılı bir yazı, Başkanlık Makamı’ na gönde-rilir. Yazıda şöyle denilmektedir:
Başkanlık Makamına
Belediyemiz basın ile ilişkilerini yürütmek amacıyla, gazetecilik mesleğinde deneyimli bir işçi personele gereksinim duyulmaktadır. Yukarıda belirtilen işçi personelin İş Bulma Kurumundan sağlanması ve kişi başına ödenecek 30.000.-TL ücretin kuruma yatırılması hususunun Encümen’ce görüşülerek karara bağlanmasını tensiplerinize arz ederim.
Bu yazı Başkan tarafından onaylanır ve Encümen’e sevk edilir. Encümen kararından sonra, İş Bulma Kurumu’na müracaat edilir ve işçi istem formu gönderilir.
İşte bu istem formu, yaşanan bu olayların dikkat çeken en önemli noktasıdır. Bu form incelendiğinde görülecek-tir ki hiçbir bölümünde TEMİZLİK İŞÇİSİ ifadesi yok-tur. Formun 5 numaralı, “İşyerinde başvurulacak kişinin veya ilgili birimin adı” bölümünde BAŞKANLIK; 10 numaralı, “İstenilen elemanın işyerinde yapacağı iş” bölümünde de ise BASIN DANIŞMANLIĞI VE HALK-LA İLİŞKİLER yazmaktadır.
Yani, Temizlik İşleri Müdürlüğü uhdesindeki kadronun, Başkanlığa tahsis edilmesinden ibaret bir konudur. 5 nolu bölümde belirtildiği gibi, başvurulacak birim TEMİZLİK İŞLERİ değil, BAŞKANLIK’tır.
Söz konusu yazılı ve sözlü sınavın bile yapılmadığı iddi-aları ortaya atıldı bu sırada. Oysa bu bile acımasız bir iftiraydı. Yazılı sınav yapılmıştı. 23.08.1990 tarihinde, Koordinatör Başkan Yardımcısı Nejdet İleri, Kültür Müdürü Ercan Kızılay ve Personel Müdürü Ayşe Tan’dan oluşan komisyonun soruları şöyleydi:
1)Hilafet hangi tarihte kaldırılmıştır, laiklik nedir, Tevhid-i tedrisat size ne anlatır? Kısaca açıklayınız.
2)İstanbul ve Çanakkale boğazlarında Türkiye’nin denetim ve egemenliğini pekiştiren anlaşma hangisidir? Hangi tarihte imzalanmıştır?
3)Basın ve düşünce özgürlüğünün ayrılmazlığını kısaca açıklayınız.
4)Belediye yönetim organlarını sayınız.
5)2x + 3y = 5
  x – 2y = 6 denklemini çözünüz?
Haberde bahsedildiğinin tersine, yapılan tüm işlemler KILIFLI değil, her anlamıyla YASALARA UYGUNDU...
Peki bu haberden sonra neler oldu?
İşte, İzmir’i ayağa kaldıran; İzmir gündemini, Bakanlığı, Valiliği, Kaymakamlığı, mahkemeleri; aylarca, yıllarca gereksiz yere meşgul eden olaylar zinciri başladı. Başkan Türsen, yasal bir işlemi yerine getirdi. 07.09.1990 tarih ve 2266 sayılı bir yazı göndererek, lojmanı terk etmemi istedi:
...6345 sokaktaki 24/8 kapı nolu lojman, görev önemine binaen 11.01. 1990 tarihinde şahsınıza tahsis edilmiş idi. Bu kez, 27.08.1990 tarihi itibariyle belediyemiz sürekli işçi kadrosuna geçmiş olmanız nedeniyle 2946 sayılı Kamu Konutları yasasına göre lojmandan yararlanmanız mümkün değildir. Bu nedenle, Kamu Konutları Yönetmeliğinin 21. maddesinin d bendi uyarınca, yazının size tebliğ edildiği tarihten itibaren iki ay içinde oturmakta olduğunuz lojmanı tahliye ederek anahta-rını Belediyemiz Emlak İstimlak Müdürlüğü’ne teslim etme-niz, aksi takdirde yönetmeliğin 8. maddesine göre işlem yapıla-cağı konusu önemle tebliği olunur.
Elbette şaşılacak bir durumdu bu.
Bu kez, 18.09.1990 tarihinde, ben bir dilekçe vererek şu görüşleri bildirdim:
...2946 sayılı yasa ve ilgili yönetmelikler uyarınca yaptığım görev özelliği ve önemi dikkate alınarak, halen oturmakta olduğum lojmanda kalmam gerektiği inancını taşımaktayım...
İşte bu dilekçenin altında, Türsen’in kendi el yazısı ile yazdığı, imzaladığı ve Emlak İstimlak Müdürü Vildan Bilgi’ye gönderdiği bir not vardır.
Bu notta şöyle denilmektedir:
…Görevinin önemi ve özelliği dikkate alınarak lojman kullan-mı uygundur. Cihan Türsen
Bu arada ben de boş durmuyor; gazeteye dava açma hazırlıkları yapıyordum. Avukatım Ümit Aydil, tüm delilleri topluyor ve sonunda davayı açıyordu.
Bu arada, Türkiye Gazeteciler Sendikası İzmir Şube Başkanı Hüseyin Arslan ile o dönemlerde üyesi oldu-ğum Çağdaş Gazeteciler Derneği Genel Başkanlığı da basın açıklaması yaparak Ahmet Aydın’ ın bu haberini ve dönemin yöneticilerini şiddetle kınıyorlardı.
Dava işlemleri devam ederken, 25.09.1990 tarih ve Ma.İd.10/1484 sayılı bir yazı gelir Kaymakamlıktan:
Yeni Asır Gazetesi’nin 3.9.1990 tarihli nüshasında, Sarı Basın Kartlı Çöpçü Aranıyor başlığı altında yayınlanan yazının bir örneği İzmir Valiliği’nin 19.09.1990 gün ve Mah.İd. 10/5354 sayılı yazıları ekinde alınarak ilişikte gönderilmiştir.
Konunun incelenerek gereğinin yapılmasını ve sonucundan da Valilik Makamına sunulmak üzere Kaymakamlığımıza gerekli bilginin verilmesini rica ederim.
Abdülvahap Yıldırım - Kaymakam
İşte, bu ilk resmi yazıyla, olaylar artık tam anlamı ile çığırından çıktı.
Kaymakamlığın bu yazısına, 16.10.1990 tarih ve 492 sayılı bir yazı ile yanıt verilir:
Kaymakamlık Makamına,
İlgi yazı ile belirtilen konu tarafımızdan incelenmiştir. Söz konusu gazete haberinde iddia edilen konular, tamamen asılsızdır ve gerçekleri yansıtmamaktadır. Belediyemizde, bun-dan önce olduğu gibi, bundan sonra da açılacak her türlü sınav, yasalara ve ilgili yönetmeliklere uygun bir şekilde sürdürülmektedir ve sürdürülecektir. Haberde adı geçen ele-manımız Vecdi Altay, söz konusu haberden sonra ilgili mercilere kendi adına başvurularda bulunmuştur. Ekte sunulan iki mahkeme kararından da anlaşılacağı gibi, haberdeki iddialar tamamen gerçek dışıdır.
Bilgilerinize arz ederim.

Gönderilen yanıt ile yetinmeyen Kaymakamlık boş durmaz ve bu kez de, 25.10.1990 tarih Ma. İd.10/1679 sayılı bir yazı gönderir:
...Habere konu teşkil edenin daha evvelce Belediyenizde çalışıp çalışmadığı, çalıştı ise hangi statüde bulunduğu, iş istemi ile ilgili olarak İş ve İşçi Bulma Kurumu’na müracaatının bulunup bulunmadığı, belediyenizce işçi alımına ilişkin olarak gerekli ilanların yapılıp yapılmadığı hususlarının açıklanması ile adı geçenin bu sınava girip girmediği, girdi ise sınava girişine dair sınav tutanaklarının incelemeye esas olmak üzere gönderilmesini rica ederim.
Bu yazıdan sonra tüm belgeler, tüm tutanaklar acilen Kaymakamlık’a gönderilir. Fakat bu arada, bu komedi devam ederken, Lojman Tahsis Komisyonu Başkanı ve Belediye Başkan Yardımcısı Selahattin Balta’dan bir yazı gelir bana. 20.11.1990 tarih ve 2792 sayılı yazıda şöyle demektedir Balta:
2946 sayılı Kamu Konutları yasası ve bağlı yönetmelik gereği kurulan Konut Tahsis Komisyonumuzun 31.10.1990 günü yaptığı toplantıda, ilgili yasa ve yönetmelikler gereği iş-çi personele Kamu Konutunun tahsis edilmesi uygun görülmemiştir.
Yani bu yazıda kısaca, “Sen, bir kamu kuruluşunda işçi olarak görev yaparsın; sana birçok sorumluluklar, yetkiler, görevler verilir; ama kamu konutundan yararlanamazsın.” deniyordu.
Bu arada, gazetenin avukatı, DSP’nin 1994 yılı Büyük-şehir Belediye Başkan Adayı Ayla Selışık Tamar’ın savunması yeterli görülmüyor ve dava lehime sonuçla-nıyordu.
Tekzip metninin, aynı sayfa ve aynı sütunda yayınlan-ması gerekiyordu. Yasanın kendilerine tanıdığı hak sayesinde son günü bekliyordu gazete yöneticileri.
Dönemin milletvekilleri Süha Tanık ve Cengiz Bulut başta olmak üzere, başkanlardan Ahmet Sarışın, Ali Sözer, Ertan Erdek, günümüz CHP Milletvekili Hakkı Ülkü gibi birçok kişi beni arayarak, tekzibi geri çekmemi istiyorlardı. Ancak bu mümkün değildi. Herkes bir bedel ödeyecekti. Ben ödemiştim. Herkes haddini ve boyunun ölçüsünü bilmeliydi.
Telefonum çaldı. Arayan Başkan Türsen’di:
—Vecdi, bu konuda seninle biliyorsun hiç konuşmadım. Ne düşünüyorsun bu tekzip konusunda? Hamdi aradı, seni ikna etmemi istedi. Ben sana hiçbir öneride bulunmayacağım. Ka-rar senin.
—Vallahi Başkanım, bu konuda ne düşündüğümü biliyor-sunuz. Vazgeçmem mümkün değil. Bu tekzip yayınlanacak. Ben şu anda istifa mektubumu masanıza bıraktım. Bu olayın öncelikle size, Belediye’ye, Karşıyaka’ya ve bana bu kadar zarar vermesini istemiyorum. İstifa ediyorum; ama bu tekzip yayınlanacak.
—Peki karar senin. Saygı duyarım.
Eşyalarımı yavaş yavaş toplarken, sekreter bir telefon daha bağladı. Arayan, gazetenin yazı işleri müdürü, Hamdi Türkmen’di:
—Vecdi, nasılsın iyi misin?
—İyiyim Hamdi Bey, siz nasılsınız?
—Ben de iyiyim. Vecdi, seninle çok önemli bir konuda görüşmek istiyorum. Gazeteye gelir misin rica etsem?
—Gelemem. Hayırdır?
—Ya, şu tekzip konusunu konuşmak istiyorum.
—Bak Hamdi Bey, bu konuda konuşacak bir şey yok. O tekzip yayınlanacak. Sen bunu hak ettin. Ben sana aylar önce geldim ve durumu anlattım. Bana söz vermiştin Gönül’le birlikte. Bu mu senin sözün? Eğer o kadar çok önem veriyorsan bu konu-ya, atlar sen gelirsin yanıma, burada konuşuruz sohbet ede-riz. Ama bil ki, konuşsak bile yapacağım hiçbir şey yok. Mes-leki ahlaka, Belediye’ye, Karşıyaka’ya, gecesini gündüzüne katarak çalışan insanlara, biraz olsun saygı gösterin. En azın-dan bundan sonra...
Telefonu kapattım; ama hatta bekleyen başka bir kişi vardı. Bu kişi, tekrar arayan Konak Belediye Başkanı Ahmet Sarışın’dı:
—Vecdiciğim, daha önce konuştuk ama, gel sen şunu bir daha düşün. Bunlara ihtiyacımız var bizim. Ne eder eder, bir şeyler bulur bunlar. Yine sana saldırırlar. Üzerler seni. Gel vazgeç.
—Başkanım çok özür dilerim ama, ben kendi Başkanıma bile az önce, vazgeçmeyeceğimi söyledim. Şu an ben istifa ettim. Dilekçem Başkan’ın masasının üstünde. Toplanıp gidiyorum. Bu tekzip yayınlanacak. Evliliğimin daha ilk aylarında, yıllarında bu kadar yoğun saldırıyı kabul etmem mümkün değil. Bu beni ve ailemi çok üzdü. Benim bu gibi gazetecilere ve onların yönettiği gazetelere ihtiyacım olmadığı gibi onlardan da korkum yok. Ellerinden ne geliyorsa yapsınlar. Hodri meydan...
—Peki, kararını saygıyla karşılıyorum. Ayrıca bu denli tutarlı ve kararlı olmanı da... Keşke tüm siyasetçiler, bizler böyle olabilsek...
Ertesi gün tekzip yayınlandı; ama yasa gereği yayınlan-ması gereken yerde değil, spor sayfasında... Bu davranış bile yasalara aykırıydı. Hemen avukatımı arayıp, duru-mu bildirdim ve bu tekzip, olması gereken yerde yayın-lanıncaya kadar davanın devam etmesi ricasında bulun-dum. Sonuçta tekzip, günler sonra anılan sayfada yayın-landı; ama aynı puntolarla ve yine aynı yerde değildi. Davaya devam edebilirdik; ama bu aşamada artık gerek-siz gördük. Bu, yeterli bir dersti, Hamdi Türkmen’e ve haberi yazan Ahmet Aydın’a...
“İstifa ne oldu?” diye soracaksınız kuşkusuz. İlerleyen sayfalarda da okuyacağınız gibi, Cihan Türsen’in yaptığı savunmalar incelendiğinde, nasıl bir karar aldığım çok iyi anlaşılacaktır.
Fakat bu arada, tekzibin yayınlanmasını gururuna yedi-remeyen, hazmedemeyen Hamdi Türkmen, 9 Aralık 1990 tarihinde bir yazı daha yazdı. Yazının başlığı ve içeriği hakaret doluydu. Başlık şöyleydi:
İşgalci çık dışarı...
Bu yazı için de ayrı bir dava açabilirdim; ama artık gün-lerimi Hamdi Türkmen’e ayırmak istemiyordum. O; yazarak, kendi kendini oyalıyordu. Artık hiçbir şekilde muhatabım görmüyordum kendisini.
Kurumların gereksiz yere uğraştırılması devam ediyor-du. Hamdi Türkmen’in bu son yazısından sonra 13.12.1990 tarih ve Ma.İd.02/1922 sayılı bir yazı daha geldi Kaymakamlık Makamı’ndan. Kaymakamlık; Türkmen’in köşe yazısının son paragrafındaki bölümü dikkate alarak bu yazıyı göndermişti. Yani gazeteci (!) kimlikli Hamdi Türkmen, aynı zamanda da ihbarcı pozisyonundaydı. Türkmen şöyle yazmıştı:
...Sayın Karşıyaka Kaymakamı. İlçenin en büyük mülki amiri olarak, işgal edilmiş olan lojmanı, kanun ve yönetmelikleri uygulattırarak boşalttırın...
Kaymakamlıktan gelen, yukarıda gün ve nosu belirtilen yazıda şöyle deniyordu:
9.12.1990 tarihli Yeni Asır Gazetesi’ nin eki VİTRİN’de yayınlanan “İşgalci çık dışarı..” başlıklı haberden bir fotokopi ilişik olarak gösterilmiştir. Haberin incelenerek yasal gereğinin ifası ile sonucundan Kaymakamlığımıza bilgi verilmesini rica ederim.
Şevket Ercan - Emniyet Şube Müdürü
Kaymakam Vekili
İş tamamen çığırından çıkmıştı artık. Başkan hakkında soruşturma açılmıştı. Soruşturmayı İl Mahalli İdareler Kontrol Memuru Jale Tavman yürütüyordu. Yani, se-çimle gelen bir kişinin soruşturmasını, 657 sayılı yasaya tabi bir kişi yapacaktı. Bu bile bir çelişkiydi aslında.
03 Ocak 1991 tarihinde KİŞİYE ÖZEL notlu gelen 1990/35 sayılı yazıda şunlar yazılıydı:
Sarı Basın Kartlı Çöpçü aranıyor başlığı altında 3.9.1990 günü Yeni Asır Gazetesinde yayınlanan haber konusunda Valilik Makamınca açılan soruşturma tarafımdan yürütül-mektedir. Mezkür haberde söz konusu edilen Vecdi Altay’ın istihdamı ve lojman tahsis edilmesi ile ilgili olarak Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü 14.3.1991 tarih P.D.Bşk-557. 91.113.73493 sayılı yazısının belediyenize intikalinden sonra ne gibi işlem yapıldığının işbu yazının tebliğinden itibaren yedi gün içinde bildirilmesini, bildirilmediği takdirde her-hangi bir işlem yapılmadığının mütalaa edileceği hususunda bilginizi rica ederim.
Bu arada, Kaymakamlık Makamı’ndan gelen yazıya 7.1.1991 tarih ve 137 sayılı yazı ile şöyle yanıt verildi:
Önceki memuriyet hizmetlerine binaen atama yoluyla belediyemize memur sıfatıyla çalışmaya başlayan adı geçen şahıs, Basın Halkla İlişkiler ve Özel Kalem Müdürlüğü görevlerini sürdürmekteyken, kamu konutları yönetmelikleri hükmü gereğince görev tahsisli konutlar bölüm ve cetvelinden kabul edilerek lojman tahsis edilmiştir.
Daha sonra belediyemizce Basın ve Halkla İlişkiler ve Özel Kalem hizmetlerini yürütmek üzere açılan sınava memuri-yetten istifa ederek katılmış ve sınav sonucunda işçi sıfatıyla ancak aynı mahiyetteki görevini sürdürmüştür. Personelin görevinin önemi ve sürekliliği, idaremize yararlılığı, sorum-lulukları kilit görevde olması gibi aktif özellikleri göz önüne alınarak ve yönetmelikte ve de Anayasamızda kamu personeli tabirinde işçi ve memur ayrımı yapılmadığından, hatta yönet-meliğin tamamında işçilik sıfatının sona ermesi halinin de gerekçe gösterilmesi yorumu ile bu personelin sayılan özel-liklerine binaen kamu konutlarından yararlanma hakkı geçici olarak kabul edilmiştir. Aynı konumda ve çeşitli kamu kuruluşlarında çalışan personele de bu tip tahsislerin yapıl-dığı ve uygulandığı gözlenmiştir.
Ancak bu şahsın bir basın organı ile yasal haklarını kullan-ması tahammülsüzlüğünde olan bazı yazarlarca konu farklı yöne tırmandırılmıştır. Durumu bilgilerinize arz ederken, Ka-mu Konutları Yönetmeliğinde kamu personeli niteliğindeki işçi personelin, yaptığı görevler de dikkate alınarak yararlanıp yararlanamayacağı konusundaki görüşünüze göre hareket edileceğini, konunun uzman ve yetkili kurumlarının yorumu-na ihtiyaç duyulacak mahiyette olduğunu ifade eder, karar ve uygulama düşüncelerinize ihtiyacımızı arz ve talep ederiz. Saygılarımızla. Cihan Türsen
Yazışmalar, ihbarlar durmadan devam ediyor; bir bardak suda fırtınalar kopartılıyordu. Koskoca devlet, nelerle uğraşıyordu... Sanki devlet sırları satılmış; bölücü, yıkıcı faaliyetlerde bulunulmuş gibi, resmi yazı ardına resmi yazı geliyor, gönderiliyordu.
İşte böylesi bir resmi yazı daha...
Vali Yardımcısı Timur Metin imzalı, 25.03.1991 tarih ve Mah.İd.10/1562 sayılı, Karşıyaka Kaymakamlığı’na, oradan da Belediye’ye Kaymakamlık kanalıyla gönde-rilen 29.03.1991 tarih ve Mah.İd. 10/357 sayılı yazı:
İlgi: 7.01.1991 gün ve 137 sayılı yazınız.
İçişleri Bakanlığı’nın İzmir Valiliğine hitaplı 14.3.1991 gün ve Mah. İd.Gn. Md. P.D. Bşk. 557. 91. 113. 73943 sayılı yazılarında,
“Karşıyaka Belediyesi Basın ve Halk-la İlişkiler ve Özel Kalem Müdürü Vecdi Altay’a görevinden dolayı lojman tahsis edil-diği, ancak adı geçen memuriyetten istifa ederek ayni beledi-yede işçi kadrosunda göreve başladığı, Özel Kalem statüsün-deki belediye memurunun işçi statüsünde yine aynı hizmeti yürütmesi halinde görev tahsisli konutta ikametinin mümkün olup olmadığı hususunda tereddüte düşüldüğünü bildiren ilgi yazınız incelenmiştir.
Genel Müdürlüğümüz, memur eliyle yürütülmesi gereken görevin işçi statüsünden bir personel tarafından yürütüle-meyeceği, ayrıca Kamu Konutlarının Kamu konutları yöne-tmeliğine göre tahsis edilebileceği görüş ve kanaatindedir” denilmektedir.
Bilgi edinilmesi ile gereğini rica ederim.
Abdülvahap Yıldırım - Kaymakam
Birçok anlam ve yazım hatası ile dolu olan bu resmi evrakı aynen aktarıyor olmam; bu ülkenin, Karşıyaka’nın nasıl yönetildiğine örnek olsun...
Olayın içine artık İçişleri Bakanlığı bile dahil edilmişti.
Bu satırları yazarken şöyle bir kanıya kapıldım birden:
Yahu, ben ne yapmışım Allah aşkı-na? Nedir bu? Ben neymi-şim de haberim yokmuş... Vatan, Karşıyaka elden gidiyor...
Yazışmalar bitmiyor tabii ki... Bu arada, 3 Mart 1991 tari-hinde bir yazı gönderen Kontrolör Memuru Jale Tavman’a da yanıt vermek gerekiyordu. O yanıtı da, 15 Mart 1992 tarihinde, 7 sayılı bir yazı ile verdik. Şöyle dedik bu yazıda da:
Sayın Jale Tavman,
İlgi yazınızda bahis konusu edilen belediye personelimiz Vecdi Altay’a halen oturmakta olduğu 6345 sokak 24/8 kapı nolu lojman, 11.1.1990 ta-rihinde Kamu Konutları Yönetmeliği’ nin 2 sayılı cetvelinde belirtildiği esaslara göre memur kadrosunda iken yürütmekte olduğu Basın ve Halkla İlişkiler Özel Kalem Müdürlüğü görevinden dolayı görev tahsisli olarak kendisine tahsis edilmiştir.
Ancak Vecdi Altay, daha sonra yani lojman tahsisinden sonra 27.08.1990 tarihinde yine belediyemiz bünyesinde memur kadrosundan işçi kadrosuna geçmiştir.
16 Şubat 1991 gün ve 20788 sayılı resmi gazetede yayınlanan kamu konutları yönetmeliğinde değişiklik yapılan 2. madde-sinin C bendi uyarınca kendisine memur iken görevine binaen lojman tahsis edilen personelimiz Vecdi Altay’ın lojman tahsisi 27.08.1990 tarihinden itibaren ilgili yönetmelik hükmü uyarınca sıra tahsisli hale dönüştürülmesi gerektiği kanaatimi bilgilerinize rica ederim. Cihan Türsen
Bu yanıt ve yanıtlar ile yetinmeyen, sürekli yazılar yazarak yeni yeni, aslında hiçbirinin yeni olmayacağı bilinen bilgiler isteyen Jale Tavman’a bir yazı daha, 06.08.1993 tarih ve 80 sayılı yazı ile bildirildi.
Komedi devam ediyordu. Jale Tavman, kendisince çok çok önemli bir olay yakalamıştı, aynı Yeni Asır Muhabiri Ahmet Aydın gibi... Haklıydılar kendi çaplarında. Bu olay, basına bu kadar çok yansıdıysa, bir gazetenin koskoca Yazı İşleri Müdürü bununla ilgileniyorsa ve hele hele ihbarda da bulunuyorsa, üzerine gidilmeliydi.
Şöyle denildi yazıda:
Sayın Jale Tavman,
İlgi yazınızda tarafınızca yürütülmekte olan soruşturmada Vecdi Altay, işçi olarak atanması ve lojman tahsisinden dolayı suç isnadında bulunarak savunma istenmiştir.
1)Basının haksız ve magazin haline getirdiği bir konuda işgali bizler için üzücü olmuştur. İşçi alımıyla ilgili tüm işlemler yasa ve yönetmeliklere uygun yapılmıştır. Kayıtlarımızda bu uygunluk açıkça belli olup, istendiğinde yeniden takdim edilecektir.
2)Lojman tahsisinde de mevzuatlara uygun hareket edilmiştir. Malumunuz içtihatlarda da olduğu gibi 2946 sayılı yasa ve yönetmelikler güncel gelişme ve ihtiyaçlara göre yorumlan-maktadır.
İlgili yasada devlet konutlarının tahsisinde, işçiye tahsis yapılamayacağına dair bir yorum yapılmadığı gibi, zımni yorumda, örneğin yönetmeliğin 33/B gibi çeşitli maddelerinde memur ve işçi kavramlarından birlikte söz edilmektedir. Çeşitli kamu kuruluşlarında işçiye tahsis edilen çok sayıda örnek mevcuttur. Olayımız bu genel kuralında dışında özellikle haklılık taşımaktadır. Personelimiz Vecdi Altay, memur kapsamındayken göreve binaen lojman tahsisi yapılmıştır. Personelin görev özellikleri aynen sürmektedir. Yasa ve yönetmelikte idarenin verimliliği ve görevin zorunlu-lukları nedeniyle getirilen istisna özelliğine aynen uymakta olup Başkanlığımızın da takdiri bu yöndedir.
Kurum ve görev değişikliği olmadan personele yapılan tahsis mevzuatın ruhuna kentleşmenin getirdiği yeni yönetim yapı-sının ihtiyaçlarına tamamen uygundur. İdaremizin tahsis yaptığı lojmanlarda bu hassasiyeti baştan beri vardır. Aksi bir örnek yoktur ve suç isnadında yer alan keyfi muamele, nüfusu suistimal örneği hiç görülmemiştir. Hızla artan Karşıyaka nü-fusuna göre sembolik, emsal bazı kurumlara göre minimum sayıda personel politikası izlenmektedir. Mevzuat ve uygula-manın bu anlamda yorumlanmasını diliyoruz. Bilgilerinize rica ederiz. Cihan Türsen
Devlet, yakamıza yapışmıştı bir kere... Haklı olduğunu zannettiği bir konuda mutlaka haklı kalmalıydı...
Yoksa devlet göçer, mahvolur; kimse devlete inanmaz, güvenmezdi. Bunun için birileri kurban edilmeliydi.
Biz, bu yazı ile birlikte artık, olayların sona ereceğini sanıyorduk.
Ama sona ermedi.
Kaymakamlar değişti; ama olaylar bitmedi.

12.11.1993 tarih ve İd.Ku.02/48 sayılı, göreve yeni başlamış olan Kaymakam Mehmet Demir imzalı, GİZLİ bir yazı geldi Başkanlık Makamı’na. Açtık ve okuduk:
Belediye Başkanlığına,
İlçemiz Belediye Başkanı Cihan Türsen hakkında İl İdare Kurulunca verilmiş olan, 14.10.1993 tarih ve 289 sayılı karar kapalı zarf içerisinde iki suret tebellüğ belgesi ile birlikte ilişik olarak gönderilmiştir. Kararın tebliği ile tebellüğ belgelerinin geri iade edilmesini rica ederim.
Bu, nasıl bir yazıysa, hem geri vereceksiniz hem de iade edeceksiniz... İşte, bu ülkenin, Karşıyaka’nın nasıl yöne-tildiğine bir örnek daha...
Evet, 12.11.1993 tarihinde tebliğ edilen ve ibretle okun-ması gereken, tarihe geçecek olan ve bu kitapla birlikte geçen yazı şöyleydi:
T.C. İzmir Valiliği İdare Kurulu
Karar no: İd.Ku.02/1993-289
İzmir Valiliği Mahalli İdareler Müdürlüğünün 08.10.1993 tarih ve B054VL K4350700. Mah. İd.11/4012 sayılı yazısı ve Valilik Makamının 06.10.1993 tarih ve bila numaralı havale-leriyle kurulumuza tevdi olunan soruşturma dosyası üzerinde birinci derecede verilen karar;
Davacı: K.H.
Sanık: Cihan Türsen-Karşıyaka Belediye Başkanı
Suç: Keyfi işlem yapmak.
Suç tarihi: 27.08.1990
Soruşturmacı: Jale Tavman, İl.Mah. İd.Kont.Me.
İnceleme sonucu verilen karar: Karşıyaka Belediyesinde daktilo kadrosuna naklen tayin edildikten sonra sırasıyla Zabıta Me-muru, daha sonra da işçi kadrosuna ataması yapılarak lojman tahsis edilen Vecdi Altay’a uygulanan işlemlerde keyfi mua-mele yapıldığının bildirilmesi üzerine bu durumdan sorumlu Belediye Başkanı Cihan Türsen hakkında düzenlenen soruş-turma dosyası ile 30.09.1993 tarihli fezleke incelenerek gereği düşünüldü;
Vecdi Altay’ın 06.06.1989 tarihinde daktilo kadrosuna atama-sının yapıldığı, fazla ücret almasını temin için 11.07.1989 tarihinde zabıta memuru kadrosuna geçirildiği, bununla yeti-nilmeyerek işçi kadrosuna alınmasını sağlamak gayesi ile iş ve işçi bulma kurumuna yazılan yazıda Vecdi Altay’ın özellikleri (belediyenin basın ile ilişkilerini yürütmek amacıyla Teleks, faks kullanabilen) sayılmak suretiyle işçi talebinde bulunuldu-ğu, kurum bu özellikte işçi bulamadığından Vecdi Altay 21.08.1990 günü belediye zabıta memurluğundan istifa ettiri-lerek iki gün sonra usulen yapılan sınava işçiliğe müracaat eden başka kimse olmadığından Vecdi Altay’ın sınava alındığı ve sınavı kazandığından işçi kadrosu ile belediyenin basın ve halkla ilişkiler müdürü olarak görev yaptığı, zabıta memuru kadrosunda çalıştığı sırada kendisine tahsis edilen lojmanı boşaltması gerekirken sanık belediye başkanının bir örneği dosyada mevcut (2/4.1) 18.09.1990 tarihli yazı altına (görevin önemi ve özelliği dikkate alınarak lojmanı kullanması uygun-dur) şerhini verdiği bu suretle sanığın Vecdi Altay’a menfaat sağlamak amacıyla görevini suistimal ettiği anlaşıldığından, suçuna uyan T.C.K.’nun 228. Maddesi gereğince yargılanmak üzere lüzum-u muhakemesine, yargılanmasının İzmir Asliye Ceza mahkemesinde yapılmasına, M.M.H.K.’nun 5. Ve C.M.U.K.’unun 163. Maddelerine dayanılarak 14.10.1993 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.  
Mevlüt Duman - Vali Yardımcısı
Halis Tekin - Hukuk İşleri Müdürü
Kemal Sağ - Defterdar
Turgut Akan - Milli Eğt. Md.
Mahir Canpolat - Bayın. İskan Md.
Recep Gür Ustaoğlu - Sağlık Md.
Cemil Sarıfakıoğlu - Tarım ve Köy.İşl.Md.
Aslı Gibidir. Faruk Eraslan
Eminim, bu kadar çok belge okumaktan bunaldınız artık. Ama bunalmaya hep birlikte devam edeceğiz...
Ortada büyük suçlamalar vardı. Belediye Başkanı SANIK durumuna düşürülmüştü. İddiaya göre bana, Belediye Başkanı menfaat sağlamıştı.
Bu böyle kalamazdı, kalmamalıydı.
Kalmadı da.
Üç gün sonra yanıt verildi.
Verilen yanıt, olan değil olması gereken bakımından hukuk doktrininde tartışma konusu yapılabilecek içerik ve nitelikteydi. Metin incelendiğinde anlaşılacağı gibi bu savunma, günümüz gerçekleriyle bağdaşmayan yönetmeliklerin değiştirilmesine yönelik olarak başlatılan; çağdaş, uygar bir hareketin, belki de bir başlangıcıydı. Ama, acaba bu metni okuyanlar bunu anlamışlar mıydı?
DANIŞTAY 2. DAİRE BAŞKANLIĞINA SUNULMAK ÜZERE İZMİR VALİLİĞİ İDARE KURULU BAŞKANLIĞI’NA
İTİRAZLAR: İzmir Valiliği idare kurulu, yukarıda tarih ve numarası belirtilen kararıyla, Başkanlığını yürütmekte olduğum İzmir/Karşıyaka Belediyesi çalışanlarından Vecdi Altay’a tahsis olunan lojmandaki tahsis keyfiyetinin tarafımca yürütülen görevin önem ve sorumluluğu nedeniyle devam ettirilmesine ilişkin tasarrufum sebebiyle TCK’nun 228. Maddesini gerekçe göstererek Yargılamanın Geçerliliğini hüküm altına almıştır. İdare Kurulunun itiraza konu bu kararı haksız, yasal dayanaktan yoksun ve eksik incelemeye dayalıdır, şöyle ki;
1)Konuyla ilgili soruşturma aşaması münasebetiyle vermiş olduğum ifade ve dilekçelerde de detaylarıyla açıklandığı üzere. Gerek bidayetteki ve gerekse ilgilisinin statüsündeki değişiklik sonucu yapılan lojman tahsis işlemi, iddia olunduğu üzere keyfi bir nitelik arz etmeyip yürürlükteki mevzuat hükümlerine tamamen uyarlıdır. Bilindiği üzere konuyla ilgili 2946 sayılı Kamu Konutları Yasası’ nın 3. ncü maddesinde konut tahsis türleri belirlenmemiş ve tahsise ilişkin usul ve esasların yönetmelikle düzenleneceği hüküm altına alınmıştır. Anılan yasanın 11.nci maddesi uyarınca Bakanlar Kurulu’nun 84/ 8345 sayılı kararıyla yürürlüğe sokulan Kamu Konutları Yönetmeliği’ nin 7, 8 ve 10. maddelerinde Sıra Tahsisli olmayan konutların tahsis şekilleri tespit edilmiş ve yönetmeliğin 5/d maddesinin 1 no’lu bendinde: NORMAL ÇALIŞMA SAATLERİYLE SINIRLANDIRILMASI KABİL OLMADAN GÖREV BAŞINDA BULUNDURULMASI GEREKLİ OLAN PERSONELE lojman tahsis edilebileceği ve 10. Maddesinde de bu tahsis işleminin YETKİLİ MAKAM TARAFINDAN yapılacağı ifade edilmiştir. Olayda bahse konu personel kurumumuzun çok özellik içeren ve mesai saatiyle kısıtlanması kamu hizmeti bakımından olanaksız bir görevi üstlenmiş bulunmaktadır. Öte yandan 1580 sayılı Belediye Yasası’nın ilgili hükümlerine göre, yönetmeliğin bu maddesinde belediyeler için kastedilen yetkili makamın Belediye Başkanı olduğu izahtan varestedir. Bu nedenle, itiraza konu kararda şahsıma izafe edilen “keyfi muamele” ve “görevi kötüye kullanmak” gibi haksız isnatlar hukuki daya-naktan yoksun kalmaktadır.
2)Sanayi ve teknolojide sürekli değişim ve gelişmeye koşut olarak artış gösteren kamu hizmetleri türleri, özellikle yerel yönetim bilinci ve geleneğinin de kazanımı sonucu yurt-taşların belediyelere yönelik hizmet beklenti ve istemlerinde çok çeşitli alanlarda yoğunlaştırılmaktadır. Kendisine çok çeşitli mevzuatlarla verilen müteaddit kamu görevinin ger-çekleştirilmesi için özverili çaba gösteren belediye çalışanların-dan bir tanesine tamamen objektif esaslar ve mevcut hukuk normları gözetilerek bir belediye başkanı tarafından lojman tahsis edilmesi bu bağlamda doğal ve gerekli olup yadırgan-ması mümkün değildir. Aksi bir görüş, belediye personelinin istihdamı konusunda esasen geniş bir YÖNETSEL VESAYET’e tabi tutulan belediyelerin kendine özgü bağımsız ve demokratik yapısını zedeleyecektir. Bunun sonucunda da nerede biteceği belli olmayan hatalı bir YERİNDELİK DE-NETİMİ çığırı açılabilecektir.
3)Dilekçemde bildirilen konuya ilişkin mevzuatta işçi statü-sündeki bir belediye personelinin kamu konutlarından yarar-landırılmasını engelleyen herhangi bir hüküm mevcut değil-dir. Bu nedenle hakkımda verilen karar bu noktada anayasal bir dayanağa oturtulmamıştır.
4)İtirazen incelenmesi talep edilen kararda belki de bilinçli olmaksızın ilgili personelin belediyemiz bünyesindeki değişik statüleri aşama aşama irdelenmiş ve konuyla ilgili olmayan bir gerekçe yaratılmaya çalışılmıştır. Böylece bu personel sanki çeşitli konularda haklı olmayan bir himaye altında gösterilmek istenmiştir. Bu da tamamen yanlış ve hatalı bir tutum olup söz konusu personelin istihdamı tüm işlemlerimiz gibi yürürlükteki mevzuat hükümlerine uygun ve gerekli prosedür uygulanarak sonuçlandırılmıştır.
5)Söz konusu olayda, TCK’nun 228.nci maddesinde tanımı yapılan “Görevi Kötüye Kullanma” suçuna ilişkin yasal unsurlar oluşmamıştır. İdare Kurulu’nun itiraza konu kararı bu bakımdan da eksik incelemeye dayalı ve hatalı niteliktedir.
SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda özetlenen nedenlerle, konuya ilişkin dosyanın da incelenmesiyle re’sen saptanabilecek durumlar muvacehesinde, İzmir Valiliği İl İdare Kurulu’nun hakkımda almış olduğu yargılamanın gerekliliği kararının BOZULMASINA ve yargılamaya gerek bulunmadığı şeklinde karar verilmesini saygıyla arz ve talep ederim.
İtiraz Eden Cihan Türsen
Evet, bu nitelikte bir savunuyu, ilgili kişi ve kurumların anlamadığı, yıllar sonra belli oldu.
Anlamadılar.
Çünkü, anlamak istemediler.
Ayrıca benim, Işın Çelebi’nin (dönemin Devlet Bakanı) bacanağı olmamın da bu olayların yaşanmasında önemli rol oynadığını belirtmekte sakınca görmüyorum.
Ama bir gerçeği daha açıklamakta yarar görüyorum: Bacanağım olan ve bundan da onur duyduğum; dürüst, insanlara saygılı, devletin çıkarlarını koruyan, çağdaş, üretken, bilimsel düşünen böylesi bir insandan, hayatım boyunca sadece iki şey istedim:
1)Karşıyaka Belediyesi tarafından kurulan KENT A.Ş.’nin, DPT onayının verilmesi
2)Yine Karşıyaka Belediyesi’nin kadro onaylarının verilmesi...
Sonuçta Türsen, haksız bulundu. Kendisine verilen hapis cezası paraya çevrildi ve bu ceza beş yıl süre ile ertelendi.
Belki de siyasi hayatının bitmesine kadar varabilecek böylesi bir hüküm, Avrupa Birliği’ne girme sürecini yaşayan Türkiye için acaba ne kadar adaletli ve haklı oldu?
Mesleki anlamda yorum yapmak gerekirse; belediye meclisi, encümen, komisyon üyeliği, bürokrat, memur, işçi, karar, tutanak... gibi daha birçok terimin anlamını ve birçok kurumun ne tür görevler üstlendiğini bilme-den GAZETECİLİK yaptığını sanan insanlar, ne yazık ki, hâlâ aramızda dolaşıyor ve halen, birtakım kritik görevlerde bulunan insanlarla ilgili, aslı astarı olmayan haberler yaparak, kendilerine yer açmaya çalışıyor.
Elbette, üzücü...
***
Bu arada, ilerleyen yıllarda, Hamdi Türkmen’ in ne yaptığını unutmamak gerekir.
Anlatalım.
Cumhuriyet’in 70.yılı nedeni ile, arşivimde bulunan bilgilerden oluşan Cumhuriyet eki hazırlayıp, bu ekin 29 Ekim günü Yeni Asır Gazetesi tarafından, halka ücretsiz olarak dağıtılmasını istiyordum. Tüm hazırlıklarımı yaptım ve Türkmen’den randevu alıp gazeteye gittim.
Geçmişte yaşadığımız ve bu bölümde anlattığım ilginç olayların başladığı günden itibaren hiçbir ortamda, hiçbir etkinlikte bir araya gelmediğimiz, tesadüfen gelmiş olsak bile konuşmadığımız Türkmen’ in odasın-da, bu işle ilgili bölümü konuşup, anlaşıp bitirdikten sonra Türkmen şöyle dedi:
—Ya, Vecdi, biliyor musun? İki yıl önce seninle ilgili yaptı-ğımız haber, gerçekten yapılmamalıydı. Niye bu kadar sert-leştik anlamıyorum. Ben de çok hatalıydım. Senden, aradan geçen iki yıldan sonra özür diliyorum...
—Rica ederim Hamdi Bey, siz beni kullanarak, yeniden döndüğünüz gazetede ilginç haberler yayınlayıp Dinç Bey’in gözüne girmeye çalışıyordunuz. Göreve yeniden başladığınız o günlerde, bir tekzibin hemen yayınlanması, sizi Dinç Bey’in gözünde kötü gösterecekti. Ama benim yapacağım hiçbir şey yoktu. Siz, belgeler yerine, haberi yapan muhabire inandınız. O da sizi çok yanlış yönlendirdi. Ama inanın, ben bir gün bunları, bir yerlerde yazacağım. Çok sabırlı bir insanımdır. Hiç ummadığınız bir anda, yazacaklarım karşınıza çıkabilir. Çünkü, benim sizin gibi olayları anlatacak, yazacak gazetem yok.
—Doğru, haklısın. Biz haksızlık yaptık sana. Tekrar özür dilerim.
—Neyse, olanlar oldu. Önemli olan sizin, iki yıldan sonra hatanızı anlamanızdır. Bu süre bile, sizin gibi biri için bir başarı sayılır... Kutlarım doğrusu...
İşte, bir meslektaşın bir başka bürokrat meslektaşa yaptıklarını okudunuz. Sizce kim kazandı acaba?
Anlatılan bu olayların yorumunu sizlere bırakırken, bu bölümü Einstein’in bir sözü ile sonlandırıyorum:
Tanrım!
Ne hazin bir çağda yaşıyoruz ki, Bir ön yargıyı yok etmek, atomu parçalamaktan daha zor...

SİYASİ ERKİN
EN BÜYÜK GÜCÜ VE ARPALIĞI:
TANSAŞ


İZMİR’in gururu, Türkiye’de bir marka haline gelmiş; özellikle siyasi erkin elinde bulunduğu dönemlerde büyük bir güç, arpalık ve çiftlik olarak tanımlanan ve her belediye başkanı döneminde, siyasi çıkarlar doğrultusunda kullanılan TANSAŞ’tan bahsetmezsek, bu kitap eksik kalır.
1999 yılında Doğuş Holding bünyesine katılan ve Büyükşehir Belediyesi’nin, siyasilerin elinden tamamen çıkan TANSAŞ, kuşkusuz birçok atılım gerçekleştirdi.
Dünyanın ve dolayısıyla da Türkiye’nin gelişimi ve değişimi sonucu; önce logo değişti, sonra mağazalarda asılı olan ışıklı tabelalar. Ardından mal ve eleman alımında uygulanan politikalar, raf düzenlemeleri ve en sonunda da elbette tüketiciye sunulan hizmet anlayışı...
Türkiye’de ilk kez bir mağazalar zinciri, TANSAŞ’ın söylemiyle, “Akıl almaz Tüketici Hakları”nı devreye soktu. Şöyle sesleniyordu duyurularında TANSAŞ:
1)Tüm gıda ürünlerinde koşulsuz iade garantisi
2)Etiketle kasa fiyatı farklıysa, hangisi daha ucuzsa fiyat odur
3)Promosyonlu ürün markette kalmadıysa, pahalısı aynı promosyon fiyatına
4)Günü geçmiş ürünün aynısı hediye olarak verilir
5)Tansaş müşterileri mağaza dahilinde başlarına gelebilecek her tür kazaya karşı Tansaş’ın sigorta güvencesi kapsamındadır
6)Tansaş’ın ilan ettiği fiyatlardaki tipografi hatalarından Tansaş sorumludur.
Bu akıl almaz tüketici hakları sadece TANSAŞ’ta...
TANSAŞ’ın, çok kısa sürede gerçekleşen başarılı çalışmaları; şimdiki idarecilerin yönetim anlayışı ile birlikte, kuşkusuz siyasi erkin ortadan kalkması sayesinde gerçekleşti. Halen, toplam 193 mağazası ile birçok il ve ilçede hizmet veren TANSAŞ; yönetim anlamında 1984 yıllarında atılan tohumların yeşerip sağlam kök vermesi ve tüm elemanlarının özverili çalışmaları ile yükseliyor, büyüyor...
Bugün, mağazalarının bulunduğu tüm illerde her on aileden yaklaşık yedisinin alışveriş yaptığı, İzmir’de yaşayan nüfusun yarısından fazlasının TANSAŞ’la mutlaka bir ailevi bağının bulunduğu bir gerçektir. Çünkü TANSAŞ’ta binlerce insan çalışmaktadır ve TANSAŞ, halkın gönlüne girmiştir; gerçekleştirdiği uygulamalarla, etkinliklerle…
Bu uygulamalar ve tüketicinin alışverişte neden TANSAŞ’ı tercih ettiği ile ilgili olarak; 1991 yılının aralık ayında, araştırma şirketi Piar Gallup’a yaptırılan bir anket; TANSAŞ İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ İÇ VE DIŞ TİCARET A.Ş. KAMUOYU ARAŞTIRMA VE YAPISAL ANALİZİ raporuna şöyle yansır:
TANSAŞ müşterisinin % 96’sı temizlik maddelerini, % 8,7’si katı ve sıvı yağları, % 87’si bakliyatı, % 69’u et ve yan ürün-lerini, % 66’sı süt ve şarküteri ürünlerini TANSAŞ’tan almayı tercih etmektedir.
TANSAŞ mağazalarından alışveriş etmenin en önemli neden-leri:
* Piyasaya göre aynı kalitedeki malları daha ucuza satması (% 84)
* Her istediğini bulabilme (% 29)
* Çok yakında olması (% 24)
* Sattığı malların kaliteli olması (% 17)
TANSAŞ fiyatlarının piyasaya göre ucuz olduğu görüşü % 72 oranında desteklenmektedir (fiyatları çok ucuz bulanlar % 9, oldukça ucuz bulanlar ise % 63’tür). TANSAŞ fiyatlarını piyasa fiyatları ile aynı bulanların oranı % 25 iken, TANSAŞ’tan alışveriş edip de pahalı bulanların oranı ise % 4 gibi çok düşüktür.
TANSAŞ’tan alışveriş edenlerin % 57’ si alışverişlerini buradan yapmanın aile bütçesine önemli katkıları olduğunu belirtmiştir.
TANSAŞ mağazaları mal kalitesi, mamul çeşidi, personel hizmeti, reyon işlemlerinin çabukluğu, kalitenin sürekliliği ile mağazaların temizlik ve düzeni açısından değerlendirildiğinde genel olarak iyi bulunmaktadır. İzmir’de kent halkının %80’i hane halkı gereksinimleriyle ilgili alışverişini TANSAŞ’tan yaparken, %12’si küçük esnaftan (bakkal, kasap, manav), % 6’ sı ise diğer marketlerden (pazar, vs.) yapmaktadır.
Peki, TANSAŞ nasıl oldu da bu noktalara geldi 17 yılda?
İşte bundan sonraki sayfalarda, bu gelişimi karşılaştırmalı olarak okuyacaksınız.
Siyasilerin neler yaptıklarını, TANSAŞ’ı nasıl kullandıklarını; ilk kez yapılan böylesi bir araştırma sonucu ibretle okuyacaksınız.
Yıl 1978…
Başbakan, Bülent Ecevit.
İzmir Belediye Başkanı, İhsan Alyanak.
Ülkede kıtlık baş göstermişti. Yurtta yeterli yağ, un, şeker, mazot yoktu. Ecevit ve hükümeti çözüm bulmaya çalışıyordu. Süleyman Demirel’e yakın olan Adalet Partili esnafın, toptancıların ve üreticilerin bu dönemde, piyasaya bilerek mal vermediği öne sürülen iddialar arasındaydı. Piyasada baş gösteren karaborsa satışlarını engellemek için çıkartılan Fonlar İhale Yönetmeliği ile belediyelere Tanzim Satış Mağazaları kurma yetkisi verildi. Hemen hemen tüm CHP’li belediyeler tarafından kurulan bu mağazalarda; sadece un, şeker, yağ gibi temel gıda maddeleri satılıyordu.
1978 yılında, İzmir Belediyesi öncülüğünde İzmir’de, 13 adet Tanzim Satış Mağazası açıldı.
Halkı karaborsadan kurtarmak, en azından piyasa fiyatlarında mal satmak amacı ile kurulan bu mağazaların hepsinin, yıllar sonra birer güçlü TANSAŞ mağazaları olacağını o zamanlar elbette kimse bilemezdi.
Ama oldu.
İşte TANSAŞ’ın doğuşu böyle başladı.
Yıllar, yılları kovaladı ve 1980’de 12 Eylül harekatı gerçekleşti. Bu tarihlerde artık metropol uygulamasına geçildi. Halen faal durumda olan 13 Tanzim Satış Mağazası’nın yönetimi birleştirildi ve TANSA adını aldı. TANSA ana tedarikçi durumundaydı ve diğer mağazalara mal sevkiyatı yapıyordu. İlk genel müdürü ise Abuzer Erdem’di.
1984 seçimlerinde koltuğu Ceyhan Demir’den alan Burhan Özfatura, Başbakan Turgut Özal’dan mağazaların kapatılması konusunda yoğun baskı gördü. Çünkü Özal, belediyelerin artık bakkallık yapmasını istemiyordu. Verdiği talimatla, Türkiye’nin birçok il ve ilçelerinde bulunan Tanzim Satış Mağazaları kapatılırken, mağazaların kapatılmadığı tek il İzmir oldu. Burhan Özfatura; İzmir Milletvekillerinin, bazı işadamlarının ve partililerin şikayetlerine rağmen direndi.
Günlerden bir gün Özfatura’nın telefonu çalar. Arayan, Başbakan Turgut Özal’dır:
—Sevgili Burhan, nasılsın iyi misin? Şu Tanzim Satış Mağazaları için arıyorum. Biliyorsun, artık bunlara ihtiyaç yok. Belediyeler artık asli görevine dönmeli. Bir an önce bunları kapat. Birçok İzmir Milletvekili de buna karşı. Şikayet ediyorlar. Yepyeni uygulamalara başlayacağız. Ne gerekiyorsa en kısa sürede yap...
—Efendim, kapatmam. Bu benim yönetim tercihimdir. Benim ev ve aş konusundaki duyarlılığımı biliyorsunuz. Hiçbirini kapatmayacağım. Daha da geliştireceğim. Lütfen bu konuda beni bir daha aramayınız.
Bu görüşmeden sonra Özal, görev süresi boyunca, bu konuda bir daha Burhan Özfatura’yı hiç aramadı.
Tanzim Satış Mağazaları’nın ileri noktalara götürülmesi istenen bir şeydi; ancak bu nasıl olacaktı, bunu kimler yapacaktı? Yönetim acemiliği vardı.
1966 yılında (Osman Kibar döneminde) müstahdem kadrosu ile İzmir belediyesinde çalışmaya başlayan, Genel Sekreterliğe ulaşıncaya kadar, her belediye baş-kanı döneminde birçok görevde bulunmuş olan bir kişinin yıldızı; ANAP’ın kurucuları arasında yer alan Mustafa Göksoy’un, bu kişiyi Başkan Özfatura’ya tav-siye etmesiyle, işte bu günlerde parladı.
Bu kişi, asli görevinin yanında, belediye ve kent ile ilgili olarak sürekli projeler üretiyor ve bunları yönetime sunuyordu. O dönemlerde halen gelir müdürü olarak görev yapan bu bürokrat, Özfatura tarafından makamı-na çağırılır ve Tanzim Satış Mağazaları’nın müdürü olması istenir. Bir süre her iki görevi bir arada  sürdüren bu bürokrat, üç ay sonra gelir müdürlüğü görevini bırakır ve görevine mağazalar müdürü olarak devam eder.
Bu kişi; TANSAŞ’ın isim babası ve kurum kimlik numa-rasında 0001 yazılı ilk elemanı olan, TANSAŞ’ın bu günlere gelmesinde en önemli tohumları atan; dürüst, deneyimli, çalışkan bürokrat İrfan Akça’dır.
Bu yıllarda Özal ve hükümeti, peş peşe reformlar yapı-yor ve akıl almaz uygulamalar gerçekleştiriyordu. Herkesin anımsayacağı gibi, zamanında cebinde 1 Dolar veya tek bir yabancı sigara bulunan kişiler hakkında soruşturmalar açılırken, bu yasaklar birden ortadan kaldırılıyordu.
İthalat serbest bırakılmıştı. Hatta Türkiye’ye gerçekleş-tirilen ilk ithalat, Çikita Muz olmuştu.
İthalatın serbest bırakılmasıyla birlikte, birçok firma bu çabanın içine girerken, Türkiye bu kararla yavaş yavaş küçük Amerika olmaya başlıyordu. Bu fırsattan mutlaka ve mutlaka Tanzim Satış Mağazaları da yararlanmalıydı.
Öyle de oldu.
Türkiye’de et ithalini ilk kez Tanzim Satışlar gerçekleş-tirdi. Üç tır dolusu et, piyasanın çok çok altında bir fiyatla Almanya’dan alındı ve mağazalarda satılmaya başlandı. Fiyat farkı, piyasa fiyatının hemen hemen yarısı kadardı. Halk büyük ilgi göstermişti. Dar gelirliler artık daha fazla et satın alabiliyorlardı.
Cirolar büyüyor; halkın ilgisi artıyordu. 1984 yılında, sürekli yeni mağazalar açılıyor, bu mağazalarda artık başka ürünler de satılmaya başlanıyordu.
TANSA büyüyordu; ama buna paralel olarak sorunları da büyüyordu. Artık kabına sığmaz olmuştu. Kalıcı, köklü bir formül bulunmalıydı.
Bulundu da.
TANSA’ların artık bir anonim şirket olması gereği, ilk kez İrfan Akça tarafından gündeme getirildi. Özfatura, bununla ilgili olarak çalışma yapılması ve bu çalışmanın en kısa sürede Meclis’e sunulması emrini verdi Akça’ya. Çok kısa sürede ve titizlikle yapılan çalışmalar Meclis’e sunuldu. 1986 yılının kasım dönemi toplantısında, çok ilginçtir, SODEP’ li meclis üyeleri ile birlikte ANAP’lı meclis üyelerinin de karşı oylarıyla önerge reddedildi.
Aralık dönemi toplantı gündemine bu konu tekrar yazıldı. Kulis çalışmaları yapıldı ve ne ilginçtir, o dönemler SODEP üyesi olan Haluk İrtegün, Ahmet Düzovalılar, Mevlüt Hepsever gibi isimler, bu kez kabul oyu verdiler. Söz konusu kişiler, TANSAŞ’ ın kuruluşuna büyük emek veren kişilerdir. Bu kişilerin önemli bir bölümü, daha sonra Yönetim ve Denetim Kurulu’nda da görev aldılar. Kısacası, ANAP’lı meclis üyelerinin ve hatta Başbakan Turgut Özal’ın bile karşı çıktığı yapılanma, 1986 yılının 15 Aralık günü artık yepyeni bir kimliğe kavuşmuştu.
Artık, TANSA dönemi sona ermiş; TANSAŞ doğmuştu...
Yasa gereği, kurucu ortakları ise şöyle oluşmuştu:
* Büyükşehir Belediyesi
* İl Özel İdaresi
* Çeşme Belediyesi
* Baysan A.Ş. (Bayındır Belediyesi Özel İdare Ortaklığı)
* AYMA Limited (Tariş’in yan kuruluşu)
* Arizko (Arap - İzmir Belediyesi - Yabancı sermaye Belediye ortaklığı)
Şirket, yani TANSAŞ, dört milyar lira sermaye ile kuruldu. Bir milyarı isim hakkıydı. Tanzim Satış’ın araç, bina gibi tüm mal varlıkları belediyeye kaldı. Konak Meydanı’nda, mülkiyeti belediyeye ait olan AKBANK’ın üstü, TANSAŞ Genel Müdürlüğü binası olarak kullanıl-mak üzere belediyeden kiralandı.
Büyük bir heyecan vardı herkeste. Kararların çok hızlı alınması gerekiyordu. Bir yandan mal, diğer yandan eleman alımları süratle gerçekleşti. Belediyede Özfatura ile birlikte çalışmak istemeyenler TANSAŞ’a kaydırılı-yordu. Günümüzde, Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın genel sekreteri olan, her çalışmaya muhalefet olduğu için, personel tarafından “ne lüzumu var” lakabıyla anılan Cumhur Utkan, TANSAŞ’ın ilk genel müdür yardımcıları arasında yer aldı.
Şirket kuruldu; ama halk, bunun tam anlamıyla farkında değildi. Mağazalar hâlâ, Tanzim Satış olarak biliniyordu. Bunun için de ilk adımlar atıldı ve TANSAŞ logolu ilk mağaza, Bornova Özkanlar Sitesi’nde 1987 yılında açıldı.
Şirketin kuruluşu ile birlikte, çok yoğun tanıtım ve promosyon çalışmaları da başlatıldı. Ürün çeşitleri artı-rıldı. Genel Müdür başta olmak üzere tüm personel; uyumuyor, yemiyor, içmiyor kelimenin tam anlamı ile 24 saat çalışıyordu.
TANSAŞ’ın ilk kuruluş yıllarında Basın ve Halkla İlişkiler biriminde görev yapan eşim Nazan, o günleri söyle anlatır:
TANSAŞ’ın Basın ve Halkla İlişkiler biriminde; ben dahil, Asuman Kayırıcı ve Dilek Gappi adlı arkadaşlarla birlikte, üç kişi çalışıyorduk. TANSAŞ’ın bütün sloganlarını, tüm halkla ilişkiler çalışmalarını ekip halinde, amatör bir duyguyla üretiyor ve gerçekleştiriyorduk. Şimdiki gibi, profesyonel anlamda bir reklam ajansımız yoktu. Her kelime, her cümle; teker teker saatlerce, günlerce tartışılıyor; ondan sonra kullanılıyordu.
O dönemlerde, çalışanların eğitimine çok önem verilmişti. Türkiye’de belki ilk kez, kasiyerinden bekçisine, büro elemanından şoförüne kadar herkes eğitim uzmanımız Ayşen Akçakoca tarafından eğitiliyordu. Hem de uygulamalı olarak. Örneğin kasiyerin kasada nasıl oturacağından, müşteriyle nasıl konuşacağına kadar her bölüm, sanki tiyatroda rol yapar gibi gösteriliyordu. Hepimiz, bu sevdaya inanmıştık.
Bugün TANSAŞ’ın geldiği noktayı gördükçe ve hele hele bir tüketici olarak alışveriş yaptıkça gerçekten gururlanıyor ve çok mutlu oluyorum. Benim dönemimdeki heyecanın sürdüğünü hissediyorum...
İlk TANSAŞ logolu mağazasını Bornova’da açan yöne-tim, bunun heyecanını yaşarken, çok yakın bir gelecekte ilk yılını dolduracaktı. TANSAŞ’ın birinci yılını kutla-mak için çalışma başlatıldı. Her şeyin bir ilki vardır düşüncesi ile yola çıkan yönetim, Türkiye’de ilk kez böyle bir uygulama gerçekleştirdi: 1987 yılının aralık ayında yapılacak olan bir çekilişle, bir kişiye sıfır kilo-metre beyaz renkli Renault 9 marka otomobil verile-cekti.
Kutlama törenlerinin bir şenlik havası içinde geçmesi isteniyordu. Bunun için Atatürk Kapalı Spor Salonu uygun görülmüştü. Ancak her nedense bazı yöneticiler ve özellikle siyasiler, salonun dolmayacağını ve bunun için ne yapılırsa yapılsın, yine aynı sonuçla karşılaşılaca-ğını savunuyordu.
Devreye Burhan Özfatura sokuldu. Özfatura, o günlerde Konak Maksim Gazinosu’nda sahneye çıkan günümü-zün yıldızı Seda Sayan’la konuşarak ücretsiz bir konser vermesini rica etti. Seda Sayan bu isteği kabul etti. Bu konserin gerçekleşmesinde, Maksim Gazinoları’nın sahibi Atalay Noyaner’in de çok katkısı oldu.
Çekiliş bir cuma gününe denk düşmüştü. Genel Müdür İrfan Akça, birçok kişinin olumsuz sözlerini unutmamış; sabahın erken saatlerinde konserin yapılacağı salona gelmişti. Ancak, daha salona birkaç metre kala gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü. Salonun önü, yan kaldırımlar, hıncahınç insanlarla doluydu. Aydın, Denizli, Manisa plakalı otobüsler kapının önünde duruyordu. Sabahın erken saatlerinde insanlar, salona girmek için adeta birbirini eziyordu. Durum, Emniyet Müdürlüğü’ne bildirildi ve toplum polisi salona gelerek gerekli önlemleri aldı.
İrfan Akça, bu izdihamdan dolayı, hem çok şaşırmış ve hem de bir olay çıkacak diye kaygılanıp aşırı strese gir-mişti. Bu yoğun çalışma temposuna bedeni dayanama-yan Akça, hastaneye kaldırıldı ve çekilişi görme şansını yakalayamadı. Ancak görev sorumluluğu gereği, geliş-meleri telsizden sürekli takip etti.
Sonuçta, Seda Sayan konserli, otomobil hediyeli TANSAŞ 1 YAŞINDA kutlamaları olaysız sonuçlandı ve otomobil emekli bir öğretmene verildi.
İrfan Akça, yıllar sonra bu olayı şöyle anlatır:
…İşte o gün ve o gece, TANSAŞ’ın nasıl büyük bir kuruluş olduğunu, olacağını, insanlarımızın TANSAŞ’ı nasıl sevdiğini ve bağrına bastığını anladım, öğrendim.
Bu kuşkusuz uyguladığımız politikanın somut sonuçlarıydı. O geceden sonra, ilerleyen günlerde ve aylarda daha da önemli yatırımlar gerçekleştiriyordum.
Artık, kelimenin tam anlamı ile korkmuyordum. Yatırımları yapıp mağazalar açıyorduk ama, bir şeye çok dikkat ediyorduk: Bakkal unsurunu hiçbir zaman göz ardı etmedik. Küçük esnafı mağdur etmedik...
Her şey güzel ve planlı bir şekilde yapılıyor ve ilerliyor-du. Ancak yapılanlar yöneticilere yeterli gelmiyordu. Daha iyileri, daha farklı olanları yapılmalıydı. Bunun için arayışlar sürerken, Narlıdere bölgesinde yeni bir mağaza açılması gündeme getirildi Akça tarafından. Ama bu düşünceye, yine ANAP’lı meclis üyelerinden oluşan Yönetim ve Denetim Kurulu karşı çıktı. Çünkü Narlıdere, o dönemlerde şehir dışında kalıyordu ve imtihan pisti olarak kullanılıyordu. İnsanlar, şehir dışında bulunan bir yere nasıl gidip alışveriş yapacaktı? Bunun hiçbir örneği yoktu. İrfan Akça, birçok yöneticiyi ikna turları yapmıştı; ama sonuç alamamıştı.
Bu arada, TANSAŞ’ın bu başarısı, İstanbullu işadamları tarafından yakından takip ediliyordu.
Günlerden bir gün Karşıyaka’da, MİGROS’un ilk mağa-zasının  açılışı yapılır. Burhan Özfatura da bu açılışa davetlidir. Açılış töreni sonrası mağazayı gezen Özfatura, telsizle İrfan Akça’ya ulaşır:
—İrfan, neredesin?
—Konak tarafındayım efendim.
—Hemen atla arabaya, Karşıyaka’ya gel. Ben Migros mağazasındayım. Bekliyorum…
İrfan Akça hem şaşkın ve hem de tedirgindir. Ne oldu-ğunu bir an önce öğrenmek ister. Süratle mağazaya ulaşır ve Özfatura’nın yanına gelir:
—Buyurun Başkanım.
—Bak İrfan görüyor musun bu rafları, düzenlemeleri… Biz de TANSAŞ’ta bunları yapalım. Ne dersin?
—Efendim, ben bunların daha iyisini ve daha farklısını yapmak isterim. Aynısını yapmam. Gelin, şu Narlıdere pro-jesini yeniden gündeme getirelim.
Hemen Narlıdere’ye gidilir. Akça, Özfatura’ya, sanki binalar yapılmış gibi tüm hayalini, daha birkaç gün önce oğluna anlattığı gibi anlatır. Çok ilginçtir, Özfatura pro-jeleri bile görmeden ikna olur ve talimatını verir:
—Acilen Yönetim Kurulu’nu topla.
İrfan Akça çok mutludur. Emri yerine getirir. Yönetim Kurulu tek bir gündem maddesi ile toplanır. Özfatura şöyle der:
—Arkadaşlar, Narlıdere’ye bir mağaza açma fikrini beğendim. Çok yararlı olur. Bunun vebali, tüm sonuç ve sorumluluğu bana ve İrfan’a aittir.
O dönemler belediye başkan vekilliği görevini de üstle-nen, Özfatura’nın en güvendiği adamlardan biri olan Yusuf Uz itiraz eder ve İrfan Akça ile mağazanın işleyip işlemeyeceği konusunda takım elbisesine iddiaya girer.
Yönetim Kurulu, mağazanın açılması kararı alır. Mağazanın inşasına acilen başlanır ve çok ilginçtir, kos-koca bina ve tüm tesisler, gece gündüz, 24 saat çalışıla-rak bir ay gibi çok kısa bir sürede tamamlanır ve düzen-lenen büyük bir törenle halkın hizmetine açılır.
Bu mağaza Türkiye’de, şehir dışında açılan ilk mağaza olma özelliğini kazanır.
1984 yılında mağazaların kapatılması emrini veren Turgut Özal, Narlıdere Mağazası’nın açılış törenlerinden bir süre sonra İzmir’e gelir. Kendisine, mağazanın bah-çesinde otağ kurulur ve onuruna yemek verilir. Yemeği, Hürriyet Gazetesi İzmir Temsilcisi Nedim Demirağ organize eder.
Yemek sırasında Özal ile Özfatura arasında şu konuşma-lar geçer:
—Ya Burhan, çok güzel olmuş buraları ama sen reklam yapmasını bilmiyorsun.
—Ne gibi efendim?
—Baksana, bu yaptıklarının hepsi Belediyenin bir hizmeti. Belediye tarafından yapılmış. Bunu niye adam akıllı kullanmıyorsun. Sen bu şirketin adını değiştir. Bir yerlerine Büyükşehir Belediyesi cümlelerini koy.
Özal’ın bu önerisi, bir yıl sonra yapılan genel kurul toplantısında ele alınır ve o günlere kadar TANZİM SATIŞLARI İÇ VE DIŞ TİCARET ANONİM ŞİRKETİ olan TANSAŞ’ın şirket unvanı, TANSAŞ İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ İÇ VE DIŞ TİCARET ANONİM ŞİRKETİ olarak değiştirilir.
Bu arada, “Takım elbise ne oldu?” diye sorulabilir. Narlıdere mağazası çok iyi iş yapmasına rağmen, kitabın baskıya verildiği güne kadar Yusuf Uz’ un takım elbiseyi hâlâ almamış olduğu bilinmektedir.
1984-1989 yılları arasında görev yapan Burhan Özfatura, Yönetim Kurulu Başkanı olarak katıldığı hiçbir toplantı-dan huzur hakkı almadı.
Ancak aleyhinde; kendi partili ve yandaşlarını işe alıyor, TANSAŞ’ta yakınlarının mallarını sattırıyor gibi birçok iddia vardı. Özfatura, bu iddialara şöyle yanıt veriyordu:
Bir tek örneği yoktur. TANSAŞ’a hiçbir zaman politika sokmadım. Mal ve personel alımına kesinlikle karışmadım. Benim ekmek ve konut konusundaki duyarlılığımı herkes bilir. Bizim, bir tek çiçek masrafımız bile olmadı.
İrfan Akça bu dönemi anlatırken, Özfatura’yı doğrula-yan açıklamalarda bulunur. Şöyle der Akça:
Gerçekten, mal ve personel alımına hiç karışmadı. Nerede hangi mağazayı açacağıma bile karışmadı. Mağazalar konusunda iki kez ricacı ve hatta ısrarcı oldu. Birincisi, halen Alsancak’ta Migros’un bulunduğu yere, ikincisi de Fuar içine TANSAŞ mağazalarını açmam konusuydu. Birçok inceleme yaptım ve sonuçta bu iki mağazayı açmadım. Bunun için bana hiçbir şekilde tavır almadı. Yıllar sonra ise Fuar alanına TANSAŞ, Çakmur tarafından açıldı... Genel Müdür olarak buna en yakın şahit benimdir. Asla ve asla bir tek politik baskı yapmadı. Bir örnek vermek gerekirse, TANSAŞ’ta bir dönem sayın başkanın baldızı çalıştı. İnanın, o bile, en az maaşı alanlardan biriydi. Hiçbir şekilde maaş artırımı yapmadım. Her şey sırasıyla oldu...
Birbirinden habersiz, ayrı ayrı günlerde yapılan bu söyleşilerden, her ikisi de kesinlikle haberdar olmadı. O nedenle yapılan bu açıklamalar, birbirini doğrulaması açısından gerçekten çok önemlidir.
TANSAŞ’ta sendika yoktu. Yüzlerce, binlerce işçi çalışı-yordu; ama sendikalaşmak ayrı bir sorundu. Özfatura bunu, “Sendika yerine sendikadan daha çok sosyal hak vardı.” diyerek anlatırken, İr-fan Akça da personel hukukuna derin saygının varlığından bahsediyordu:
…Hiç unutamayacağım iki örnek vardır. Bir mağazada kasap olarak çalışan bir işçinin parmakları, kıyma makinesinde parçalanmıştı. O heyecan ve telaşla, durumu hemen Burhan Bey’e bildirdik. Burhan Bey, hastanın hemen İstanbul’a uçakla, oradan da, alanda hazır bekletilecek olan helikopterle Alman Hastanesi El ve Mikro Cerrahi bölümüne sevk edil-mesi talimatını verdi. Süre çok azdı. Saatlerle yarışıyorduk. İşçimizi uçağa, sonra da helikoptere bindirdik ve Alman Hastanesi’ne götürdük ve hemen ameliyatını gerçekleştirdik. Arkadaşımızı kurtarmıştık. İlerleyen aylarda da bu işçimizin nikahını Burhan Bey kıymış, şahitliğini de ben yapmıştım.
Bir diğer örnek ise yine bir işçimizle ilgilidir. İşe gelmek üzere evinden çıkan bu işçimiz, karşıdan karşıya geçerken bir aracın çarpması sonucu yaşamını yitirdi. TANSAŞ’taki görev süresi hemen hemen on gündü. Ama bu süre, bizim için hiç önemli değildi. Biz, Burhan Bey’in de talimatıyla, bu işçimizin aile-sine bir ev verdik, masraflarını karşıladık ve çocuklarını okuttuk.
İşte bunlardır, bu değerlerdir TANSAŞ’ı TANSAŞ yapan. Bunun gibi daha birçok örnek vardır...
Peki TANSAŞ, mağazalarına malı nasıl alıyordu?
Bir süre sonra, mağazalarda sebze meyve satışlarının da yapılmasına karar verildi. Ancak bunun için çok dikkatli olunması gerekiyordu. Bu iş, diğerlerine benzemiyordu. Çürüme riski yüksekti. TANSAŞ’ın hem hiçbir mal kale-minde zarar etmemesi, hem de bu malların ucuz satıl-ması gerekiyordu. Mallar, başka türlü satılamazdı mağa-zalarda. Sıkı bir ekonomik politika uygulanıyordu.
Bunun için de bir yöntem bulundu. Mallar; toptancı ve aracıdan değil, direkt olarak üreticiden alınacaktı.
Malların alımı için yapılan seyahatlerde, kişisel yol, yemek ve konaklama gibi masraflardan, bu dönemde hep kaçınıldı.
Örneğin, Fethiye ve çevresindeki bölgelerden mal ala-bilmek için bir gün Fethiye’ye giden Genel Müdür İrfan Akça, Genel Müdür Yardımcıları Ufuk Ongan ve Cumhur Utkan, meyve sebze pazarının kurulmasını beklerlerken, otel masrafından kaçınmak için geceyi arabada uyuyarak geçirirler.
***
TANSAŞ, hızla ve istikrarlı bir biçimde büyüyordu. Artık, bir kurum yerine, halka mal olmuştu TANSAŞ… Bunun ticari anlamda yerine getirilme gereği ortaya çıktı.
Yıl 1987…
Bir gün, gazetelerde koca koca ilanlar yayınlandı. Ardından, sokaklarda ve tüm mağazalarda broşürler dağıtıldı. Her yere afişler asıldı. UCUZ, KALİTELİ ve GÜVENLİ sloganı ile yapılan çalışmada İzmirlilere şöyle sesleniliyordu:
TANSAŞ’A ORTAK OLUN...
SERMAYEYİ TABANA YAYMA ÇALIŞMALARINDA ÖRNEK BİR MODEL spotları ile bastırılan broşürlerde aynen şunlar yazılıydı:
Bu dokuz yıl öncesinden başlayan bir olay...
Lütfen 1978 yılını hatırlayınız: Yokluklar, kıtlıklar, kuyruk-lar... O günün şartları altında devlet yönetimi temel tüketim mallarındaki karaborsayı önlemek üzere, belediyeleri Tanzim Satış Mağazaları açmağa yöneltiyor.
Ekonomide arz ve talep dengesi gerçi 12 Eylül 1980 sonra-sında sağlanıyor ama 1978 şartlarında kurulmuş olan Tanzim Satış Mağazaları etrafında genellikle problemli düzensizlikler, tartışmalar sürüyor. 1984 deki yerel seçimlerden sonra yurt çapında bunların çoğu tasfiye ediliyor ve ayakta kalan mağa-zaların sayısı iki elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar aza-lıyor.
Yeni bir sosyal felsefe oluşmakta. Büyükşehirlerin büyük problemleri var. Gecekondu bölgelerine tapu verilecek, buraların yolları, kanalları yapılacak, su, otobüs ihtiyaçları karşılanacak. Bu bölge insanlarının uygar bir yaşam sevi-yesine ulaşabilmesi için çağdaş şehirciliğin bütün gerekleri yerine getirilecek. Devlet, belediyelere büyük mali imkanlar tanıyor ve bu hizmetler hızla başlatılıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi burada diğer belediyelerden bir adım daha önde. Gecekondu bölgelerinde kırsal kökenli ailelerimiz, emekli memur ve işçilerimiz barınıyorlar. Tanzim Satışları yoluyla aile bütçelerinde ferah-lık yaratmak daha sağlıklı beslenen kitleler yaratmak, İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin sosyal politika anlayışında önemli yer tutuyor.
Tanzim satışları konusu, İzmir’de işte bu düşüncelerle gelişti, büyüyüp serpildi. Gecekondu bölgelerinde birbiri ardınca açılan mağazalar, belediyeye külfet yüklemek şöyle dursun önemli boyutlarda kazanç da sağlamaya başladı. Ne var ki devletin ihale ve personel konularıyla ilgili yasaları, ticaret hayatının özellikleriyle kolay kolay bağdaşmıyordu. İzmir’deki Tanzim satışlarının hacmi gittikçe büyümekteydi ama bu gelişme piyasada belediyenin haksız rekabet şartları yarat-makta olduğu endişesini de beraberinde getirmekteydi. İzmir Büyükşehir Belediyesi 1986’nın son günlerinde bu rahatsızlıklara bir çare buldu: Tanzim Satışları, bir Anonim Şirket olarak örgütlenmeliydi. Büyük hissesi belediyeye ait olmak üzere bazı kamu kurum ve kuruluşların iştirakiyle 4 milyar TL sermayeli TAN-SAŞ kuruldu. Varılacak en son he-def belediyenin denetiminde TANSAŞ’ı İzmir halkının sahipliğine terk etmek ve genel politika doğrultusunda sermayeyi tabana yaymaktı.
Türk toplumu hızlı değişimin ve gelişimin içinde. İnsanlarımı-zın tasarruf bilinci eskisinden daha sağlam. Zamanın değerini artık daha iyi biliyor.
Bu noktadan hareketle gerçek toplu alışveriş ihtiyacının gittik-çe daha fazla önem kazandığını ve özellikle büyük kentleri-mizde böyle bir alışkan-lığın yayıldığını dikkatle göz önünde tutan TANSAŞ, 10 ay içinde inanılması güç başarı boyut-larına erişiyor.
Ekim 1987’de ciro 4.5 milyar liraya ulaşmış durumda. Sayıları 50’yi bulan TANSAŞ mağazalarında 1 milyon kişiye hizmet veriliyor. İzmir’deki her üç haneden birisi mutfak ihtiyacını TANSAŞ’tan karşılamakta. Piyasa fiyatlarından ortalama yüzde 30 ucuza satış yapıldığı halde, öz sermaye karlılığı da yüzde 70’lere ulaşıyor.
Kurumun finansman sorunu yok. Cari güçler çok yüksek. Kullanılan paranın maliyeti hiç yok. Ucuza ve peşin alınıyor, ucuza ve peşin satılıyor. TANSAŞ’ın varlığı piyasada, şehir halkı için çok yararlı olan bir rekabet yaratıyor.
TANSAŞ’ın gerçek sahibinin, İzmir halkı olduğu; her çalışmada ve ortamda duyurulmaya devam ediliyordu. Hazırlanan diğer bir broşürde ise Özfatu-ra şunları söylüyordu:
Sevgili İzmirliler,
Sizlere TANSAŞ’ı uzun uzun anlatıp tanıtmayı gereksiz buluyorum. TAN-SAŞ günlük şehir yaşamımızın önemli bir unsuru haline gelmiştir. Şirin İzmirimizde yaşayan her üç aileden birisi mutfak ihtiyaçlarını TANSAŞ’ tan karşılamak-tadır, her ay en az bir milyon defa mutfaklarınıza girmek-tedir.
İzmir yaşayanı bizlerden iyi bilmektedir TANSAŞ’ı.
Bugün yurdumuzda yıllık ciroları 50-60 milyarı bulan firma sayısı bir elin parmaklarını aşmaz. TANSAŞ kuruluşunun birinci yılını doldurmadan bu dev kuruluşlar arasında yerini almıştır.
Sizlerden görmüş olduğu fevkalade ilgi bizleri bu “ilgide istikrarın” sağlanması yolunda arayışlara itmiştir. Bu nedenle dokuz ay önce kurulan şirketimiz bizim SOSYAL ÖZELLEŞ-ME diye nitelendirdiğimiz, halka sermaye olarak da bütünleşme kararının uygulanması aşamasına gelinmiştir.
TANSAŞ 4.000.000.000.-TL sermayeli bir Anonim Şirkettir. Ortaklarının hepsi kamu kurum ve kuruluşlarıdır.
Şu anda söz konusu olan hisseler İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne ait (B) grubu, 6 bin adet ve her biri 10.000 TL değerinde olan hisse senetleridir. Büyükşehir Belediyesi’nin bu hisse senetleri devir ve ciro ile elden çıkartılacaktır. Halkımızın ilgisi devam ettiği sürece Büyükşehir Belediyesi’nin hissesi yüzde 75’e düşene kadar parti parti satışlar devam edecektir..
Ne kadar hisse senedi satılırsa şirketin en büyük ve karar verici ortağının İzmir şehri adına İzmir Büyükşehir Belediyesi olarak kalacağının hafızalarda tutulmasını rica ederim.
Biz TANSAŞ’ı devamlı olarak gerçek sahibi olan sizlerin denetiminde bulundurabilmek için hisse senetlerinin isme yazılı olmasını ve bir kişinin 5 hisseden (50.000.-TL) fazla hisseye sahip olmamasına karar verdik.
Herkesçe bilineceği gibi hisse senetlerinde kar miktarı şu olacak, bu olacak şeklinde taahhüte girmek mümkün olmamaktadır. Fakat TANSAŞ’taki küçük katılımlarınızın getireceği katkı hiçbir zaman banka faizlerinin altına düşmeyeceği sözünü verebilirim.
İZMİR EKONOMİDE HERŞEYİN İLKİDİR. Sizler TANSAŞ’ın gerçek sahiplerisiniz.
Bu sahipliği hukuken de kazanmak üzere sizleri TANSAŞ’a davet ediyorum. Hayırlı ve uğurlu olması temennisiyle...
Yoğun süren bu çalışmalardan sonra, arz gerçekleşti, halkın ilgisi gerçekten büyük oldu. Halka açılan % 10’luk bölümün % 7,5’i satıldı. Geriye kalan bölüm için Özfatura, çok özel bir kişi ile doğrudan bağlantı kurdu.
Bu kişi; İngiliz kökenli Kıbrıslı, bir dönem Günaydın ile Güneş Gazetesi’ni satın alarak basın hayatına giren ve halen birçok gazetecinin, mahkeme kararlarına rağmen tazminat haklarını kendisinden alamadığı iş adamı Asil Nadir’di.
Günler ayları, aylar yılları kovalıyordu. TANSAŞ arzu edilen noktalara gelmişti. Ancak bu arada 1989 yerel seçimleri yaklaşmıştı. Özfatura, yeniden ANAP’tan adaylığını açıkladı. Karşısında ise SHP adayı Yüksel Çakmur vardı.
Yoğun seçim çalışmaları devam ederken Özfatura, siyasi içerikli afişlerinin TANSAŞ mağazalarına asılmasını istedi. Ancak bu istek yasal değildi. Seçim yasakları gereği, bir kamu kurumu çerçevesinde sayılan TANSAŞ mağazalarına bu afişlerin asılması sorun yaratırdı. Birçok yetkili kendisini bu konuda uyardı ve yasayı hatırlattı. Özfatura da, her zaman ve her ortamda yasaları uyguladığını söylediği için, bu kurala da uymak zorunda kaldı ve hiçbir afişi astırmadı.
1989 yerel seçimlerinde, tüm Türkiye’de olduğu gibi İzmir’de de SHP rüzgârı esiyordu. Kıran kırana geçen seçimlerde Özfatura kaybediyor; Çakmur koltuğa oturu-yordu. TANSAŞ’ta artık Çakmur dönemi başlıyordu.
Seçim sonuçlarının hemen hemen belli olduğu saatlerde, Genel Müdür İrfan Akça, bir vefa örneği göstererek Özfatura’nın seçim bürosuna gider. O güne kadar etrafında yüzlerce insanın bulunduğu Özfatura artık yalnızdır. Yanında sadece Talat Şimdi vardır. Otururlar, sohbet ederler ve öpüşerek ayrılırlar. Her ikisinin de gözlerinde yaş vardır. Kolay değil, beş yıl; zaman zaman eşten, çocuktan, aileden uzak kalınmış; birlikte çalışılmış ve Türkiye’ye örnek olacak TANSAŞ yaratılmıştır.
TANSAŞ, uyguladığı politikalar ve ekonomik kurallar çerçevesinde, satılan bazı ürünlerin fiyatlarına zam yapma kararı alır. Bu olay Yüksel Çakmur’u çok sinir-lendirir. Kendisine komplo kurulduğunu düşünür ve Akça’ya tavır alır. Oysa, yasa gereği Yüksel Çakmur, o günlerde TANSAŞ’ın yönetim kurulu üyesi bile değildir.
Yaklaşık bir ay sonra genel kurul toplantısı yapılır ve Çakmur, TANSAŞ Yönetim Kurulu Başkanı olur.
Bundan sonra anlatılacak olaylar, herhalde Türkiye’nin hiçbir ilinde gerçekleşmemiştir. Buna, siyasetin cilvesi demek galiba doğru olacak.
Yüksel Çakmur bir gün İrfan Akça’yı çağırır. Kendisine başka bir görev önerir. Ancak Akça, bu teklifi kabul etmez ve TANSAŞ’tan ayrılır. Artık TANSAŞ’ın yeni genel müdürü, 1999 seçimlerinin galibi Ahmet Piriştina’dır. Ancak Çakmur’a ve siyasi baskılara daya-namadığı için çok kısa bir süre sonra PİRİŞTİNA’da istifa eder. Koltuğunu, Genel Müdür Yardımcısı Coşkun Süer’e bırakır.
İrfan Akça, makamından ayrılmadan önce Piriştina’ya tek bir öneride bulunur:
—Sakın, mal ve eleman alımında politik davranma. Bu seni ve TANSAŞ’ı çok yıpratır.
Tüm bu gelişmelerden sonra, elbette kadro değişiklikleri de gerçekleşir. Özfatura döneminde görev yapan eşim de görevinden ayrılır. TANSAŞ’ın Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne; 1999 seçimlerinden sonra bir süre Ahmet Piriştina’nın Basın ve Halkla İlişkiler Danışmanlığı görevini yürüten, 3 Kasım 2002’ de yapılan Milletvekili seçimlerinde CHP’den aday olan, Piriştina’nın en yakın arkadaşı Ünal Ersözlü atanır.
Aylar, yıllar geçer…
TANSAŞ’ın gidişatında bir bozukluk başlar. Kâr eden şirket, artık iyi gitmemektedir. Birçok partili TANSAŞ’a personel olarak alınır.
Bir gün, randevu almadan ziyaretime gelen Çakmur, bu sıkıntılarını şöyle dile getirmişti:
—Üzerimde yoğun parti baskısı var. Genel Merkez, il, ilçe herkes herkesi işe almamı istiyor. Ben nasıl herkesi işe, TANSAŞ’a alırım? Yapamam ki. Ama yılmayacağım. Kimseden korkum yok...
1990 yılının ilk aylarında, Yüksel Çakmur ile birçok konuda ayrı düşen, yıldızı bir türlü barışmayan Bornova Belediye Başkanı Ali Sözer; Çakmur’un, partililerini per-sonel olarak yerleştirdiğini söylediği TANSAŞ’a, rakip olma kararı alır. 1978 yılında Ecevit hükümeti dönemin-de yürürlüğe konmuş olan yönetmeliği uygulayarak TANSA’ları kurar. Oysa TANSA’lar, çoktan tarihe karışmıştır…
Ali Sözer, dokuz adet açacağını ilan ettiği mağazalardan ilkini, Bornova - Çamdibi Kamil Tunca Bulvarı üzerinde açar. Açılışta şunları söyler:
…Açacağımız tanzim satış mağazaları, TANSAŞ fiyatları ile orantılı olacak. Amacımız dar gelirliye katkıda bulunmak. Bir zamanlar İzmir’in en güçlü belediyesi olan Bornova’yı eski günlerine kavuşturmak için ne gerekiyorsa yaparız. Bu tür faaliyetlerimizle ekonomik ambargoyu kırmanın da yollarını arıyoruz...

O dönemlerde açılan TANSA’ların başarılı olup olma-dığı konusunda yorum yapmak yanlış olur; ama mağa-zalara partililerin yerleştirildiği bilinen bir gerçektir.
1991 yılına gelindiğinde, dünyada ve Türkiye’ de korkunç bir “Sığır Vebası” salgını başlar. Besiciler başta olmak üzere herkes tedirgindir.
Halk kırmızı et yerine, beyaz ete yöneliyor ve bu konuda hiçbir kuruma güvenmiyordu. Buna rağmen TANSAŞ, sığır vebası krizinden kârlı çıkan bir kurum oldu. Çünkü etler, aynen bugünkü gibi güvenli bir ortamda kesiliyor ve halka sunuluyordu. 1991 yılının 15 Kasım günü bir açıklama yapan TANSAŞ Genel Müdürü Coşkun Süer, mevcut olan 81 mağazada günde ortalama 600 ton et satışının yapıldığını açıklıyor ve şöyle diyordu:
…Sığır vebası salgınından sonra günlük satışlarımız 500 tondan 600 tona çıktı. Çünkü TANSAŞ’ta satılan etler kesilmeden önce ve kesimden sonra ayrı ayrı veteriner hekim ve gıda uzmanlarınca kontrol ediliyor...
Zamanla Yüksel Çakmur; TANSAŞ’ı ve TANSAŞ çalışanlarını, yakaladığı her fırsatta ilgisiz ve amacına aykırı işler için kullanmaya başlar.
Aradan yıllar geçer…
Çakmur, SHP Genel Başkanlığı’na aday olur. O dönem gazeteleri incelendiğinde görülecektir ki; seçim çalışma-ları için TANSAŞ elemanları görevlendirilmiş, Ankara’ya gönderilmiş; delegelere dağıtılan kumanyalar TANSAŞ tarafından sağlanmıştı. Hatta kurultay sonrası İzmir’e dönüş yolunda meydana gelen trafik kazasında yaralanan bir bayan elemanın, TANSAŞ çalışanı olduğu ortaya çıkmıştı.
Bir başka örnek ise 1992 yılında görülür. Karşıyaka Sahil Yolu’nun yapımı sırasında, Karşıyaka Belediyesi ile giriştiği kavgaların doruk noktasına ulaştığı günlerde, halkı bilgilendirmek amacı ile Yüksel Çakmur, Karşıyaka’da bir toplantı düzenler. Ağaçları, özellikle palmiyeleri kestiği için halktan büyük tepki gören Çakmur, kendisine yönelik bir saldırıda bulunulabile-ceğini düşünerek, aşırı güvenlik önlemleri alır ve bu güvenlik önlemlerinde, hiçbir görev ve sorumluluğu olmadığı halde TANSAŞ’ın güvenlik görevlilerini kullanır.
Çakmur’un bu yıl içinde TANSAŞ’ı kullanarak yaptığı çalışmalar, basına birçok kez haber olur.
İşte 31 Mayıs 1992 tarihinde, günümüz SABAH, döne-min Yeni Asır Gazetesi muhabiri Esen Evran’ın bir haberi:
Törene katılmaya değil, bedava yemeğe geldiler
Karşıyakalıların kendilerini ağaçlara bağlayarak yapılmasını protesto ettikleri, Çok Katlı Otopark ve Kompleksi’nin temel atma töreninde bedava ekmeğe hücum yaşandı. Temel atma töreninin yapıldığı alana gelenler, konuşmaların bitmesini beklemeden TANSAŞ görevlilerinin dağıttığı dönerli sandviç ve kola kuyruğuna girdiler. Meraklılar, törenin bitmesini beklemeden bedava yemeğe hücum ettiler.
1992 yılının TANSAŞ açısından en önemli olayları, 100. mağazanın açılışı ve Genel Müdür’ün istifasıydı. Gaziemir’de yapılan ve 3 milyara mal olan mağazanın, 15 Temmuz’da düzenlenen açılış töreninde konuşan Başkan Çakmur, halkın TANSAŞ’a duyduğu güveni belirtiyor; hızını alamayıp yurtdışında da şubeler açıla-cağını müjdeliyordu.
Ancak bu şubeler, hiçbir zaman açılmadı.
Diğer bir olay ise, TANSAŞ’ın ikinci Genel Müdürü Ahmet Piriştina’nın ayrılmasıyla yerine getirilen Coşkun Süer’in de Çakmur ile yaşadığı sorunlara dayanamayıp istifa etmesiydi. 27 Kasım 1992 Cuma akşamı istifa eden Coşkun Süer, yoğun politik baskıları ve bağımsız çalışa-mama ortamını istifa gerekçesi olarak gösteriyordu. Aslında Süer, birkaç ay önce istifa etmeyi düşünüyordu; ama istifasını geciktiriyordu. Çünkü, Et Entegre Tesisleri’nin yapımında büyük emeği vardı; en azından deneme üretimini görmek istiyordu, haklı olarak. Tesisin deneme üretimini yaptırarak emeğinin karşılığını gördü; ancak istifa etmiş olduğundan açılışa katılmadı. (Bir ay sonra da, başkan adayı çıkmayınca, Divan Başkanı olduğu için, Karşıyaka Spor Kulübü’nün Başkanı oldu.)
Coşkun Süer’in genel müdür olması, ilginç olaylar zinci-ridir. O dönemlerde Ege’nin en güçlü kuruluşu olan Ege Yatırım Grubu’nun DEMAŞ şirketinde Yönetim Kurulu Danışmanı olarak görev yapan Süer’e, Büyükşehir Belediyesi Gelirler Müdürü Güven Kayan’dan, birlikte çalışma önerisi gelir. Kayan, konuyu Çakmur’a açar. İlerleyen günlerde Süer, Çakmur’la İZFAŞ’ın Yönetim Kurulu odasında bir araya gelir. Çakmur’un teklifi üzerine Süer, mevcut bir işinin bulunduğunu belirtirse de Çakmur, bu konuyu Ege Yatırım’ın patronlarıyla konuşarak kendisinin halledeceğini söyler. İkinci görüşme; uzun yıllar belediye misafirhanesi, günümüz-de ise belediyeye ait birçok şirketin yönetim merkezi olarak kullanılan, Güzelyalı TANSAŞ karşısında yer alan Büyükşehir Apartmanı’nın en üst katında gerçekleşir. Süer, birkaç gün sonra Ahmet Piriştina’nın yardımcısı olarak göreve başlar.
O dönemlerde bu görevlendirme, birçok dedikoduya yol açmıştı. Söylentilere göre Çakmur; kendisi ile birlikte çalışan hiç kimsenin politika yapmasını istemiyor ve buna izin vermiyordu. Ahmet Piriştina’nın ise çok med-yatik olduğu bilinen bir gerçekti. TANSAŞ ile ilgili konularda, haklı olarak Piriştina ön plana çıkıyor; Çakmur ise bunu hazmedemiyordu. Sonunda Çakmur, Piriştina’nın istifasını istedi ve Süer, TANSAŞ’ta göreve başladıktan bir ay gibi kısa bir süre sonra TANSAŞ Genel Müdürü oldu.
Süer’in o günlerde en yakın dostu, İZFAŞ Genel Müdürü, TANSAŞ Yönetim Kurulu Üyesi Selami Gürgüç’tü. Gürgüç, Süer’i basınla tanıştırıyor ve onun basınla iyi diyalog kurmasını sağlıyordu. Süer’in bu dönem içinde basınla hiçbir tartışmasının olmadığı bi-linen bir gerçektir. Süer yönetimdeyken, iz bırakan olaylarından biri şudur:
Piriştina’nın genel müdür olduğu dönemde TANSAŞ mağazalarında, büyük indirimlerle Lever Grubu deter-janlarının satışı başlamıştı. Rakip firma, bunu bir türlü hazmedemiyor; TANSAŞ’ı çeşitli yerlere şikayet ediyor-du.
Süer genel müdür olarak göreve başlar başlamaz, her iki firmayı da makamına çağırır. Çağırılan firmalar Lever Grubu ile Procter and Gamble Grubu’dur. Süer, her iki grubu birbiri ile çatıştırır ve Lever Grubu’ndan 7,5 milyar liralık promosyon elde eder. Süer’in tek hedefi, bu parayı yapımı devam eden Et Entegre Tesisleri’ne aktarmaktır. Ancak Çakmur buna engel olur ve bu para ile ölünceye kadar Mütevelli Heyeti Üyesi olarak kalacağı Ege Sağlık Vakfı’nı kurar. Bu vakıf günümüzde faaliyetini sürdürmektedir. Çakmur, mülkiyeti Belediye’ye ait olan binada görev yapmaktadır ve halen bu vakfın başkanıdır.
Çakmur, söz konusu 7,5 milyar liralık bu paranın tama-mını, ilerleyen aylarda TANSAŞ’ta sermaye artırımı yaparak Belediye bütçesinden TANSAŞ’a aktarır.
Lever’in bu promosyonu, rakip firmayı çok kızdırır. Rüşvet iddiaları ortaya atılır. Dönemin Maliye Bakanı (eşi Füsun Kahveci ile 5 Şubat 1993 tarihinde Gerede yakınlarında geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybeden) Adnan Kahveci, müfettişlerini yıldırım hızı ile İzmir’e gönderir. Müfettişler; birkaç saat süren incelemeler sonucunda, yapılan her şeyin yasalara uygun olduğuna karar verir.
Bir süre sonra Coşkun Süer de istifa etti ve yerine, Çakmur’un eşi Gülay Çakmur’un yeğeni Nusret Tuncer getirildi. Nusret Tuncer de bu görevi, ancak iki ay sürdürebildi. Ayrılan Tuncer’in yerine, Zeki Haktar Genel Müdür Vekili olarak atandı ve bu görevi hep vekil kalarak 1994 yılına kadar sürdürdü.
Nusret Tuncer’in bu görevlendirilmesi bile, TANSAŞ’ın, siyasilerin elinde nasıl kullanıldığına somut bir örnektir.
Aynı Özfatura’nın ikinci döneminde olduğu gibi…
1992 yılında, benzine ve una büyük zamlar yapıldı. Benzine yapılan zam, dolayısıyla tüm ürünlere yansı-yordu. Bundan her gıda ürünü payını alırken, en büyük payı ise yine ekmek alıyordu.
Bir yandan benzine, diğer yandan una yapılan zam, İzmir’deki ekmek fiyatlarını da etkilemişti. Fırıncılar Odası bu zamları öne sürerek 1.000.-TL’lik ekmeği 9 Ekim tarihinden itibaren 1.700.-TL’ye satmaya başlı-yordu. Her zaman tüketicinin yanında olduğunu söyle-yen TANSAŞ ise, bu durum karşısında boş durmuyor ve aynı bugün olduğu gibi tüketiciyi düşünerek ekmeğin fiyatını değiştirmiyordu. Yani ekmek, tüm TANSAŞ’larda yine 1.000.-TL’den satılmaya devam ediyordu.
1989-1994 döneminde Çakmur’un TANSAŞ için gerçek-leştirdiği en başarılı çalışma, kuşkusuz Et Entegre Tesisleri’nin yapımıydı. 1990 yılının 3 Mart günü, dönemin SHP Genel Başkanı Erdal İnönü tarafından temeli atılan ve 1991 yılında açılması gerekirken, çeşitli kredi ve ödeme zorlukları nedeniyle (24.7 milyar Lira’ya ihale edilen tesislerin maliyeti, erteleme sebebiyle 43 milyar 31 milyon Lira’ya yükselmişti.) 30 Haziran 1992 tarihinde açılan tesislerde bugün, TANSAŞ mağazaları-nın raflarında bulunan birçok et ürününün üretimi gerçekleştirilmektedir. TANET markalı sucuk, salam, sosis gibi ürünler, bu tesislerde sağlıklı bir ortamda üretilmekte ve TANSAŞ’ta satılmaktadır. Böyle bir tesis kurulduğunda, bunun tek örneği yoktu.
TANSAŞ’la ilgili olarak KADER ve KARAR ANI denilebilecek başka bir olayın bilgisine, bu kitabın baskı günlerinde ulaştım ve bu bilgiyi kitaba eklemeyi uygun gördüm.
1991’in ortaları…
Metro ihalesinden sonra Belediye’ye, yaklaşık 3 milyon dolarlık bir köprü kredisi çıkar. Ancak krediyi verecek olan banka, kefalet ister. Çakmur bu kefalet listesine TANSAŞ’ı da eklemek ister. TANSAŞ’ın o dönem yöne-ticilerinden, gerek Genel Müdür Coşkun Süer ve gerekse Genel Koordinatör Güven Kayan, buna karşıdırlar. Çakmur ve belediye yönetimi, bu direnişe çok sinirlenir. Sonuçta TANSAŞ kefalet listesine yazılmaz; ama TANSAŞ’ı temsilen düşüncelerini açıklayan Güven Kayan, çok kısa süre sonra Çakmur tarafından görevin-den alınır.
Eğer TANSAŞ kefil gösterilseydi ne olurdu?
Kuşkusuz kredinin gelişi kolaylaşırdı. Peki ya, öde-melerde bir aksaklık olsaydı ne olurdu? İşte bunu dü-şünmek ve yazmak bile istemiyorum.
Bu olaydan sonra Çakmur’un TANSAŞ yönetimine inancı kalmaz. Çakmur’un çevresindeki bazı insanlar, birçok bilgi ve evrakın TANSAŞ tarafından saklandığını öne sürerek; Genel Müdür’ün odasında bulunan, büyükçe, şifreli çelik bir kasayı alırlar; ancak açamazlar.
Yönetim ile yapılan uzun görüşmelerden sonra kasa geri getirtilir ve Coşkun Süer başta olmak üzere, özellikle Özel Kalem Görevlisi Muzaffer Soykan’ın da katıldığı bir grup içinde açılır. Kasadan sadece Et Entegre Tesisleri ile ilgili teknik bilgiler çıkar. Yani Çakmur’un aleyhine hiçbir evrak bulunmaz...
Hafızalarımızı şöyle bir zorlarsak hatırlarız ki aynı güvensizlik ortamı ile, Özel Kalem Müdürü Ömür Demirtaş da karşılaşmıştı.
Nasıl mı?
Çakmur, artık Ömür’e inanmadığı ve ona güvenmediği için, Ömür’ün odasını kapattırır ve onun içeriye girme-sini engeller.
Kaderin ve hatta siyasetin cilvesi ise şöyledir: 1984 yılında TANSAŞ Genel Müdürü olan İrfan Akça; 15 yıl sonra, yani 1999 seçimlerinin ardından; 1989 yılında Genel Müdürlük koltuğunu devretmiş olduğu günümüz Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın Genel Sekreteri olur. TANSAŞ’ın kurulduğu yıllarda TANSAŞ Genel Müdür Yardımcısı olan Cumhur Utkan ise İrfan Akça’nın 2000 yılında görevinden ayrılmasıyla, Piriştina’nın Genel Sekreterliğine getirilir. 1989 yılında TANSAŞ Genel Müdürü olan Ahmet Piriştina ise, 1999 seçimlerinde, kendisine bu görevi veren Yüksel Çakmur ile birlikte seçimlere girer ve seçimi kazanır; başkan olur.
1989-1994 döneminde yaşanan diğer olayları, ilerleyen sayfalarda ilgili kişilerin anlattıklarıyla aktarmayı tercih ederek, Burhan Özfatura’nın ikinci TANSAŞ dönemine geçmeyi uygun görmekteyim.
1994-1999 arası, Burhan Özfatura ve TANSAŞ açısından ilginç bir dönemdir.
Seçimlerin galibi bu kez, Turgut ÖZAL ile birlikte hare-ket ederek ANAP’tan ayrılmayı ve ileride Özal tarafın-dan kurulacak olan partiye geçmeyi düşünen; ancak Tansu Çiller tarafından DYP’den aday gösterilen; ama bu arada ANAYOL formülünün gerçekleşmesi için çalışan Burhan Özfatura’dır. Rakipleri ise Yüksel Çakmur, Işın Çelebi, Ayla Selışık Tamar ve Süleyman Akdemir idi.
Ancak Özfatura’nın bu dönemi, ilginç olduğu kadar farklı bir yönetim anlayışının hakim olduğu bir dönem-dir. Önceki döneminde, “Hiçbir kişiye, hiçbir akrabama iltimas geçmem, kimseye torpil yapmam. Bunun için kimse benim yanıma gelmesin. Kimsenin gözünün yaşına bakmam.” diyerek büyük takdir toplayan ve bunu uygulayan Özfatura, bu dönemde tam tersi davranmıştır. Belediyenin en kritik müdürlüklerine yeğenini, bacana-ğını ve en yakın akrabasını atamıştır. Bunu yaparken de, “Kendi akrabalarıma güvenmeyeceğim de başkalarına mı güveneceğim? Elbette onları kritik görevlere getireceğim.” demekten geri durmamıştır.
Bunlardan biri ve en önemlisi, kendi elleriyle büyüttüğü, halka açtığı, İzmir’in ekonomisine büyük katkı sağlayan TANSAŞ’ın başına, bacanağı Bülent Sezen’i getirmesidir. Özfatura, bu yaptığının doğru olduğunu kendi açısından savunmuştur; ama bu hiç de kabul edilir bir yönetim anlayışı değildir.
Özfatura göreve başlar başlamaz, hemen TANSAŞ’ın kasasına el koyar ve sayım yaptırır. Yaptırdığı sayım sonucu, kasa hesabında, yaklaşık 1 milyar 200 milyon TL açık görülür. Soruşturmalar başlar ve sonuçta, eski Genel Müdür Vekili Zeki Haktar başta olmak üzere, Muhasebe Müdürü Nurettin Türkeli ile Finansman Müdürü Vedii Yukaruc hakkında dava açılır. Her üç kişi de cezalandırılır.
TANSAŞ’ın, 1989-1994 dönemini inceleyen müfettişler, büyük bir şok yaşar. Özfatura bu dönemi şöyle anlatır:
…Görevi devraldığımızda, korkunç bir tablo ile karşılaştık. Raflarda mal kalmamıştı. Hiçbir firma bize mal vermiyordu. Ödemeler yapılamıyor, firmalar isyandaydı. Kelimenin tam anlamı ile TANSAŞ batmıştı.
Müfettiş ve denetim raporlarında görülecektir ki, bu dönemde sadece ve sadece YÜKSEL-GÜLAY ÇAKMUR adı altında yaklaşık 300 milyon liralık çiçek faturaları karşınıza çıkar. Ayrıca, Genel Başkan adaylığı sırasında TANSAŞ ve elemanları kullanılmıştır. Sürekli yemekler verilmiştir. Bütün kayıtlar mevcuttur. Kimler nereye gitti, nasıl gitti hepsi belge-lidir. Çok yoğun partili işe alınmıştır. İhtiyaç fazlası eleman vardır.
İşin en vahim tablosu ise şudur: Görevi devraldığımızda TANSAŞ’ın 460 milyar lira borcu vardı. Yani 23 milyon dolar. Bu rakam 1 Nisan 1994 tarihi itibariyledir. TANSAŞ’ı yeniden ayağa kaldırmak gerekiyordu.
Tüm mal veren firmalarla Belediye sarayında bir toplantı yaptım. Ben ve İrfan, kendimizi ortaya koyduk. Yeniden mal akışı sağlandı ve çok kısa sürede TANSAŞ yeniden ayağa kalktı. TANSAŞ’ın en kötü yönetildiği dönem, ne yazık ki 1989-1994 dö-nemi arasıdır. Göreve geldiğimizde hemen, bu dönemler içinde işe alınan, birçoğunun işe bile gelmediği, ban-kamatik elemanı olarak görünen bin kişiye yakın elemanın işine son verdik. Tam anlamı ile TANSAŞ o dönemde arpalık olarak kullanılmıştı...
Kendisiyle yaptığım bir sohbet sırasında bunları söyle-yen Özfatura’nın benzer iddiaları, dönemin gazete sayfalarında da yer aldı. İddia büyüktü. Suçlamalar vardı Çakmur için.
Ancak Çakmur, bu suçlamalara sessiz kalmıyor ve o da çok ağır eleştirilerde bulunuyordu. İşte, 13 Mart 1995 tarihli, suçlamalarla dolu dört sayfalık metinden bazı bölümler:
TANSAŞ A.Ş.’NİN, BELEDİYE BAŞKANI’NIN BACANAK, AKRABA VE ORTAKLARI TARAFINDAN HAZIRLANAN DENETİM RAPORUNA CEVAPTIR.
3 Şubat günü gazetem Hürriyet’te TANSAŞ’ta büyük yolsuzluk raporu başlığıyla bir haber çıktı.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Burhan Özfatura’nın kayınbiraderi, İ. Olcay Altuğ’un başkanlığında, Yeminli Mali Müşavirlerden oluşan denetim grubunda, Yine Burhan Özfa-tura’nın ortağı bulunduğu Elit Mali Müşavirlik A.Ş.’nin ortaklarından Mesut Çırak ile Kerim Turan, Ferit Gültekin, İhsan Eyibirlik ve Şerafettin Deniz bulunmaktadır. Bu koşullarda tarafsız olduklarından kuşku duyulacak bir heyetin, kusur bulma çabaları sonucunda otaya çıkan rapor, gerçeği yansıtmaktan uzaktır.
Oluşum şeklinin tarafsızlığı münakaşalı olan, Yeminli Mali Müşavirler grubunun tespitlerinde pek çok tutarsızlıklar, haksız ve mesnetsiz ithamlar mevcuttur.
TANSAŞ satınalma personeline verilen 250 kişilik yemek bedeli 20.325. 203.-TL, TANSAŞ merkez personeline verilen 26 kişilik yemek, 3.910. 569.-TL ve KDV’leri matrah farkı ola-rak kabul edilmiştir. Et Entegre Tesisleri’nde verilen iki günlük yemek bedeli, 29.936.368.-TL’da kabul edilmemiş. “Hepsinde ortak taraf Yüksel Çakmur’un Belediye Başkanı sıfatıyla veya siyasi kişiliği nedeniyle yapılan harcamalara yöneliktir” deniliyor. Büyükşehir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur’un TANSAŞ Yönetim Kurulu Başkanı olduğu göz ardı edilmiştir:
671.594.000.-TL’lik çiçek faturaları, özel harcama kabul edilmiştir. Raporda “çiçek siparişlerinin İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından verildiği; çiçekleri gönderenlerin İzmir Büyükşehir Belediyesi veya Yüksel Çakmur yada Gülay-Yüksel Çakmur olduğu, çiçeklerin gönderildiği yerlerin ise TANSAŞ A.Ş.’nin ticari ilişki içerisinde bulunmadığı kuruluşlar olduğu tespit edilmiştir” deniliyor. Çiçek gönderen Yönetim Kurulu Başkanı’nın, TANSAŞ’ın özellikle binasına girerek, bizzat talimat vermesi gibi bir mecburiyetin varlığını da, sözünü ettiğimiz taraflı ve amaçlı Denetim Grubunun raporundan öğrenmiş bulunuyoruz!.
Toplumun, kavgaya, kavgacılarına, yeni kavga bahanelerine değil, sevgiye, barışa, sağduyuya ihtiyacı var.
1994 yılında koltuğa oturduğunda bu manzara ile karşı-laştığını öne süren Özfatura, çıkış yolları ararken, o sıralarda Ankara’da Beğendik Grubu’nda Genel Müdür olarak görev yapan İrfan Akça’nın telefonu çalar. Arayan, kendisine takım elbise borcu olan Yusuf Uz’dur:
—İrfan hemen atla gel. Sana ihtiyacımız var. TANSAŞ felaket bir halde. Bu kadarını hiç tahmin etmiyorduk. Bekliyoruz...
Akça, bu konuda yardımcı olmaya hazır olduğunu; ancak patronu Mehmet Beğendik’ten izin alınması gerektiğini ifade eder. Beğendik bu izni verir ve Akça İzmir’e gelir. Gördüğü manzara karşısında biraz şaşırır.
Bu kez, TANSAŞ’ın Yönetim Kurulu Başkanlığı görevin-de Özfatura yoktur. Onun koltuğunda bacanak Bülent Sezen oturmaktadır. Bu kadrolaşma Akça’ya ters gelir. Bu sebeple görev almak istemez. 
İrfan Akça ikna edilir ve Genel Müdür, Murahhas Üye sıfatı ile işe başlar.
Ancak, aradan yıllar geçmiştir. Benzetme yapmak gere-kirse, köprünün altından çok sular akmıştır. Farklı bir yönetim anlayışı hakimdir TANSAŞ’a. Aynı heyecan, aynı ruh artık yoktur. Personel ve mal alımlarındaki farklı anlayışlar ve politikalarla birlikte, birtakım olay-ların da gelişmesi nedeniyle İrfan Akça, bir yıl bile dolmadan bu görevinden istifa eder.
TANSAŞ’ın tamamının satış işlemleri, Burhan Özfatura’nın ikinci dönemine rastlar. İzmir iyice büyümüştür ve yatırımlar da devam etmektedir. Öz-fatura’nın hemen hemen her yerde anlattığı, en büyük yatırımı olan Büyük Kanal Projesi için, kaynak bulmakta zorluk çekilmektedir. Elde tek kuruş para kalmamıştır bu proje için.
1994 yılının ortalarına doğru TANSAŞ’ın satış kararı alınır. İlk talip, Koç Holding olur.
Koç; TANSAŞ’ı da alarak, Migros mağazalarının sayısını bu yolla artırmayı hedeflemişti. Uzun süren görüşmeler yapıldı; ama bu çaba sonuçsuz kaldı.
Ardından Hüsnü Özyiğin’e ait Fiba Holding-Finansbank ile görüşmeler başladı ve anlaşma sağlandı. Yaklaşık bir ay süre ile Fiba Holding tarafından yönetilen TANSAŞ’ın bu satışından Büyükşehir yine nasibini alamadı. Holding alımdan vazgeçti, satış iptal oldu.
Aylar ilerliyordu. Mal-mülk sahibi, oldukça zengin, gelinlik giyme yaşına gelmiş bir genç kız gibi İzmir’de damat bekleyen TANSAŞ; kuşkusuz tüm kuruluşların iştahını kabartıyordu.
Bu kez, Doğuş Holding bünyesinde yer alan Garanti Bankası ile görüşmeler başladı. Uzun süreli görüşmeler sonucu TANSAŞ, Doğuş Holding bünyesine katıldı. Görüşme ve satış işlemleri bir hayli uzun sürdü. Bu dönemlerde eski Başkan Yüksel Çakmur, peş peşe dava açarak satışın iptalini istediyse de dava açtığı mahkeme-ler Çakmur’u yeterince haklı bulmadı. Çünkü satıştaki tüm işlemler, yasalara uygun görüldü.
Ve finale, 1999 yılında, Ahmet Piriştina’nın başkanlık döneminin ilk aylarında ulaşıldı.
TANSAŞ, resmen ve tamamen Doğuş Holding’in bünye-sine katıldı. Unvanı da, TANSAŞ Perakende Mağazacılık Ticaret Anonim Şirketi oldu.
Satış kararının Özfatura’nın ikinci dönemine rastladığını belirtmiştik. Özfatura; bu kararın alınmasında en büyük nedenin, Büyük Kanal Projesi olduğunu ısrarla söyler-ken; Ankara’nın bu projeye tek kuruş para vermediğinin de altını çiziyordu:
…Büyük bir proje. Şehri bir ucundan diğer ucuna bağlayacak bir proje. Başlattık; ama sonunun da gelmesi bekleniyordu. Hiçbir destek görmüyorduk devletten. Sonunda TANSAŞ’ ın belediyeye ait olan tüm hisselerinin satışına karar verdik. Her yöneticinin, bir ihtiyaçlar piramidi vardır. Biz de bunu uyguladık ve TANSAŞ’ ın satışından elde ettiğimiz 150 mil-yon doların tamamını bu projeye yatırdık...
Bir hayli uzun yazma gereğini duyduğum TANSAŞ bölümü, kuşkusuz, birçok insana birinci elden bilgilerin ve belgelerin aktarıldığı ilginç bir bölüm oldu. Çünkü TANSAŞ her uygulamasıyla, geçmişte olduğu gibi günümüzde de hâlâ vatandaşın bütçesini çok yakından ilgilendiriyor.
Görüldüğü gibi, 17 yıl önce iyi niyetli çabalarla başlayan; halka ucuz gıda maddeleri satma çalışmaları, nerelerden nerelere uzanıyor.
Halen Doğuş Holding bünyesinde bulunan TANSAŞ; ilk günlerdeki gibi, gerek İzmir’in ve gerekse mağazalarının bulunduğu diğer tüm il ve ilçelerin ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimine katkıda bulunmayı da sürdürüyor.
Bu anlayışın sürekliliğinin bir örneği olarak, 2005 yılında İzmir’de yapılacak olan Dünya Gençlik Olimpiyatları’na (Universiade) 15 Nisan 2002’de Büyükşehir Belediyesi ile yapılan sözleşmeyle, ana sponsor olunması gösterilebilir.
***
Bu kitabın ilk yayınlandığı yıldan günümüze on yıl geçti.
Peki bu on yılda TANSAŞ açısından bir şeyler değişti mi?
Hem de çok.
Eğer bu değişiklikleri yazmazsak, hem okura, hem TANSAŞ’ın emekçilerine ve hem de müşterilerine haksızlık olurdu.
Öncelikle belirtelim, TANSAŞ, 2005 Dünya Gençlik Olimpiyatları’nın ana sponsoru oldu ve bu süreci başarı ile tamamladı.
Peki başka var mı? diye sorarsanız, biz de “anlatalım o zaman” deriz ve başlarız anlatmaya:
Geçen süreç içerisinde TANSAŞ, yeniden el değiştirdi.
1994 yılında TANSAŞ’ı alarak Migros mağazalarının sayısını çoğaltmayı hedefleyip TANSAŞ’a talip  olan, Migros, talip olduğu yıldan tam 11 yıl sonra yani 2005 yılında Türkiye’nin en güçlü kuruluşu olan Koç Holding bünyesindeki  Migros Ticaret A.Ş’ye, katıldı.
Ayrıca, Genel Müdürlük, yıllar önce olduğu gibi, yeniden İzmir’e taşındı.
Bunun yanında, 2003 yılında mağaza sayısı 193 olan TANSAŞ, Ege ve Akdeniz’de yaygınlaşarak dostlarına daha da yakınlaştı. Bunun gereği olarak, Ege’nin canlılığını ve renkliliğini en iyi şekilde temsil eden bir marka olarak gelişimini sürdürdü ve mağaza sayısını 220 ye çıkardı.
Müşteri odaklı anlayışı, kurulduğu yıldan günümüze kadar hiç değiştirmeyen,  müşteri haklılığını ilke edinen TANSAŞ,  her yere hitap eden ve Ege’ye de, geçiyordum uğradım (!) anlayışlı bir marka olmak yerine, tamamen Egeli olan, sadece bu bölgeye odaklanan ve Egelilerin o sıcak insanlarını ve yüreklerini kucaklayan ayrı bir marka olarak gelişimini sürdürdü ve günümüzde de sürdürmeye devam ediyor.
Bunun yanında TANSAŞ, insana ve insani değerlere sahip çıkarak, engelli müşterilerine, mağazalarında kişisel asistanlık hizmeti sunarak Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmenin haklı gururunu yaşıyor.
Tüketiciye olan inancı ve saygısı gereği; müşterisi olsun veya olmasın, ev ziyaretleri gerçekleştirerek müşterileri dinleyen, onların önerilerini değerlendiren TANSAŞ’ın, 65 yaş üstü müşterilerinin, ne kadar alışveriş yaparsa yapsın, TANSAŞ torbalarını evlerine kadar taşıması da, tüketiciye, büyüklere ve geçmişte bu ülkeye ve İzmir’e hizmet etmiş olan insanlara saygısının bir başka örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Kurulduğu yıldan günümüze kadar, yani 27 yıldır üreticilerin dostu olmaya özen gösteren TANSAŞ’ın, sadece ticari ilişkilerde değil, çocuklarda, anne ve babalarda, ailelerde, kısacası yüreklerde iz bırakan, sımsıcak sosyal, kültürel ve sanatsal etkinliklere de destek olduğunu yazmamak, yine haksızlık olurdu. 
Bununla ilgili bilgileri sizlere, TANSAŞ’ın kendi raporlarından aktarmayı uygun görmekteyim:
“…Ege ve Akdeniz’de herkesten farklı olarak hızlı büyümeyi, Egelilere kazandırarak kazanmayı, odaklanmayı çok önemli buluyoruz. Bu sebeple Tansaş’ı İzmir’den yönetmeye, kazanmaya ve Egeli’ye kazandırmaya karar verdik. Tansaş, 2011 yılı başından bu yana uyguladığı strateji çerçevesinde Egeli’yi dinliyor ve Egeli’nin ihtiyaçlarına uygun hizmetler sunuyor. Bu hizmetler; mağazalarda düzenlenen çarpıcı indirim ve kampanyalardan Egeli’ye sağlanan sabah sporu imkanına, birbirinden özel sanatçıların Tansaş müşterileri için sahne aldığı konserlerden, müşterileri kucaklayan sosyal projelere kadar çok geniş bir yelpazede yer alıyor. Tansaş bu bölgenin markası olarak bölgesine sahip çıkıyor, Egeli üreticilerin ürünlerini raflarına taşıyor.
Diğer taraftan da sosyal ve kültürel faaliyetlere yatırım yapmaktan kaçınmıyor. Egeli’nin daha ilgisini çeken ürünlerle dolan Tansaş mağazaları, Ege’li üreticilerin ürünlerini raflarına taşıyor, hem fiyat hem tazelikle çok başarılı sonuçlar yakalıyor.
Egeli markaları Tansaş raflarında kucaklıyoruz. Meyve sebzeden, ete kadar denetimlerden geçemeyen hiçbir ürün rafta yer bulamıyor. Tanet et entegre tesislerimiz taze etimizin kaynağı. Egemizin cibesini, radikasını, incirini ve daha onlarca ürünü yerel üreticilerden de temin ediyoruz. Yerel ekonomiye katkıda bulunuyoruz. Ege Orman Vakfı zeytini ile hem Ege’nin tazeliğini müşterilere ulaştırıyor hem de yanan orman alanlarına 400.0002’in üzerinde fidanlık ormanı Ege’ye armağan ediyoruz.
Tansaş ile, Ege ve Akdeniz’e odaklanma stratejisi çerçevesinde tüketicilerin güvenini kazandı.  Çok daha sıcakkanlı, hareketli ve yakın oldu. Tansaş ; 27 yıl önce İzmirlilerin gereksinmelerini karşılamak üzere doğdu, gelişti ve İzmirliler ile bütünleşerek tüm Ege'lilerin sevgisini, güvenini kazandı. Kurulduğunda 20 yaşlarında olan Ege'liler bugün 3. kuşaklarına doğru Tansaş ile birlikte yol alıyorlar. Tansaş son iki yıldır Ege'ye odaklanma kararı alarak başta İzmir olmak üzere tüm Ege'de yatırımlarını hızlandırdı..”
Bunun yanında TANSAŞ’ın, Türkiye’nin ve İzmir’in en önemli eğlence ve ticaret merkezlerinden biri olan İzmir Fuarı ile ilgili çalışmaları da dikkat çekici çalışmalar olduğunu söylemek mümkün.
TANSAŞ; özellikle, geçtiğimiz yıl açılan fuar çerçevesinde; fuar boyunca ‘İzmir Aşkıyla Tansaş Farkıyla, Yepyeni Heyecan Bambaşka Fuar’ sloganıyla Egeliler ile buluşturdukları etkinlik ve kampanyalarla birçok proje yarattı. Fuarın içine kurulan Tansaş Mağazası ve Tansaş Sokağı ile yüzlerce çeşit Tansaş markalı ürün, fuara özel fiyatlarla ziyaretçilerle buluştu. Tansaş ‘a ürün tedarik eden firmalardan 46’sı,  kurulan Tansaş Sokağı’nda ürün adaları açıp, müşterle doğrudan buluşma fırsatını yakaladı.

Ege topraklarında doğup büyüyen ve hayata geçirdiği yeniliklerle Egeli ile arasındaki bağı kuvvetlendirerek 81. İzmir Enternasyonal Fuarı’nın ana sponsorluğunu üstlenen Tansaş’ın, fuar süresince pek çok ilke ev sahipliği yaptı.
Bugüne kadar gerek sosyal gerekse temel ihtiyaçları göz önüne alarak düzenlenen etkinlik ve kampanyalar, müşterisinin Tansaş’a olan güveninden ilham alarak belirlendi. Bu güveni veren İzmirlilere teşekkür etmek için doğru zamanda, doğru strateji ile hazırlanan Tansaş sadece İzmir’in değil, Türkiye’nin gözbebeği olan bu fuarın ana sponsorluğunu üstlendi. Her projesinde ‘Ege İçin Neler Yapıyoruz’ sorusuna yanıt veren Tansaş, bugüne kadar yaptıkları ile hem Egeli’nin güvenini hem de büyük kitlelerin takdirini kazandı. Geliştirilen her proje, yapılan her kampanya ile mutlaka bir Egeliye dokunuyor.
81.İzmir Enternasyonal Fuarı’nın ana sponsorluğunu üstlenerek İzmir’in sembolü fuarın yeniden yapılanmasına ve festival havasına dönmesine katkıda bulunan Tansaş, İzmir’in coğrafi, kültürel ve manevi anlamda kalbi olan fuarın, her yaş grubundan ve her kesimden insana hitap ederek sanatsal ve kültürel aktivitelere ev sahipliği yaptı. İzmirlilerin yanı sıra şehir dışından ve yurt dışından gelen fuar ziyaretçilerini, birbirinden özel sürprizlerle buluşturan Tansaş “Fuar boyunca birbirinden keyifli sürpriz showlar, gösteriler ve konserlerle 7’den 70’e herkese unutulmaz günler yaşattı.
***
Evet, yaşanmış olan bu olayları okuduktan sonra akla şöyle bir soru gelebilir:
Siyasilerin elinde bu kadar oyuncak olan, çiftlik gibi kullanılan TANSAŞ, nasıl oldu da batmadı?
Kitabın yazarı olarak şöyle düşünüyorum:
Eğer TANSAŞ; siyasilerin elinde oyuncak olmasaydı, bu kadar kullanılmasaydı, bugün bir dünya markası ve bir dünya şirketi olurdu...
E, şimdi bu engel de kalmadığına ve halen böylesi güçlü bir kurumun elinde olduğuna göre…
Bu bölümü de, yine TANSAŞ’ın kendi raporlarında yer alan küçük bir kısmı aktararak bitirelim:
“…Her projesinde ‘Ege İçin Neler Yapıyoruz?’ sorusuna yanıt veren TANSAŞ, bundan sonrada bu soruya yanıt vermeye devam edecek…”







Vecdi ALTAY
( 1958 )
Mesleki Çalışmalar:
Gazeteciliğe, 1978 yılında Trabzon'da başladı.
Yerel gazetelerde Genel Yayın ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Günaydın Gazetesi'nin Trabzon temsilciliğini üstlendi.
İzmir Demokrat Ege Gazetesi'nde muhabir ve daha sonra da Yayın Kurulu Üyesi olarak çalıştı.
Kültür, sanat ve politika dergisi olan ve İzmir'de yayımla-nan Temmuz Dergisi'nin Yayın Danışmanı ve daha sonra da Yazı İşleri Müdürü oldu.
Bir doğa dergisi olan Avcı Rasgele'nin Genel Yayın Müdürlü-ğü görevini üstlendi.
TRT 1 ortak yayını İzmir Radyosu'nda kültür-sanat program-larının yapımcılığını ve sunuculuğunu gerçekleştirdi.
İki yıl, TRT 1 TV'de yayınlanan belgesellerin seslendirme-lerini gerçekleştirdi.
İzmir'in ilk özel radyosu olan Radyo Karşıyaka'yı kurdu ve Genel Müdür olarak görev yaptı.
Günaydın Gazetesi grubunda yer alan Politik ve Ekonomik Bülten Gazetesi'nin Ege BölgeTemsilciliği'ni kurdu ve Tem-silci olarak atandı. Aynı zamanda Günaydın Gazete-si'nde köşe yazıları yazdı.
İzmir'in ilk dış yapım firması olan Ekin Film Prodüksiyon'u kurarak TV'lere programlar, kuruluşlara ve adaylara tanıtım ve belgesel filmler gerçekleştirdi.
Finansal Forum Gazetesi'nin Ege Bölge Temsilciliği'ni kurdu ve Temsilci olarak atandı.
Türkiye'nin ilk ve tek Çocuk Gazetesi olan Kıpırdak'ı kurdu ve Yayın Sahipliği'ni üstlendi.
NTV'nin Ege Bölge Temsilciliği görevinde bulundu.

Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (FIJ) Üyesi.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Üyesi.
İzmir Gazeteciler Cemiyeti Şeref Divanı (İGC) Üyesi.
Uluslararası Basın Kartı ve Sürekli Basın Kartı Sahibi.

Kamu Kuruluşu Görevleri:
Trabzon Akçaabat Belediyesi'nde çalıştı.
Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde Basın Halkla İlişkiler sorumluluğu ile birlikte, Güzel Sanatlar Bölümü, Bölüm Şefi görevini yürüttü.
Bu görevler devam ederken; Rektör onayı ile bir öğretim yılı boyunca, El Sanatları Dersi Öğretim Görevlisi olarak görev yaptı.
1986 yılında İzmir'e yerleşti ve Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde idari görevde bulundu.
1989 yerel seçimleriyle birlikte T.C. Karşıyaka Belediyesi'nde beş yıl süreyle; Başkanlık Basın, Halkla İlişkiler, Kültür-Sanat Danışmanı, Protokol ve Özel Kalem Müdürlükleri görevlerini yürüttü.

Özel Sektör çalışmaları:
EGS Holding bünyesinde yer alan ve bir eğitim-öğretim kurumu olan Tekstil Araştırma ve Geliştirme Vakfı’nın Genel Sekreterliği görevi.

Ödülleri:
1992 yılında Gustav Heinemann Burgerhaus' un konuğu olarak bir süre Almanya'da Belediyecilik ve Halkla İlişkiler konularında incelemelerde bulundu. İki ülke arasındaki ilişkilere katkılarından dolayı Bremen-Vegesak Belediyesi tarafından FAHRİ VATANDAŞ ilan edildi.
Denizli Belediyesi'nin ve düzenlediği Uluslararası Gençlik Yılı Resim Yarışması'nda, Türkiye üçüncülüğü,
TARİŞ tarafından düzenlenen gazetecilik yarışmasının  röportaj dalında, birincilik,
Özel Ekin Lisesi tarafından düzenlenen yarışmada, jüri özel ödülü,
Kıpırdak Çocuk Gazetesi nedeniyle, Altın Örümcek En iyi web sitesi yarışması, EĞİTİM Kategorisinde Türkiye beşinciliği ödülü.

Kültür - Sanat Çalışmaları:
1980-1987 yılları arasında, 5 kişisel resim sergisi,
2001 yılında Konak Belediyesi’nin, 2003 yılında da Ege Bölgesi Sanayi Odası’nın desteği ile, 1923 tarihli BASINDA CUMHURİYET’İN İLANI sergileri,
İzmir Büyükşehir Belediyesi ile  10 Kasım 2006 tarihinde ANITKABİR İZMİR’DE sergisi
28 Mart 2007 tarihinde ANITKABİR AZERBAYCAN’DA sergisi,
18 Mayıs 2007 tarihinde ANITKABİR BOSNA HERSEK’TE sergisi,
8 Haziran 2007 tarihinde ANITKABİR SREBRENİCA’DA sergisi,
10 Kasım 2008 tarihinde ANITKABİR KUZEY KIBRIS’TA sergisi,
Kuşadası Belediyesi ile, 28 Eylül 2009 tarihinde ANITKABİR KUŞADASI’NDA sergisi,
Karadeniz Ereğli Belediyesi ile  29 Ekim 2009 tarihinde ANITKABİR KARADENİZ EREĞLİ’DE sergisi,
Konak Belediyesi ile  29 Ekim 2009  CUMHURİYET’İ ANLATIYORUZ sergisi,
Bergama Belediyesi ile  14 Eylül 2011 tarihinde CUMHURİ-YET KAHRAMANLARI BERGAMA’DA sergisi,
Bornova Belediyesi ile  29 Ekim 2011 tarihinde  CUMHURİ-YETÇİLER BORNOVA’DA sergisi,
Konak Belediyesi ile 11 Temmuz 2011 tarihinde Bosna Katliamı’ anlatan “NEDEN, WHY, ZAŞTO?” sergisi,
Konak Belediyesi ile 29 Ekim 2011 tarihinde CUMHURİ-YET’İN İLANI GAZETELERİNDEN OLUŞAN dergi dağıtımı,
Bergama Belediyesi ile  11 Temmuz 2012 tarihinde Bosna Katliamı’ anlatan “NEDEN, WHY, ZAŞTO?” sergisi,
Karabağlar Belediyesi ile 29 Ekim 2012 tarihinde CUMHURİYET KAHRAMANLARI KARABAĞLAR'DA sergisi,
Muğla Belediyesi ile  10 Kasım 2012 tarihinde ANITKABİR MUĞLA'DA sergisi,
Konak Belediyesi ile 10 Kasım 2012 tarihinde ANITKABİR ALBÜMÜ dağıtımı.

Kitap ve yazıları:
İkinci Baskısı yapılan Türkiye’nin ilk Yerel Yönetim Belgese-li olan, REİS BEY ve
Türkiye’nin 1918 ile 1938 dönemini anlatan BENİ HATIRLA-YINIZ adlı  kitapları bulunuyor.
Yeni Asır, Milliyet, Yenigün ve Haber Ekspres Gazetelerinde çeşitli dönemlerde inceleme-araştırma ve belgesel dizi yazıları yayınlandı.
Eşi Nazan, kızı Ekin Belce ile birlikte İzmir Karşıyaka’da yaşıyor.

İletişim:
0533 523 15 14
http://tr.wikipedia.org/wiki/Vecdi_Altay
www.vecdialtay.net

altay@vecdialtay.net
vecdialtay@gmail.com