Bu kitabın yazılması süresince
kendileri ile birlikte olma
zamanlarından çaldığım halde,
bunu anlayışla karşılayan,
değerli dostlarıma,
eşim
Nazan
ve
Kızım
Ekin Belce’ye…
1980 SONRASI İZMİR’İN SEÇİLMİŞ
BELEDİYE BAŞKANLARI
BÜYÜKŞEHİR BELEDİYE BAŞKANLARI
1984 - 1989 Burhan
ÖZFATURA (ANAP)
1989 - 1994 Yüksel
ÇAKMUR (SHP)
1994 - 1999 Burhan
ÖZFATURA (DYP)
1999 - 2004 Ahmet PİRİŞTİNA (DSP)
2004 - 2009 Ahmet PİRİŞTİNA (CHP-15 Haziran 2004’te vefat
etti)
2004 - 2009 Aziz KOCAOĞLU
(CHP-Meclis kararı ile)
2009 - 2013 Aziz KOCAOĞLU (CHP)
İLÇE BELEDİYE BAŞKANLARI
1984 - 1989
Süha BAYKAL (ANAP - Konak)
Nevzat ÇOBANOĞLU (ANAP - Karşıyaka)
Cengiz BULUT (ANAP -
Bornova)
1989 - 1994
Ahmet SARIŞIN (SHP - Konak)
Cihan TÜRSEN (SHP -
Karşıyaka)
Ali SÖZER (SHP - Bornova)
Ertan ERDEK (SHP - Buca)
1994 - 1999
Ahmet SARIŞIN (SHP - sonra CHP - Konak)
A. Kemal BAYSAK (DYP - Karşıyaka)
Aysel BAYRAKTAR (DSP - Bornova)
Cemil ŞEBOY (ANAP - Buca)
Mustafa KARAHAN (SHP - sonra CHP Narlıdere)
Hülya YARBUZ (ANAP - Güzelbahçe)
Galip ÖZTÜRK (ANAP - Çiğli)
Adnan YÜKSEL (DYP - Gaziemir)
Mustafa ŞENTÜRK (SHP - sonra CHP Balçova)
1999 - 2004
Erdal İZGİ (DSP - Konak)
Şebnem TABAK (DSP - Karşıyaka)
Cengiz BULUT (DSP -
Bornova)
Cemil ŞEBOY (DSP - sonra YTP - sonra AKP- Buca)
Abdül BATUR (DYP- sonra CHP - Narlıdere)
Ertan AVKIRAN (CHP - Güzelbahçe)
Tevfik ALYANAK (CHP - Çiğli)
İsmet KILIÇ (DSP - Gaziemir)
A.İhsan ÜLKER (DSP - Balçova)
2004 - 2009
A.Muzaffer TUNÇAĞ (CHP- Konak)
Cevat DURAK (CHP- Karşıyaka)
Aziz KOCAOĞLU (CHP- Bornova. Sonra BŞBB)
Sırrı AYDOĞAN (CHP- Bornova - Meclis Kararı ile)
Ensarı BULUT (CHP - Çiğli)
Ertan AVKIRAN (CHP- Güzelbahçe)
Abdül BATUR (CHP - Narlıdere)
Cemil ŞEBOY (AKP- Buca)
Adnan YÜKSEL (AKP - Gaziemir)
Mehmet Ali ÇALKAYA (CHP - Balçova)
2009 - 2013
Dr. Hakan
TARTAN (CHP - Konak)
Cevat DURAK (CHP - Karşıyaka)
Prof. Dr. Kamil Okyay SINDIR (CHP - Bornova)
Ensari BULUT (CHP - Çiğli - 17 Kasım 2009’da vefat
etti)
Av. Metin SOLAK (CHP - Çiğli - Meclis Kararı ile)
Sıtkı KÜRÜM (CHP- Karabağlar)
Mustafa İNCE (CHP - Güzelbahçe)
Abdül BATUR (CHP - Narlıdere)
Ercan TATI (CHP - Buca)
Hasan KARABAĞ (CHP - Bayraklı)
Halil İbrahim ŞENOL (CHP - Gaziemir)
Mehmet Ali ÇALKAYA (CHP - Balçova)
ÖNSÖZ’DEN
ÖNCE…
DEĞERLİ Okur,
Okumaya
başladığınız bu kitabın yazımı, 2001 yılında
başladı ve 2003 yılının ilk
aylarında da tamamlandı.
İlk
baskısı 3 Mart 2003 yılında yapılan
kitabımızın 2. baskısı, tam 10 yıl sonra gerçekleşmiş oldu.
Kitabımızda,
1984, 1989, 1994 ve 1999 yıllarında
yapılan yerel seçimlerden sonra yaşanan, ilginç ve İzmir ile Türkiye
gündemine oturan olaylar anlatılmaktadır. Yani yaklaşık 30 yılı kapsayan bir süreçten bahsediyoruz.
Sizlerden
tek isteğim, önsöz dahil tüm bölümleri o dönemlere göre değerlendirmeniz ve
yorum yapmanızdır. Amacımız, hiçbir şekilde belediye başkanını, meclis üyesini, bürokratı, işçiyi ve partileri suçlamak ve yargılamak
değildir.
Kitabımızda,
aradan geçen 10 yıllık sürede yaşanan yeni
olaylara ve gelişmelere,
belediye başkanları listesi ve ticari bazı bilgi ve gelişmelerin dışında kesinlikle yer verilmemiştir.
Peki
bu süre içinde hiçbir şey değişmedi mi? diye sorarsanız, şunları
söyleyebiliriz:
Kitapta
sıkça bahsedilen 3030 ve 1580 sayılı yasaların içerikleriyle
birlikte rakamları değişti.
1580’in yerini 5393, 3030’un yerini de 5216 aldı.
Kitapta
adı geçen değerli bazı isimleri kaybettik. Bazıları hala İzmir siyasetinde
yerlerini koruyor. Hatta yine bazıları, gençlerin
önünü açmak ve onları desteklemek
yerine, 2014 yılında yapılacak olan
yerel seçimlere hazırlık yapıyor.
2001 yılında
kurulan Ak Parti’nin, çok kısa bir aradan sonra, CHP’nin desteği ile seçilen
Genel Başkanı hala aynı.
ANAP, DYP, RP,
SP
gibi partiler, güçlerini kaybettiler ve siyaset
tarihinden silindiler.
CHP’nin
Genel Başkanı bir komplo sonucu değişti, yerine Kemal Kılıçdaroğlu geldi.
Süleyman
Demirel
hala yaşıyor ve zaman zaman açık-lamalarıyla iktidarı eleştiriyor. Dün dündür, bugün bugündür demeye devam ediyor…
RP
Kurucusu Necmettin Erbakan ve DSP
Genel Başkanı Bülent Ecevit, SHP eski Genel Başkanı Erdal İnönü yaşamlarını yitirdi.
Komutanlar,
bilim adamları, gazeteciler, yazarlar birer birer tutuklandılar ve hala
cezaevlerindeler. Ordu darmadağın edildi, yüzlerce asker istifa etti veya
emekliliğini istedi. 12 Eylül kahramanlarının yargılanmasına devam
ediliyor. YÖK, emniyet ve kamu kurumları
kabuk değiştirdi.
Bu
arada, yasalar değiştirildi ve Bütünşehir uygulama-sına geçilecek. Bu uygulama
da 2014 seçimleriyle devreye girecek.
Yararlı
bir değişiklik mi?
Kesinlikle
hayır.
Bu
yasa ile, İzmir’de halen 11 merkez, (Konak,
Karabağlar, Buca, Bornova, Bayraklı, Karşıyaka, Çiğli, Gaziemir, Balçova,
Narlıdere ve Güzelbahçe) 10 çevre
ilçe (Menemen, Torbalı, Kemalpaşa,
Menderes, Aliağa, Urla, Bayındır, Selçuk, Foça ve, Seferihisar) belediyesi
Büyükşehir’e bağlıyken, bu yasa ile İzmir’in diğer 9 ilçesi de (Çeşme, Bergama,
Dikili, Ödemiş, Beydağ, Karaburun, Kınık, Kiraz ve Tire) Büyükşehir
Belediyesi’ne bağlanmış olacak.
Bundan
10 yıl önce 1580 ve 3030, günümüzde ise 5393 ve 5216 sayılı yasalarda görülen aksaklıkların daha da fazlası
yaşanacak.
Aradan
geçen 10 yıllık sürede, Büyükşehir Belediyesi ile ilçe belediyeleri arasında,
kitapta örnekleriyle anlatıldığı gibi sorun yaşanmadı mı?
Fazlasıyla
yaşandı.
Bazı
ilçe belediye başkanları, zaman zaman Büyükşehir Belediye Başkanı’na, haklı
sayılabilecek tavır aldılar ve seslerini yükselttiler.
Bunun
yanında iktidar baskısının çok
yoğunlaştığını, kitapta bahsedilen 12
Eylül ve ANAP döneminin katbe kat fazlasının bu iktidar döneminde
yaşandığını haklarında dava açılan belediye başkanları dile getirdiler. Ak
Partili belediyelere ise hiçbir baskı
ve baskının yapılmadığını da, parti
sözcülerinin ifadelerinden anladık. Biz de gözlemledik.
Tüm
CHP’li belediyelere yapılan baskılar
ve baskınlar, Türkiye gündemine oturdu.
Başta İzmir olmak üzere, Eskişehir, Edirne ve Antalya Belediyeleri, çok ciddi
baskılar altında kaldılar. Haklarında davalar açıldı, yargılandılar, bazı
bürokratlar tutuklandı. Belediyeler, bakanlıklar tarafından özel olarak görevlendirilen müfettişler
tarafından adeta ablukaya alındılar.
İzmir
özeline baktığımızda, Büyükşehir Belediye Başkanı Aziz Kocaoğlu hakkında 397
yıl hapis istemi ile dava açıldı ve hala devam ediyor.
Kendilerine
yöneltilen suçlamalar ise, çok komik iddialardan oluştu. Örneğin, Şevval Sam konseri için, neden ihale
yapmadığı soruldu başkana.
Bu
baskıların sadece belediyelere yapıldığını söylemek saflık olur. Baskılar, ne yazık ki, ulusal olduğu kadar yerel basına da yapıldı. Yerel basının yürekli bazı gazetecilerin yazdıkları
haberler, ne yazık ki sayfalarda, TV’lerde yer almadı, alamadı. Müfettişler,
onları da sorgulamaya başladı. Haberler artık, ilan yani para karşılığı yapılmaya
başlandı. Son yıllarda, tam anlamı ile; Mustafa
Kemal Atatürk’ün söylediği “Basın
hürdür, susturulamaz” dan, “ Basın zaten hür değildir, artık susturmaya
da gerek yoktur” a gelindi.
Yani,
Türkiye genelinde yaşanan sorunların bir parçası da İzmir’de yaşandı,
yaşanıyor.
Dilerim ve umarım, gelecek yıllarda da yapılacak
olan seçimler, daha demokratik, daha dürüst
ve daha ahlaklı ortamlarda gerçekleşir.
Çünkü bu
ulusun ve bu İzmir’in güzel bakan, gönlü güzel insanlarının; daha çok
demokrasiye, daha çok insan haklarına, daha çok özgürlüğe, daha çok
bağımsızlığa, daha çok sevgiye ve daha çok hoşgörüye, geride bıraktığımız
yıllardan çok daha fazla gereksinimi ve hakkı var.
Ve çünkü;
demokrasi, insan hakları, özgürlük, bağımsızlık, sevgi ve hoşgörü olmadan ulus
ve insan olunmuyor…
Ve de çünkü,
biz ulusuz, biz insanız, biz bireyiz…
Dostlukla…
ÖNSÖZ
HER ŞEY SONA ERİYOR,
HER ŞEY YENİDEN BAŞLIYOR…
YÜCE Türk
Milleti;
Büyük Atatürk’ün bize emanet ettiği ülkesi ve milletiyle bir bütün olan,
Türkiye Cumhuriyeti Devleti, son yıllarda, izlediğiniz gibi dış ve iç
düşmanların tahriki ile, varlığına, rejimine ve bağımsızlığına yönelik fikri ve
fiziki haince saldırılar içindedir.
Devlet, başlıca organlarıyla işlemez duruma getirilmiş, anayasal
kuruluşlar tezat veya suskunluğa bürünmüş, siyasi partiler kısır çekişmeler ve
uzlaşmaz tutumlarıyla devleti kurtaracak birlik ve beraberliği sağlayamamışlar
ve lüzumlu tedbirleri almamışlardır. Böylece yıkıcı ve bölücü mihraklar
faaliyetlerini alabildiğine arttırmışlar ve vatandaşların can ve mal güvenliği
tehlikeye düşürülmüştür.
Atatürkçülük yerine irticai ve diğer sapık ideolojik fikirler
üretilerek, sistemli bir şekilde ve haince, ilkokullardan üniversitelere kadar
eğitim kuruluşları, idare sistemi, yargı or-ganları, iç güvenlik teşkilatı,
işçi kuruluşları, siyasi partiler ve nihayet yurdumuzun en masum köşelerindeki
yurttaşlarımız dahi saldırı ve baskı altında tutularak bölünme ve iç harbin
eşiğine getirilmişlerdir. Kısaca devlet güçsüz bırakılmış ve acze
düşürülmüştür.
Aziz Türk Milleti:
İşte bu ortam içinde Türk Silahlı Kuvvetleri, İç Hizmet Kanununun verdiği
Türkiye Cumhuriyeti'ni kollama ve koruma görevini yüce Türk Milleti adına emir
ve komuta zinciri içinde ve emirle yerine getirme kararını almış ve ülke
yönetimine bütünüyle el koymuştur.
Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve
beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek,
devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin
işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.
Parlamento ve Hükümet feshedilmiştir. Parlamento üyelerinin
dokunulmazlığı kaldırılmıştır.
Bütün yurtta sıkıyönetim ilan edilmiştir. Yurtdışına çıkışlar
yasaklanmıştır. Vatandaşların can ve mal güvenliğini süratle sağlamak
bakımından saat 05’den itibaren ikinci bir emre kadar sokağa çıkma yasağı
konulmuştur.
Bu kollama ve koruma harekatı hakkında teferruatlı açıklama bugün saat
13.00’deki Türkiye Radyoları ve Televizyonun haber bülteninde tarafımdan
yapılacaktır. Vatandaşların sükunet içinde radyo ve televizyonları başında
yayınlanacak bildirileri izlemelerini ve bunlara tam uymalarını ve bağrından
çıkan Türk Silahlı Kuvvetlerine güvenmelerini beklerim. Kenan EVREN Orgeneral
Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı
İşte her şey, bu bildiri ile sona erdi, erdirildi.
Ve de başladı, başlatıldı.
12 Eylül 1980 tarihinde, Türk Silahlı Kuvvetleri, “Emir
ve komuta zinciri içinde ve emirle” ülke yönetimine el koydu. Yasama ve
yürütme yetkilerini kullanacak bir Milli Güvenlik Konseyi kuruldu. Konsey;
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan
Evren, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Nurettin Ersin, Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Tahsin Şahinkaya, Deniz Kuvvetleri
Komutanı Oramiral Nejat Tümer ve
Jandarma Genel Komutanı Orgeneral Sedat
Celasun’dan oluşuyordu.
Genelkurmay Başkanı Orgeneral Kenan Evren, Milli
Güvenlik Konseyi Başkanlığı'nın yanı sıra Devlet Başkanlığı görevini de
üstlendi.
12 Eylül 1980 Cuma günü saat 03.59'da Türkiye
Radyoları (TRT), İstiklal Marşı'nın çalınmasıyla birlikte yayına geçti. Daha
sonra, anons yapılmadan, Harbiye Marşı çalındı.
Marşın bitiminde, Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı Orgeneral Kenan
Evren imzasıyla, Milli Güvenlik Konseyi'nin 1 numaralı bildirisi, spiker Mesut Mertcan tarafından heyecanlı ve
ürkek bir ses tonuyla okunmaya başlandı. Bu bildiriyi daha birçok bildiri
izledi.
Aynı gün radyodan okunan 7 numaralı bildiride,
siyasi parti faaliyetlerinin yasaklandığı, DİSK
ve MİSK ile bu kuruluşlara bağlı
sendikaların faaliyetlerinin durdurulduğu açıklandı. Bu bildiriye göre artık
herkes için her yol kapanıyordu:
1) Siyasi parti faaliyetleri yasaklanmıştır. Parti bina ve tesisleri
sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca emniyet ve kontrol altına
alınacaktır.
2) Kamu düzeni ve genel asayiş gereği olarak DİSK, MİSK ve bunlara bağlı
sendikaların faaliyetleri durdurulmuştur. Bu kuruluşların yöneticileri Türk Silahlı
Kuvvetlerinin güvencesi altına alınmıştır.
3) Türk Hava Kurumu, Çocuk Esirgeme Kurumu ve Kızılay hariç diğer bütün
derneklerin faaliyetleri durdurulmuştur.
4) Bu hafta sonu yapılacak bütün spor faaliyetleri yasaklanmıştır. Durum
ve şartlara göre sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca spor faaliyetlerine
bilahare izin verilecektir.
5) Bankaların faaliyetleri ikinci bir emre kadar durdurulmuştur.
Güvenlikleri sıkıyönetim ve garnizon komutanlıklarınca sağlanacaktır.
Kenan EVREN Orgeneral Genelkurmay ve Milli Güvenlik Konseyi Başkanı
Türkiye artık, yeni bir döneme giriyordu...
Peki, neler sona erdi, erdirildi; başladı, başlatıldı?
Hemen hemen her gün, her dakika, her saat başı
yaşanan; bombalama, öldürme, yaralama gibi saldırı olayları bıçak gibi kesildi.
İnsan aklının düşünebildiği en iyi siyasal rejim olarak tanımlanan, bilinen
ve kabullenilen demokrasiye,
Cumhuriyet’in ilanından itibaren üçüncü
kez ara verildi.
Başta Süleyman
Demirel, Bülent Ecevit, Alpaslan Türkeş
ve Necmettin Erbakan olmak üzere, dönemin liderlerinin hepsi gözetim altına
alındı. Ellerine tutuşturulan ve bir saat içinde yola çıkılacağı belirtilen bir
mektup ile birlikte Gelibolu Hamzakoy’a gönderil-diler.
Darbeyi yapan Silahlı Kuvvetler’in Başkomutanı Atatürk’ün kurduğu parti olan Cumhuriyet Halk Partisi bile kapatıldı;
mal varlığına el konuldu. Atatürk’ün
vasiyeti hiçe sayıldı. Oysa ne demişti bu ulusun kurtarıcısı Atatürk, 5 Kasım 1938 tarihinde, Dolmabahçe
Sarayı’nda yazdırdığı vasiyetnamesinde?
Malik olduğum bütün menkul ve hisse senetleri ile Çankaya’daki menkul ve
gayri menkul emvalimi Cumhuriyet Halk Partisi’ne akideki şartlarla terk ve
vasiyet ediyorum. Menkul ve hisse senetleri, şimdiki gibi Türkiye İş Bankası
tarafından nemalandırılacaktır.
İşte bu vasiyet, 16 Ekim 1981 tarih ve 17468
sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan 2533
sayılı yasa ile ortadan kalktı. Söz konusu yasanın 3. maddesinde şu ifadeler
kullanıldı:
Madde 3: T.C. Devleti’nin kurucusu Atatürk’ün düzenlediği vasiyetnameye göre,
maliki bulunduğu bütün para ve hisse senetleriyle Çankaya’daki taşınır ve
taşınmaz mallarının, o tarihte mevcut tek parti olan Cumhuriyet Halk Partisi’ne
belirtildiği şartlarda tevdi ettiği idaresi görevi, bu kanun yürürlüğe girdiği
tarihten itibaren vasiyetname uyarınca tam ve noksansız olarak Devlet
Başkanlığı Genel Sekreterliği’nce ifa olunur...
Olaylar bununla da kalmadı. Belediye başkanları
görev-lerinden alındı, meclisler feshedildi.
Gereksiz gözaltına almalar, tutuklamalar ve üniversite-lerde
kıyımlar başladı. 1402 sayılı yasa kapsamında birçok profesörün, doçentin, öğretim üyesinin, memu-run, işçinin işine son
verildi.
Radyoda yayınlanan 1 numaralı bildiri ile hem genel
ve hem de yerel yönetimlere el konulması,
kuşkusuz birçok insanda derin izler bıraktı.
12 Eylül’ün bir ay öncesine kadar, evinin önünde
dörtlü-altılı gruplar tarafından iki kez
dövülerek çenesi kırılan, yine aynı gruplarca bıçaklanan ve en son evi
bombala-nan; bombalandıktan sonra, “evde
bomba yapmak” suçlamasıyla günlerce Trabzon Emniyet Müdürlü-ğü’nde ifade
veren bir kişi olarak belirtmek isterim ki, bunca yıl aradan sonra 12 Eylül
öncesi ve sonrasının acılarını, izlerini;
hem ekonomik, hem sosyal ve hem de eğitsel anlamda yüreğimde
hâlâ yaşarım.
Ne tesadüftür ki, bu acılarımı ve tepkilerimi, 1995
yılında, ordudan atılan subaylarla ilgili görüşme taleplerine İzmirli
gazeteciler içinde sadece bana olumlu yanıt veren Kenan Evren’e, Konak Orduevi’nde
aktarma şansına erişmiştim.
İzmir özelini incelersek, dönemin efsanevi Belediye
Başkanı İhsan Alyanak’ın, koltuğunu Cahit
Günay’a bırakmak zorunda kaldığını
görürüz. Cahit Günay’dan 1983 yılında koltuğu devralan Ceyhan Demir ise bu görevini, 1984 yılında yapılan seçimlere kadar
sürdürdü ve sonunda Burhan Özfatura’ya devretti. Ancak, önceki yıl
aramızdan ayrılan efsane başkan İhsan Alyanak’ın ilerleyen yıllarda söylediği “Benim
hâlâ belediye başkanlığından 1,5 yıl alacağım var.” sözünü unutmak
mümkün mü?
Askeri yönetim devam ederken, bir yandan da
demokrasiye geçiş planları işletiliyordu. Bunun tek koşulu ise, kuşkusuz Milletvekilliği
ve Belediye Başkanlığı seçimleriydi. Yani üzerine kilit asılan Türkiye Büyük
Millet Meclisi kapısının yeniden açılması... Bu da ancak ve ancak, demokratik
koşullarda ve ortamlarda yapılan seçimlerle söz konusuydu.
Acaba böyle mi oldu?
1983 yılında yapılan genel seçimlerin hemen ertesi
yılı, yani 1984 yılında tüm Türkiye’de yerel seçimler yapıldı.
25 Mart 1984 Pazar günü yapılan seçimler, 12 Eylül ara rejiminden
sonra yapılan ilk yerel seçimlerdi. Bu seçimlerin sonunda, yerel yönetimlerin
başına 12 Eylül rejiminin atanmışlarının yerine yeniden, seçilmişler geçtiler.
Seçimlere altı siyasal parti katıldı:
* Anavatan Partisi (ANAP)
* Sosyal Demokrasi Partisi (SODEP)
* Doğru Yol Partisi (DYP)
* Halkçı Parti (HP)
* Milliyetçi Demokrasi Partisi (MDP)
* Refah Partisi (RP)
İktidardaki Anavatan Partisi, seçimlerden birinci
parti olarak ve önemli bir oy desteğiyle çıktı.
Bu kısa anımsatmalardan sonra belirtmek isterim ki,
1984-1999 yılları arasında yapılan yerel seçimlerle yerel yönetimlerin başına
geçen başkanlarımızın neler yaptıklarını, neler yapamadıklarını; görev süreleri
içinde hangi olayları yaşadıklarını ve halka yaşattıklarını incelemekte yarar
vardı.
Kitabın bu cildini; Türkiye’nin, özellikle İzmir’in
gündemine bomba gibi düşen
olaylardan seçerek oluşturdum. Amacım; hiçbir
başkanı, bürokratı, işçiyi veya meclis üyesini karalamak değil. Kuşkusuz
her başkan da kendi çapında başarılı olmuştur.
Kitapta anlatılan her olay yaşanmıştır ve belgelidir.
Bu kitabın bu noktalara gelmesi süresince binlerce meclis tutanağını, resmi
evrakı, yine binlerce gazete kupürünü birebir inceledim ve hiçbir değişiklik
yapmadan noktasına, virgülüne kadar aynen aktardım. Yüzlerce kişi ile bir araya
geldim, sohbet ettim. Türkiye’de ilk kez, bir kent için, yani İzmir için bu
çalışma yapıldı.
Adı neden mi REİS
BEY…
Çünkü 1580 sayılı Belediye Kanunu öyle diyor belediye
başkanları için. Yani, Belediye Reisi...
Bu kitabı yazmaktaki amaçlarımdan biri, halen
yürürlükte bulunan belediye yasalarının çarpıklıklarını örnekleriyle
anlatmaktır.
Ama en önemlisi, birilerinin bunları bir gün yazması
gerekiyordu.
Neden mi?
Çünkü siyaset sadece Ankara’da yapılmıyor.
Çünkü İzmir’de yaşayan herkes bunları bilmeli.
Çünkü geçmiş unutulmaz, unutulursa geleceğe yön verilemez.
Ve
Çünkü, insan unutmaz...
Toplumsal, bireysel ve mesleki sorumluluğum gereği
bu belgesel kitaba başladım ve İZMİR
YEREL YÖNETİM BELGESELİ-1 dedim.
Bundan sonrakileri ben mi yazarım bilemiyorum; ama
belirttiğim gibi, birilerinin bunları
yazması gerekiyor; geçmişi bilme ve geleceğe bilgi, belge bırakma adına...
ÖZAL’IN CUMHURBAŞKANLIĞI
ADAYLIĞINA TEPKİLER…
1989’da yapılan yerel seçimlerin daha ilk yılında,
İzmir’e ve hatta Türkiye’ye damgasını vuran en önemli olaylardan biri de
kuşkusuz, Cumhurbaşkanlığı’na aday olan ve 31 Ekim 1989’da seçilen 8.
Cumhurbaşkanı Turgut Özal’a karşı direnen, eylem yapan
belediye başkanlarının tavırlarıydı.
Bunlardan ilki, Karşıyaka Belediye Başkanı Cihan
Türsen ’in, diğeri ise Çanakkale Belediye Başkanı İsmail Özay’ın eylemleriydi. Göcek
Belediye Başkanı’nın durumu ise çok farklıydı. O, Özal’a hakaret suçundan 18 gün cezaevinde yatmıştı.
Bu dönem, İçişleri Bakanlığı tarafından, soruşturmaların
en çok açıldığı bir dönem olmuştu.
ANAP hükümetleri döneminde, yaklaşık iki bin belediye başkanı aleyhinde dava
açıldı. Dava açılan belediyeler ise, ağırlıklı olarak SHP’li belediyelerdi. DYP’li
ve RP’li belediyeler de kuşkusuz
nasiplerini aldılar.
12 Eylül askeri rejiminden sonra oluşturulan
hükümette, ekonomiden sorumlu Başbakan Yardımcısı olarak görev yapan Turgut
Özal, 1982’de istifa ederek 1983 yılında ANAP’ı kurdu. Aynı yıl içinde yapılan
genel seçimlerde büyük başarı sağlayan Turgut Özal, Türkiye Cumhuriyeti’nin 19.
Başbakanı olarak 1983 yılında koltuğa oturdu ve ülkeyi yönetmeye başladı.
1983 yılında ülke genelinde esen ANAP rüzgârı,
doğal olarak 1984 yerel seçimlerinde de kendini gösterdi ve 12 Eylül darbesi
sonucu yapılan bu seçimlerde İzmir’de dört belediye ANAP’ın eline geçti.
Büyükşehir’de Dr. Burhan Özfatura, Konak’ta
Süha Baykal, Karşıyaka’da Nevzat Çobanoğlu ve Bornova’da Cengiz
Bulut beledi-ye başkanı seçildiler.
Her biri, kendi içlerinde kavga etseler de bu
kente, birçok hizmette bulundular. Büyük bir bölümü, bu kitap içinde kuşkusuz
ele alınacak.
Büyükşehir ANAP adayının karşısında, efsanevi
Başkan, 12 Eylül darbesi ile görevinden alınan ve başkanlıktan hâlâ alacaklı
olduğunu söyleyen İhsan Alyanak
vardı. Demokrasinin beşiği olarak tanımlanan İzmir’de, o dönemlerde İhsan
Alyanak’ın yeniden başkan seçileceğine kesin gözüyle bakılıyordu. Ne de olsa
Türkiye, bir darbe dönemi yaşamıştı. Sağ bir partiye tepki çok olurdu.
Ama olmadı.
İzmirliler, ANAP’lı Burhan Özfatura’yı
belediye başkanı seçtiler. Oysa Özfatura’nın gönlünde adaylık yoktu. Hiç
düşünmüyordu bile. Dokuz Eylül Üniversitesi’nde öğretim üyesi olarak yaşamını
sürdürüyordu. Ancak ANAP’ın resmi olmayan, fiili olarak çalışan kurucuları
arasında adı geçiyordu.
O dönemde ANAP’a en çok destek veren, maddi destek
sağlayan, bizzat çalışan işadamları arasında, RAKS'ın patronu Aslan ÖNEL'i görmek mümkündü.
İktidarın, gerçekleştirdiği faaliyetlerle her geçen
gün yıpranması; Özal’ın akrabalarının, özellikle de çocukları Ahmet, Zeynep ve Efe ile eşi Semra Özal’ın yaptıkları, papatyaların
etkinlikleri, Jaguar olayları, Amerika’dan getirilen prenslerin yolsuzlukları,
tarikatlarla ilişki içinde bulunulduğu iddiaları halkı bunaltmıştı. Bununla
birlikte, 12 Eylül darbesinin sıkıntılarının, baskılarının, tepkilerinin uzantısı
sonucu; 1989 yılında yapılacak yerel seçimlerde SHP’nin tüm Türkiye’de olduğu
gibi İzmir’de de birinci parti olarak çıkması, artık beklenen bir gelişmeydi.
Öyle de oldu.
26 Mart 1989 yılında yapılan yerel seçimlerde, o
dönemde tamamen ANAP’ın elinde bulunan belediyeler SHP’ye geçmiş ve İzmir 5-0 kazanılmıştı (Buca da ilçe olarak seçimlere katılmıştı). Yani İzmirliler, 1984
yılında sağ bir partiyi yerel yönetimlerde iktidara getirirken, beş yıl sonra
sol bir partiyi iktidara taşımıştı.
İstanbul’da (şimdi CHP Milletvekili olan) Nurettin Sözen, Ankara’da (yeniden
oluşan SHP Genel Başkanı) Murat Karayalçın
belediye başkanı olurken, İzmir’de ise; Büyükşehir’de Yüksel Çakmur, Konak’ta Ahmet
Sarışın, Karşıyaka’da Cihan Türsen ,
Bornova’da Ali Sözer ve Buca’da Ertan Erdek Belediye Başkanlığı
koltuğuna oturdular.
Başkanlar, iktidarda olan ANAP yönetiminin
baskılarının ne olacağını ise henüz bilemiyorlardı. Kutlamalar, bayram ve
şenlik havası; devam ediyordu tüm il ve ilçelerde. Delege ağaları başkanlara
baskı yapıyor, kadrolar değişiyor; iş ve aş isteyenler uzun kuyruklar
oluşturuyorlardı belediye kapılarında.
Artık, hemen hemen herkes SHP’liydi her nedense...
Bu durumdan ANAP ve dolayısıyla Turgut Özal hiç
hoşnut değildi. Belediyenin İller Bankası’ndan beklentileri yerine
getirilmiyor; kadro onayları verilmiyor ve Ankara’nın SHP’li belediyelere baskısı
her geçen gün artıyordu.
Bunlar yetmiyormuş gibi, Başbakan Turgut Özal,
Cumhurbaşkanı olmak istiyordu. Bununla ilgili çalışmalarını hızlandırmış ve
kendini hedefe kilitle-mişti. Çünkü inanıyordu ki, kendisi mutlaka Cum-hurbaşkanı
olmalıydı...
Tüm bu olumsuz gelişmeler yaşanırken, yerel
yönetimlerin eli kolu bağlanırken; işte ilk ses, ilk eylem planı, başkanlığını
Yüksel Çakmur’un yaptığı Ege Belediyeler
Birliği’nden geldi.
1 Eylül 1989 tarihinde toplanan birlik, ertesi gün
iki sayfalık deklarasyon yayımlayarak, şu görüşlere yer verdi. Aynen
aktarıyoruz:
Tüm dünyanın gündeminde, Birleşmiş Milletler kararı ile, birinci planda
yer aldığı 1 Eylül Dünya Barış Günü’nde Türkiye’mizde barıştan uzak bir ortam
yaratma çabaları sürmektedir. Bunun çarpıcı örneklerini, Bulgaristan’dan gelen
soydaşlarımızın büyüyen çaresizliğinde, belediyelerimize yapılan ağır
baskılardan tüm halkımız yaşamaktadır. Böyle bir ortamda 1 Eylül günü İzmir’de
toplanan Ege Belediyeler Birliği Yönetim Kurulumuz, aşağıda sıralanan önemli
konuların kamuoyuna ve ilgililere duyurulmasına oybirliği ile karar vermiştir.
1) 26 Mart yerel seçimlerinde halkımız özgür iradesi ile yeni yerel
yönetim kadrolarını göreve getirmiştir. An-cak, üzülerek ve vurgulayarak belirtmek
istiyoruz ki, bugünkü iktidar bu demokratik gerçeği bir türlü kabul edememekte
ve içine sindirememektedir. Yerel yönetimlerin, bugünkü iktidarın kendi
yandaşlarının elinde bulunduğu dönemde sağladığı sonsuz olanakları tüm kamuoyu
bilmektedir. Oysa, bugün bu olanaklar insafsızca ve partizan bir tutumla geri
alınmakta, baskılar her gün artarak devam etmektedir. Bunun açık-ça göstergelerinden
birini Sayın Başbakanımızın bir basın toplantısındaki ifadelerinde açıkça
görüyoruz. Sayın Başbakan, fiili vergi tahsilatlarında son altı ayda yüzde
75’lere varan bir artışın sağlandığını söylerken, vergi gelirlerinden yasal pay
alan belediyelerin, gelir paylarında buna paralel bir artışın olmadığı
görülmektedir. Buna göre ya sayın başbakanın beyanı, gerçeği yansıtmamakta, ya
da yasalar çiğnenerek belediyelerin gelir payları kasten düşük tutulmaktadır. Keza
bazı bölgelerde, imar planlama yetkileri belli lobilerin çıkarları doğrultusunda,
bakanlığa devredilmiştir. Çıkar çevreleri unutmamalıdırlar ki, son karar yine
belediyelerimizin olacaktır. İmar yasası uygulamalarında olduğu gibi her
alanda, belediyelere tanınan idari yetkiler teker teker ortadan
kaldırılmaktadır.
2) Yönetim Kurulumuz, insanlarımızın yaşamını doğrudan ilgilendiren, çevre
koruması konusunda da duyarlıdır. Bursa’daki, Gökova’daki, İzmir ve Aliağa’daki
Antalya’daki başta sahil kuşağı olmak üzere tüm yurdumuzdaki çevre kirliliğine
karşı etkin önlemler vakit geçirilmeden alınmalıdır.
3) İnsan hakları adına, utanç verici olduğu tüm dünyaca kabul edilen Bulgaristan’dan
göç olayının kurbanı soydaşlarımızın sorunları, hükümetin tutarsız ve çelişkili
tutumu nedeniyle sahipsiz kalmış ve yerel yöne-timlerin sırtına yüklenmiştir.
Belediyelerimiz, bu büyük ulusal sorunda, her konuda olduğu gibi soydaşlarımızla
karşı karşıya bırakılmıştır. Bu sorun en büyük boyutu ile bugün Bulgaristan’da
yaşanmaktadır.
4) Yerel sorunlarımızın yanında ülke düzeyinde tüm halkımızın ekonomik
ve demokratik haklarının savunucusuyuz. Bu anlamda, emeğin ve alın terinin
karşılığını alamayan üreticilerimizin 7 Eylül 1989 günü Manisa’ da yapacakları
Hak Arama eylemlerini yürekten destekliyoruz.
5) Yukarıda açıklaya geldiğimiz sosyal, ekonomik ve demokratik konulardaki
tüm sancıların başı, bugünkü hükümetin başıdır. Bu nedenle hükümeti bile yönetemediği
açıkça ortada olan Başbakanın, Cumhur-başkanlığı adaylığına da karşıyız. Zira
kendi düşünce ve görüşünde olmayan belediyelere ve dolayısıyla halka uyguladığı
ağır partizanlık ve gösterdiği demokrasi dışı akıl almaz tutum içinde bulunan
bir insanın, Cumhurbaşkanlığı’na aday olmayı düşünmesi bile ulusumuz için bir
talihsizliktir.
Bu bağlamda, gerekli her türlü yasal eylemi gerçekleştirme kararındayız.
Atatürk ilkeleri doğrultusunda hak arama kavgamızı, güç birliğimizi genişleterek
sürdüreceğiz...
Ege Belediyeler Birliği’nin bu deklarasyonu,
şüphesiz çok ses getirdi. ANAP hükümeti ve özellikle Özal, bu uyarıya çok
sinirlendi. İcraatçı bakanlıkların belediyelere baskıları artık iyice artmaya
başladı. Kaynaklar kısıldı. SHP’li belediyelerin artık elleri kolları değil,
her tarafı bağlandı. Ancak hiçbir zaman yılmadılar, bahane uydurmadılar.
1989 yılında yapılan yerel seçimlerden tam yedi ay
sonrası.
Gün: 26 Ekim 1989 Perşembe Saat: 18.00
Yer: Karşıyaka Nikah Sarayı
Karşıyaka Belediye Meclisi’nin 1989 yılı ekim
dönemi olağan toplantılarının IV. Birleşimi
Hazır Bulunanlar:
Başkan: Cihan Türsen
Üyeler: Canan Arıtman (ANAP’lı, şimdi CHP İzmir
Milletvekili) Kemal Baran, Bay-ram Bakır, Ali Ekber Bektaş, A. Rıza Bodur
(SHP’li, şimdi CHP İzmir Millet-vekili), Ahmet Bozkurt, Avni Çelebi, Nihal
Çetin, Mehmet Coşkuner, Sezgin Çubukçu, İbrahim Doğan, Mahir Eray, Nejdet
İleri, Rıdvan Karanfil, Suna Kaymakçıoğlu, Seyithan Öz, Rifat Özer, Metin
Paloğlu, M. Ali Sarızeybek (ANAP’lı, son seçimlerde Genç Parti Milletvekili Adayı),
İlhan Sevim, Yüksel Serindağ, Mustafa Sivri, Ramazan Soncul, Arif Suyolcu, Celal
Targay, Nüket Tuna, Güler Utka, Zeki Uyar, Mehmet Ünal, Müjdat Ünsalan
Hazır Bulunmayanlar: Ateş Özerk, Erdem
Sakızlı, Abdullah Sezgin, Fevzi Sözen, Mehmet Tunalı, Ertan Ülkü, Mehmet Yavuz.
Başkan, çoğunluğun sağlandığını belirterek açılışı
yapar. Gündemdeki maddeler teker teker görüşülür; kararlar alınır. Ara verilen
toplantının ikinci oturumuna başlanır:
Başkan şöyle der:
— Değerli arkadaşlar evet değerli arkadaşlarım. Toplantımız devam
ediyor. Gündemimizin 4. maddesinde Meclis Üyeleri tarafından verilecek önergelerin
müzakeresi bölümü var. SHP Meclis Grubunun aldığı ve önerdiği bir önergeyi
Sayın meclise sunuyorum. Okuyalım:
“Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet organları arasında yer alan Karşıyaka Belediyesi
meclisi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin demokratik parlamenter sistemimizde ciddi
yaralar açabilecek yanlışlıklarla sürmekte olduğu kaygı ile izlenmektedir.
Cumhurbaşkanlığının tarafsızlığına gölge düşürmeye kimsenin hakkı olmadığı gibi
böyle bir sonucun tüm devlet organlarında olduğu gibi belediyemizin çalışanlarında
da olumsuzluklar doğuracağı açıktır. Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin
TBMM’den tarafsızlığı bağımsızlığı tartışılmayacak bir şekilde sonuçlanmasını
zaman henüz geçmeden TBMM’de grubu bulunan siyasi partilerin ulusal uzlaşmaya
yaklaşım göstermesini istiyor, ulusal iradeyi yansıtmayan bir sonuç halinde
üyesi bulunduğumuz Ege Belediyeler Birliği’nin aldığı ve alacağı tüm kararlara
katılacağımızı tarihi bir görev olarak ilgililere ve tüm kamuoyuna duyururuz.
Bu görüşle Karşıyaka Belediye Meclisimizin karar vermesini talep ediyoruz.”
SHP’nin bu kararı okunduktan sonra, salondaki
alkışlar meclis tutanağına, ...devamlı
alkışlar... şeklinde yazılır.
Alkışlar bittikten sonra salona; derin, ağır ve
uzun bir sessizlik hakim olur. Bu karar, aynı zamanda devletin en üst
kademesine bir başkaldırıdır.
Devlet terbiyesi geleneğinden gelen bir partinin
böyle bir karar alması, herkesi şok etmişti. Salondaki sessizlikten sonra ilk
sözü alan Meclis Üyesi Sezgin Çubukçu,
bu kararı sine-i millete dönme
şeklinde yorumladı ve kararın meclisin feshedilmesine yol açabileceği
uyarısında bulundu. Şöyle konuştu Sezgin Çubukçu:
— Sayın Başkanım, sine-i millete dönmeye sizde mi karar verdiniz yoksa?
Değerli başkanım yorum tabiatıyla çok değişik müteaddit defalarda sayın meclise
fırsatlar içerisinde ifade edilmeye çalışılmıştır. 1580 sayılı yasanın ilgili
53. maddesinde fıkrayı sadece hatırlatacağım ve yerime oturacağım. Çünkü
okuduğunuz ve grubunuzun aldığı bu karar ilgili maddenin fıkrası gereğince hem
siyasi bir müzakeredir, hem de bir siyasi temennidir. Benim kanaatime göre o
bakımdan meclisi feshedebilecek böyle bir girişim mecliste yapılmaması daha iyi
olur kanaatindeyim. O bakımdan kendimi bağımsız bir üye olarak bunu söylemeye
mecbur hissediyorum. Saygılarımla arz ederim efendim...
Gecenin en ağır eleştirisi ise, ANAP’lı Meclis
Üyesi Ramazan Soncul’dan geldi. Bu
karar metnini ve SHP’nin aldığı kararı kanunsuzluğun meclise taşınması şeklinde
yorumlayan Soncul, ağır eleştirisini şu şekilde belirtti:
— Sayın Başkan değerli meclis üyeleri. SHP Grubunun aldığı bu karar kanunsuzluğun
belediye meclisine taşınması demektir. Demokrasiye inandığınızı her sefer her
yerde ilan ediyorsunuz ancak Anayasa’nın ve demokrasinin gereği yerine
getirilirken feryat ediyorsunuz. Bu konu yüce makamın, Cumhurbaşkanlığı makamının
anayasanın gösterdiği çerçeve içinde seçimleri devam ederken kendi görevlerinde
başarılı olamayan Karşıyaka Belediye Başkanı ve onun meclis üyeleri SHP grubu
kendi başını bağlayamayan gelin başı bağlar sözü ile kendi işlerini yapamamanın
yüce Atatürk’ün anıtındaki bile pislikleri temizleyemeyen Belediye Başkanı
Cumhurbaşkanlığı seçimine varan işlerle uğraşıyor. Siz Karşıyaka’ ya hizmet
için geldiniz. Bulunduğunuz makam, bir siyasi partiden gelseniz bile
Karşıyakalıları temsil eden bir makamdır bu mecliste Karşıyaka’nın meselelerini
kanun çerçevesinde halletmesi gereken bir meclistir. Siz ne yapıyorsunuz. Siz
en azından sayın genel başkanınızın sözünden ve izinden gitmeniz gerekirken her
yerde olduğu gibi bir başı bozuklar ordusu şeklinde her SHP belediye başkanı
kendine göre beyanatlar verir. Başarısızlıklarını siyasi platformlarda izlemeye
çalışmaktadırlar. Siz de o kervana katıldınız ve kanunen suç işliyorsunuz. Bu
aldığınız karar mutlaka alırsanız böyle bir karar mutlaka yasa çerçevesinde anayasa
T.C. kanunları çerçevesinde değerlendirilecektir. Çünkü Türkiye kanunlarla
idare edilen bir ülkedir. Hiçbir zaman herkes kendine göre toplanıp fikirleri
doğrultusunda bazı makamlara dil uzatamazlar. Siz bu öneriyi SHP grubu olarak
kanunsuz davranışlara bir yenisini ekliyorsunuz. Bu nedenle böyle bir kararı
alan mecliste bulunmak...
Salonda bulunan tüm SHP’li meclis üyeleri, bu
sözler üzerine hareketlendi ve Ramazan Soncul’u susturmaya çalıştı. Ancak
Soncul, konuşmasına devam etmek istiyordu.
Başkan: Arkadaşlar dinliyoruz…
— Böyle bir kararı alan mecliste bulunmak benim için bir talihsizliktir.
O nedenle ben meclis üyesi arkadaşlarımı aklıselime davet ediyorum, o nedenle
görevi olmayan işlere kimse burnunu sokmasın...
Dönemin ANAP’lı Meclis Üyesi, günümüz CHP
Milletvekili, verdiği her önergeyle hem kendi partilileri ve hem de SHP’lilerin
şimşeklerini üzerine çeken; kitap içinde ayrıntılı bir şekilde anlatılacağı
gibi, bir parka verilen Olof Palme
adının kaldırılmasını önerecek kadar ANAP’ı, sağ ideolojiyi savunan Canan Arıtman ise, alınan kararın geri
çekilmesini talep eder:
— Sayın Başkan, meclis üyesi arkadaşlarım. Küçük bir hatırlatma yapmak
istiyorum. Geçen çalışma dönemimizde bu mecliste temenni kararı için bir önerge
vermiştim. Bu temenni kararı Bulgaristan’dan göçe zorlanan 100 binlerce maruz
kaldığı insanlık dışı davranışın kınanması tarzında bir önergeydi. Sayın meclis
bu önergeyi bizim görevimiz değildir diye reddetti. Tamamen insancıl amaçlı bu
önergeyi reddeden SHP meclis grubu şu anda tamamen siyasi amaçlı temenni kararı
almak istemektedir. Bu her şeyden önce çalışma çelişkisi getiriyor ikincisi
yasalara aykırıdır ve meclisin feshini gerektirir. Onun için yol yakınken geri
almanızı tavsiye ederim. Teşekkür ederim…
Bu konuşmalardan sonra herkes birbirine bakar.
Sanki bir kararsızlık havası vardır salonda ve SHP grubunda. Ancak bu hava,
Başkan tarafından giderilir.
— Efendim Cumhurbaşkanı gibi her Türk vatandaşın veya Türkiye’de yaşayan
tüm vatandaşları yakından ilgilendiren bu konuda Belediye Meclisimizin almak
istediği bu temenni kararı bir vatandaşlık görevidir. Aynı zamanda böylesine
alınacak bir karar alışageldiğimiz belediyecilik çalışmalarını aksatmada ciddi
sorunlar doğurabileceği için belediyecilikle direkt bağlantısı vardır. O yüzden
sorumluluk içerisinde hareket eden Belediye meclisi SHP grubu aldığı oy birliği
ile bir kararla belediye meclisinin alması gereken kararlar içinde kabul
etmiştir. Olayın özü eğer ANAP tarafından kabul ediliyorsa usulü konusunda
sorumluluğu SHP grubu kabul etmektedir ve bunun kesinlikle bir siyasi kararlar
manzumesine girmeyeceğine belediye meclisinin ve vatandaş olmanın doğal bir
teklifi olduğu kanaatindeyiz.
Sonuçta, SHP grubunun bu kararı, iki karşı oy ve oy
çokluğuyla kabul edilir. Meclis toplantısı biter. Herkes yorgundur ve evine
gider.
Evet, Türkiye 12 Eylül darbesi ile karşı karşıya
kalmış; liderler tutuklanıp hapislere atılmış, milletvekili adayları veto
yemiş, darbeyi yapanlar ülkede bir sağ bir de sol parti istemişlerdi.
Demokrasi, sanki yeniden inşa ediliyordu. Bu; belki de beyinlerdeki,
yüreklerdeki bir isyanın, bir haykırışın işaretiydi.
İşte böylesi bir ortamda bu karar metni, İzmir’e, Ankara’ya
ve tabii ülke gündemine de bomba gibi düştü. Alınan bu karardan iki gün sonra,
T.C. Karşıyaka Kaymakamlığı’ndan, üzerinde ZATA
MAHSUS yazılı sarı bir zarf gelir.
Belediye Başkanı’na gelen her türlü resmi ve özel
evrakı açma yetkisinde olduğum için, zarfı açtım. 30.10.1989 gün ve
Ya.İş.17.(İşl.14)-1527 sayılı yazıda şöyle deniyordu:
İlçeniz Belediye Meclisi’nin 27.10. 1980 tarihli içtimainde gündem dışı,
“Başbakan Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi halinde Belediye
Meclisi olarak karşılamama” hususunda önerge verilip görüşüldüğü ve karar
alındığı iddia ve ihbar olunmuştur. Gerekli incelemelerin merciince yapılması
için, bu hususa ilişkin meclis tutanakları ve görüşmelerin alındığı ses kayıt
çözümünün çok ivedi gönderilmesini,
İncelemenin sonuçlandığı bildirilinceye kadar ses kayıtlarının aynen muhafazasını
önemle rica ederim.
Abdülvahap Yıldırım - Kaymakam
Kendisine, ANAP’lı meclis üyeleri Canan Arıtman ve
Ramazan Soncul tarafından yapılan ihbarı, metni tam okumadan değerlendirdiğini
düşündüğüm Kaymakam; kanımca ihbarcıların oyununa alet olmuştur. Çünkü metin
tam okunduğunda görülecektir ki karar metninde Cumhurbaşkanı’nı karşılamama
gibi bir ifade yoktur. Birçok çevre tarafından İslamcı ve şeriatçı iddialarına
maruz kalan Kaymakam, bu iddiaların aksini ispatlama çabası ile her ortamda
vatan millet nutukları atarak çevresine yansıtmaya özen göstermiştir.
Gelen bu yazı üzerine, aynı gün yazılan ve ertesi
gün teslim edilen 31.10.1989 tarih ve 171 sayılı yazıya meclis tutanağı da
eklenmiş; bu yazıda şöyle denilmiştir:
SHP Meclis Grubu tarafından verilen önergede iddia ve ihbar olunduğu
gibi “Başbakan Turgut Özal’ın Cumhurbaşkanı olarak seçilmesi halinde belediye
meclisi olarak karşılamama” hususunda bir görüşme veya karar alınmamış,
kesinlikle siyasi bir gündem açılmaksızın isim, kurum, parti, siyasal
gelişmelere değinilmeksizin, uygulamadan etkilenecek bir T.C. resmi organı
olmak nedeniyle olumsuzlukların yansımaması sorumluluğu ile ve üyesi olduğumuz
Ege Belediyeler Birliği tüzüğü gereği, birliğin aldığı kararlara doğal olarak
uyulacağı yolunda bir karar tahsis edilmiştir.
Esası Ege Belediyeler Birliği ve gerekçesinde birlik ve bütünlüğü esas
alan, daha verimli çalışma ortamı is-temli kararın, siyasi boyutlara çekilme gayretinin
yersizliği ve ilçemizdeki belediye çalışma uyumunu zedelememesi dileklerimle
durumu bilgi ve takdirlerinize arz ederim.
Bu metni kanımca tam olarak okumayan, okuduysa
bile, yeterince anlayamayan Kaymakam, bununla da yetinmeyip, 02.11.1989 tarih
ve Ya. İş.17. (İşl.14)-1549 sayılı bir yazı ile durumu Valiliğe bildirdi ve
ilgililerin “bilgisine” sundu.
Valilik de, dönemin Vali Vekili Şeyda Balkan imzasıyla 06 Kasım 1989
tarih ve Mah.İd.02/7330 sayılı bir yazı ile bu kez “İşlem yapılmak üzere...” İçişleri Bakanlığı’na “arz” etti.
Komedi devam ediyordu.
Kapalı bir yüzme havuzunda, boğulmamak için iç
lastik ile yüzdüğünü söyleyerek, o günlerde basına birçok kez konu olan;
günümüzün AKP’li, dönemin ANAP’lı İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu ise, 13.11.1989 tarih ve 22511 sayılı yazı ile Danıştay
Başkanlığı’na başvuruda bulunarak, meclisin dağıtılmasını ister.
Yazışmalar devam ediyor; ama her nedense karar, bir
türlü doğru düzgün okunmuyordu. Çünkü, ANAP iktidarının baskısı vardı. İktidar;
SHP’li bir belediyede uygunsuz, yasalara aykırı bir şey yakaladığının
heyecanını yaşıyordu. Ankara’nın siyasi baskısı ile İzmir’i korkutacağını
zannetmişti. Zaten bu baskılar sonucu Yaşar
Holding de zor durumlarda kalmamış mıydı?
İktidar bu baskılarını sürdürürken, en ağır darbe
ise, ne yazıktır ki yine SHP’li olan bir belediyeden geldi. Büyükşehir Belediye
Başkanı Yüksel Çakmur, alınan bu karara onay vermedi. İşte 1580 ve 3030 sayılı
yasaların çarpıklığına örnek teşkil edecek bir olaydır bu. Halkın oyuyla oluşan
Karşıyaka Belediye Meclisi’nin aldığı bir kararı, yine halkın oyuyla Büyükşehir
Belediye Başkanı seçilen bir kişi; tek başına onaylayıp onaylamama hakkını,
yetkisini elinde tutuyordu. Bir çelişkiydi bu kuşkusuz. Çelişkinin de ötesinde,
demokratik olmayan bir uygulamaydı... Ancak bu durum, Yüksel Çakmur’u
durdurmadı.
Nurşen Alganatay, Metin Özatalar ve Engin Aydın’dan oluşan Başkanlık Hukuk Danışmanları, bu kararı onaylamayarak
iadesini önermişlerdi Yüksel Çakmur’a... Başkan da 7 Ocak 1990 tarih ve 515
sayılı yazısında,
...Bu nedenle söz konusu meclis kararının 3030 sayılı yasanın 14. maddesi
gereğince yeniden incelenmek üzere iadesi uygun görülmüştür… notunu yazarak, söz konusu kararı onaylamadan Karşıyaka Belediyesi'ne
aynen iade etmişti.
Bu arada, bu karar için dava açılmıştı. Karşıyaka Belediyesi
tarafından 2 Şubat 1990 tarih ve 292 sayılı yazı ile davanın açıldığı İzmir 3.
İdare Mahkemesi’ne gönderilen savunmada, özetle meclis kararı anlatıldı ve açılan
davanın reddi yönünde karar alınması istendi.
Ali İlter Taner başkanlığında toplanan
İdare Mahkemesi ise, 16 Şubat 1990 tarih ve 1612 sayılı kararında, Meclis Başkanlığı’nın
savunmasının alınması için 15 günlük süre verilmesini kararlaştırdı.
Aradan günler geçer. 15 günlük sürenin son gününde
savunma, Karataş’ta bulunan bir büroda bu kitabın yazarı ile birlikte yazılır
ve aynı gün ilgili mahkemeye verilir.
9 Mart 1990 tarihinde toplanan 3. İdare Mahkemesi,
bu kitabın “Siyasi Akbabalar”
bölümünde aktarılacak olan tüm gerekçelerini sıralayarak şu karara varır:
...siyasal sorunları görüşmek ve siyasal temennilerde bulunmak eylem ve
işlemi olarak görülmediğinden, İz-mir ili Karşıyaka İlçesi Belediye Meclisi’nin
dağıtılması yolundaki İçişleri Bakanlığı isteminin reddine, oy birliği ile
karar verildi. Ali İlter Taner, Kudret Ulutürk, Bülent Akdeğer.
Bu karara rağmen, Bakanlık pes etmez ve Hukuk
Müşaviri Sefer Cansu imzalı 4.5.1990
tarih ve 688 sayılı yazı ile acilen Danıştay Başkanlığı’na iletilmek üzere Ankara
Nöbetçi İdare Mahkemesi Başkanlığı’na başvurarak, temyiz isteminde bulunur.
Sonuçta bu istek de kabul edilmez ve böylelikle
ANAP ve ANAP’lı İçişleri Bakanı’nın, Belediye Meclisi’nin dağıtılması
senaryoları da sona erer.
Tüm bu baskılar, yıldırmalar yaşanırken bu kez,
yine Çakmur’dan çok ağır bir yazı gelir. Çakmur, bir gün başına dert alabileceğini
hesaplayarak, yasaların kendisine verdiği yetki çerçevesinde, uyarıda bulunma
gereğini hisseder. 30 Mayıs 1990 tarih ve 127.35/01.342 sayılı yazıda şu
sözlere yer verir:
...3030 sayılı yasanın Büyükşehir Belediye Başkanı’na verdiği görevlerden
biri de, ilçe belediyelerince yapılan hizmetlerin mevzuata uygun, etkin ve
verimli olması birlik ve bütünlük içinde yapılmasını sağlamak için gerekli
denetlemeyi yaparak uyarıda bulunmak ve önlemler almaktır. Ancak bugüne değin
belediyenizce yapılan hizmetlerin etkin ve verimli olmadığı ve mevzuat dışı
uygulamaların bulunduğu gözlemlenmektedir.
Bundan böyle yapılan tüm belediye hizmetlerinin yasa ve yönetmeliklere
uygun, birlik ve beraberlik içinde İzmir halkının rahat ve huzurunu sağlayacak
biçimde yapılması amaç edinilmelidir.
Bu amaç doğrultusunda çalışılmadığı takdirde, yeniden bir uyarıda bulunmaya
gerek görülmeden Yasa ve Yönetmeliklerin Büyükşehir Belediye Başkanı’na bu
hususta tanıdığı yetkiler kullanılacaktır.
Bilgi ve gereğini rica ederim.
Yüksel Çakmur - Büyükşehir Belediye Başkanı
Bu sözler, kuşkusuz çok ağır sözlerdir ve içi
suçlamalarla doludur. Yani, Karşıyaka Belediye Başkanı Cihan Türsen ve Belediye
Meclisi üyeleri, kendisine göre başarısızdır.
Türkiye’nin sekizinci Cumhurbaşkanı seçilen Turgut Özal,
yurt gezilerine başlar. Açılışlar, konuşmalar yapmak üzere İzmir’e gelir.
Çiğli’de yapılacak olan bir açılış için, Karşıyaka Belediye Başkanı da
davetlidir. Çiğli ise, hâlâ Karşıyaka sınırları içindedir (1 Kasım 1992’de
ayrıldı).
Bir süre önce, Özal ile ilgili olarak karar alan
bir belediye meclisinin başkanı, böyle bir açılışa kesinlikle katılamazdı. Katılırsa,
SHP’nin ileri gelenlerine ve hatta “örgüte”
ne diyecekti?
Ayrıca, kendisi ve savundukları ile çelişirdi. Düşünüldü
ve karar verildi. Özal’ın geleceği gün ve ertesi, Başkan hasta olacaktı.
Hastalık bu…İnsanın ne zaman hasta olacağı belli mi
olur?
Aynen öyle oldu. Belediye Başkanı, 19 Mayıs 1990 tarihinde, 6968 sayılı,
kendi imzaladığı ve onayladığı sevk kağıdı ile acilen Eşrefpaşa Hastanesi Acil Servisi’ne sevk edildi ve doktorlar,
hastayı görmeden iki günlük dinlenmeyi uygun gördüler.
Teşhis mi? Doktor yazısı bu… Okunması, anlaşılması
mümkün mü vatandaşlar tarafından?
Ancak bu rapor, hiçbir şekilde resmi işleme
konulmadı. Sadece bir önlemdi.
Sonuçta, Meclis’e sunulan önergenin dimdik
arkasında duran Başkan, böylesi bir yolu deneyerek hedefine ulaşmıştı; ama
bunun yanında, 17 Nisan 1993
tarihinde vefat eden Cumhurbaşkanı Özal’a saygı göstererek, ölüm tarihinden
yaklaşık üç gün sonra Büyük Efes Oteli’nde düzenlenmesi önceden planlanmış olan
Belediye’nin üçüncü yılı brifingini de “uygun olmaz” gerekçesi ile iptal
edecekti.
Özal’ı Cumhurbaşkanı olarak kabul etmeme veya
karşılamama gibi eylemlerden bir diğeri ise, Çanakkale’de yaşandı.
Günümüzün CHP Çanakkale Milletvekili olan İsmail Özay, Kurtuluş Şenlikleri için
Çanakkale’ye gelen Özal’ı, Karşıyaka Belediye Başkanı gibi rapor alıp
karşılamamak yerine, protokolde ayağa kalkmayarak protesto etmiş ve hakkında
soruşturma açılmıştı.
Sonuçta Özay, Çanakkale’nin Kurtuluşu törenlerinde
yaptığı konuşma metni gerekçe gösterilerek, 18 Mart 1990 tarihinde, saat
22.30’da evine gelen iki polis memurunun tebliğ ettiği yazı ile görevinden alındı;
dönemin İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu tarafından.
Bu ülkenin kurtuluşu için binlerce şehit verdiğimiz
Çanakkale’nin Başkanı, 1992’de
tekrar koltuğuna oturur; ama içi buruktur. Hızı kesilmiştir. Ancak demokrasiye,
halka ve adalete olan inancı hiç eksik değildir yüreğinde.
Kendisine gönderilen destek mesajlarına verdiği yanıtta
şöyle der:
Değerli dostum!
Demokrasiye saygısı olmayanlar tarihi gerçekleri yüzlerine karşı söyleyince,
halkın oylarıyla seçilerek geldiğim Belediye Başkanlığı görevime son vererek
bizleri yıldıracaklarını, sindireceklerini zannettiler. Örgütsüzlüğün
çaresizliğindeki halkımızla, bu demokrasi dışı davranış karşısında tepkisiz ve
çaresizlik içerisinde suskun kalacağımızı düşlediler. Ama yanıldılar. Yurdun
her köşesinden binlerce insan bu haksızlığa karşı tepki gösterirken başta basın
olmak üzere tüm demokratik kurumlar bu olaya sahip çıktılar.
18 Mart’ta meydana gelen demokrasi dışı gelişmeler sonrasında kendiliğinden
oluşan bir demokratik özlem ve inanç zinciri ortaya çıktı.
Sizden aldığım destek ve güçle, güvenimi hiç kaybetmediğim bağımsız
yargıya olan inancımla, şimdi daha rahat ve huzurluyum. Anti demokratik
baskılara karşı bir inanç yumağı oluşturan halkımızla, aydınlık, özgür ve
demokratik Türkiye’nin çok yakın gelecekte kurula-cağına şimdi daha da çok
inanıyorum.
İsmail ÖZAY
Özal’ın Cumhurbaşkanı olmasını içine sindiremeyen
diğer SHP’li Başkan ise, Göcek Belediye Başkanı Behzat Akdolun’du. 11
Ocak 1990 tarihinde gerçekleşen Meclis toplantısında, Özal’a hakaret ettiği
iddiasıyla ANAP’lı beş üyenin ihbarı ile tutuklanan ve 18 gün Fethiye Cezaevi’nde
yatan Akdolun, aslı astarı olmayan ihbarların oyununa gelmişti. Akdolun’a, cezaevinde
yattığı sırada enteresan bir mektup gelir. Heyecanla zarfı açan Başkan, çok
ilginç bir yılbaşı mesajı ile karşılaşır. Mesajı gönderen, kendisine hakaret
edildiği gerekçesiyle dava açan ve davayı kazanan Cumhurbaşkanı Turgut Özal’
dan başkası değildir. Şöyle der mesajında Özal:
Yeni Yıl tebrik mesajınıza teşekkürlerimle, bilmukabele Yeni Yılınızı
kutlar, en iyi dileklerimi sunarım.
Akdolun, bu olayı şöyle yorumlar:
…Sayın Özal, benim suçsuzluğuma inandığı için böyle bir kutlama mesajı
göndermiştir. Hiçbir devlet büyüğü, kendisine hakaret ettiğine inandığı birine
böyle bir mesaj göndermez.
Ben suçsuzdum. Belli bir makama sahip insanların 3-5 yalancı şahidin
iftiralarıyla tutuklanmaması gerekir. Öncelikle böyle bir şeyin var olup
olmadığının belirlenmesi için idari tahkikat açılmalı ve sonra suç unsuru
bulunursa mahkemeye sevk edil-meliydim. Ancak böyle bir şey yapılmadı ve bir
adi suçlu gibi gerekli mercilerden izin alınmadan tutuklandım. Benim hakaretim
söz konusu bile değildi..
Bu üç örnekten de anlaşılacağı gibi sonuçta, Özal’a
tavrını koyan bir başkan, onunla karşılaşmamak için rapor alarak hiçbir
uygulamaya tabi olmadı; diğeri ayağa kalkmayarak tepki gösterip görevinden
alındı; bir diğeri ise hakaret ettiği gerekçesiyle 18 gün cezaevinde yattı.
Kitabın baskıya verilmesi aşamasında yeniden görüş-tüğüm
Cihan Türsen ,
“Bugün olsa böyle bir kararı almaz,
aldırmazdım; direnmezdim.” derken, aynı zamanda da bir olgunluğu gösteriyordu.
Belki de pişmanlığını...
Diğer iki Başkan’la ise, ne yazık ki bağlantı kurma
şan-sım olmadı.
Bu kitabın yazarı şöyle düşünüyor:
Devlette süreklilik vardır. Demokrasiye ve
demokratik rejime saygı duyan, inanan herkes; demokrasinin (olmaması gereken)
cilveleri ile her zaman karşılaşabilir, karşılaşır.
Bunun adı demokrasi değildir dense bile sonuçta;
devlet arşivlerinde ve albümlerinde, Türkiye Cumhuriyeti Cumhurbaşkanları
listesinde Turgut Özal’ın adı vardır.
Aynı, Belediye Başkanları arşivi ve albümü gibi...
SİYASİ AKBABALAR
MECLİS SAYIN BAŞKANLIĞI’NA
Türkiye Cumhuriyeti’nin devlet organları arasında yer alan Karşıyaka Belediyesi
meclisi Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin demokratik parlamenter sistemimizde ciddi
yaralar açabilecek yanlışlıklarla sürmekte olduğu kaygı ile izlenmektedir.
Cum-hurbaşkanlığının tarafsızlığına gölge düşürmeye kimsenin hakkı olmadığı
gibi böyle bir sonucun tüm devlet organlarında olduğu gibi belediyemizin
çalışanlarında da olumsuzluklar doğuracağı açıktır.
Bu nedenle Cumhurbaşkanlığı seçimlerinin TBMM’den tarafsızlığı bağımsızlığı
tartışılmayacak bir şekilde sonuçlanmasını zaman henüz geçmeden TBMM’de grubu
bulunan siyasi partilerin ulusal uzlaşmaya yaklaşım göstermesini istiyor,
ulusal iradeyi yansıtmayan bir sonuç halinde üyesi bulunduğumuz Ege Belediyeler
Birliği’nin aldığı ve alacağı tüm kararlara katılacağımızı tarihi bir görev olarak
ilgililere ve tüm kamuoyuna duyururuz. Bu görüşle Karşıyaka Belediye
Meclisimizin karar vermesini talep ediyoruz.
SHP Belediye Meclis Grubu
İşte ne olduysa, bu kararın Meclis’te kabul edilmesin-den
sonra oldu.
Özellikle, ANAP’lı meclis üyelerinin itirazları,
daha sonra Karşıyaka Kaymakamlığı ve
İçişleri Bakanlığı’na yaptıkları ihbarlar ile gelişen olaylar, birçok
insanın ve partinin iştahını kabarttı. Çünkü onlara göre, bu kararla birlikte
Meclis feshedilecek ve Karşıyaka’da yeniden seçim yapılacaktı.
26 Ekim 1989 Perşembe günü alınan bu karar sonrası gelişen tüm
olayları, bir hukuk komedisini, ÖZAL’IN
CUMHURBAŞKANI ADAYLIĞINA TEPKİLER bölümünde ayrıntılı bir şekilde,
tutanaklarıyla, resmi evraklarıyla birlikte anlattık.
Peki ilerleyen aylarda ne oldu da, grup kararına
imza atan SHP’li meclis üyeleri çark ettiler; siyasiler yeniden seçim
tartışmalarını başlattılar?
Her şey; kendisine yapılan ihbarlar üzerine, dönemin ANAP’lı, günümüzün AKP’li İçişleri Bakanı
Abdülkadir Aksu’nun, 1580 sayılı yasanın 53. maddesini gerekçe göstererek,
Danıştay’da açtığı meclisin feshi davası
ile başladı.
Dönemin gazeteleri ise, yayınladıkları haberlere
ilginç başlıklar atıyordu:
Türsen topun ağzında.
Meclis feshedilme tehlikesiyle karşı karşıya.
Yeniden seçim.
Karşıyaka’da deprem.
Karşıyaka’da belediye seçimi yenilenebilir.
Hukukçu başkan faka bastı.
Bunlar sadece başlıklar… İçeriklerini okursanız,
sanki meclis çoktan feshedilmişti. Çıkan bu haberler, kuşkusuz tüm meclis
üyelerini endişelendirmişti. Endişenin yanında, kişisel savunular da ön plana
çıkmaya başlıyordu. Özellikle, temenni kararına imza atan bazı SHP’li meclis
üyelerinin şu açıklamaları dikkat çekicidir. Mehmet Yavuz : Bana göre, bu kararı gündeme getirmememiz
gerekirdi. Yanlış oldu.
Ahmet Bozkurt: Kararın verildiği meclis toplantısında ara verip grup
toplantısı yaptığımızda, arkadaşları bu tehlike karşısında uyarmıştık. Ben bu
kararın 53. madde çerçevesinde değerlendirilmemesi gerektiği inancındayım.
Metin Paloğlu: Alınan bir grup kararıydı ve çoğunluğa uymak
zorundaydık.
Ali Ekber Bektaş: Meclisin alacağı bir
karar değildi. Bu tehlikeyi ortaya çıkartacağı söylendi. Kararın çıkmaması için
çaba sarf ettik. Ancak grup kararına uymak zorunda kaldık.
Rifat Özer: Meclis grubunda bazı arkadaşlarla kararın dava
konusu yapılabileceği konusunda uyarıda bulunduk. Alınan bu kararın bu
boyutlara ulaşması üzücü.
Bunlar sadece birkaçı... Ancak genel hava, “Keşke böyle bir karar almasaydık.”
şeklindeydi.
Dava üstüne dava açılıyor; savunma dilekçesi
üzerine savunma dilekçesi veriliyor; ihbarlar üzerine ihbarlar yapılıyordu.
Ortalık toz dumandı.
Daha bir yıl bile olmamıştı seçimler yapılalı. Ama
artık tartışmalar, “Yahu nasıl yaparız da meclisi kurtarı-rız?”dan çok “Seçim
olsa ne iyi olur” havasına dönmüştü.
İşte Günaydın Gazetesi Ege Eki’nin 3 Mart 1990
tarihli manşeti ve Uğur İşven’in haberi:
Belediye Meclisi’nin feshi ihtimali, iştahları
kabarttı.
Akbabalar Pusuda
...Başkan Cihan
Türsen ve fesih tehlikesi içindeki meclis üyeleri bu var-tayı
nasıl atlatacaklarını kara kara düşünür, “ah biz bu işi nasıl yaptık” diye
dövünürken, bu gelişmeleri el-lerini ovuşturarak izleyenler de var. Yalnız bu
işin peşini bırakmayıp İçişleri Bakanlığı’na suç duyurusunda bulunan ANAP’lılar
mı? Değil elbette.
DYP’liler de meclis feshedilirse “Acaba seçimi kazanır mıyız?” hesapları
içinde ve fesih kararını merakla bekliyorlar. Ancak bu davanın kaybedilmesini
isteyen SHP’liler de var. Evet, yanlış duymadınız SHP’liler de var.
Nedeni de gayet basit. Eğer meclis feshedilirse, eh bir de yasa gereği
başkan görevinden alınırsa, bu kişilerin keyfi tam yerine gelecek. Ardından
seçim yenilenecek.
Bu kişilere de kaybettikleri ön seçimlerin rövanşını almak imkanı belediye
başkanı veya meclis üyesi olma imkanı doğacak. Bir de seçim kanunu gereği,
yasal kusurları nedeniyle görevlerinden alınmış seçilmişlerin yapılacak bu
seçime katılamayacakları gerçeğini belirtirsek, manzara biraz daha aydınlanmış
olur.
İştahı kabaranlar ortaya çıkıp da, gerçek düşüncelerini açıklamıyorlar.
Çünkü böyle bir durumda SHP içinde büyük bir tepki çekeceklerini, ön seçim
hazırlığı umut ederken, dele-geler tarafından aforoz edilebileceklerini de
biliyorlardı. Kararı savunan SHP’liler kendi içlerinde kan ağlarken, başka
hesap-lar peşinde koşan partili arkadaşlarını dikkatle izliyorlar. Fesih
bekleyenlere ise bir çift sözle cevap veriyorlar:
SİYASİ AKBABALAR...
Evet, SHP’de bu gelişmeler olurken, ANAP’tan aday gösteril-meyince o çok
sevdiği Karşıyaka Belediye Başkanlığı’na erken veda eden Nevzat Çobanoğlu ne
yapıyor?
Henüz bir ay önce DYP’ye geçen Çobanoğlu’nun yüreğinde bir yerlerin cız
etmesine neden olmadı mı bu fesih kararı? Babacımı tanıyan, başkanlığa nasıl bağlı
olduğunu bilenlerin cevabı kesin: ELBETTE.
Çobanoğlu, şimdi de yeni bir partide ve siyasi kulislerde, “Böyle bir durum
ortaya çıkarsa DYP’nin Çobanoğlu’nu aday göstermemesi için bir neden yok”
yorumu yapılıyor.
Peki Çobanoğlu ne diyor bu işe? Meclisi fesih tehlikesine atan bu kararın
alınmasına izin veren başkan Türsen’i suçlarken, “Ben böyle şeylere kesinlikle
izin vermezdim.” diye ekliyor. Başkanlık ihtimali karşısında da, “Yok babacım
böyle bir şey. Aklıma bile getirmedim. Benim başka düşüncelerim var” diyor. O
düşünceler arasında milletvekili olmak gibi bazı düşünceleri de var Çobanoğlu’
nun…
Karşıyaka’daki genel durumun çok iyi özetlendiği bu
haber, kuşkusuz çok ses getirdi İzmir’de. Herkes, “Kim bu SHP’liler, kim bu siyasi
akbabalar?” diye birbirine
sorarken, o dönemi hatırlayanlar bunların kim olduğunu çok iyi bileceklerdir...
Yayınlanan bu ve buna benzer haberler yetmiyormuş
gibi, birbirinden ilginç anketler yapılıyordu. Basına da yansıyan ve hatta
özellikle yansıtılan bir ankete göre, SHP yine birinci parti durumundaydı. Hem
de yüzde 33,41 gibi bir oranla.
Fakat, şimdi sıkı durun… Bu anketin en ilginç yanı,
eski ANAP’lı yeni DYP’li Nevzat Çobanoğlu’ nun tek başına, yüzde 48,8
gibi çok çok yüksek bir oranla başkan gösterilmesiydi.
Bu ilginç anketi kimin yaptığı araştırıldığında
ortaya; Çobanoğlu’nun dava arkadaşı, dostu, eski ANAP’lı Sancar Maruflu’nun adı
çıkar. Peki bu ankete göre diğer partilerin durumu neydi, bir de ona bakalım:
DYP yüzde 29,62 ile ikinci, DSP yüzde 13,41 ile
üçüncü parti durumundaydı. Fakat yine çok ilginç bir sonuç çıkar bu anketten:
Ankete göre, meclisin fesih işlemini başlatan ANAP ise, ne yazık ki barajı bile
geçemiyordu. Oy oranı yüzde 9,62’de kalıyordu.
İsimler üzerinde yapılan yoklamaya göre ise Cihan
Türsen yüzde 19,02,
ANAP’lı Canan Arıtman yüzde 8,11, Sezgin Çubukçu yüzde 7,09, halen METRO
A.Ş. Genel Müdürü olan İbrahim Koç yüzde
5,56 ve Cevdet Tümtürk ise yüzde
5,17 oy oranına sahiptiler. Yani şöyle sesleniliyordu ankette:
Ey Karşıyakalılar, SHP birinci parti; ama bakın fesih tehlikesi ile
karşı karşıya. Siz siz olun, seçim yapılır ise -ki öyle görünüyor- yeniden SHP’
yi seçmeyin. Çünkü eski Başkan Çobanoğlu hâlâ aranan kişi...
Sancar Maruflu’nun bu anketine şaşırmamak gerekir.
Zira Maruflu; 1989 senesinde, Çobanoğlu’ nun koltuğunu Türsen’e devir teslim
töreninde; sahibi bulunduğu HİSDAŞ
Halkla İlişkiler Şirketi adına Karşıyaka Anayasa Meydanı’nda yaptığı,
metnini “Veda Takdim Konuşması” başlığıyla
dağıttığı ve törene katılan tüm ANAP’lıların ağladığı konuşmasında, her şeyi
tüm çıplaklığı ile ortaya koymuyor mu?
Karşıyaka’nın çok kıymetli, sevgili Belediye
Başkanı
Nevzat Çobanoğlu, Değerli basın mensupları, Çok kıymetli misafirler,
Sevgili İzmirli hemşehrilerimiz,
İzmir’in cefakar, vefakar, kadirbilir güzel insanları,
Sevgili dava arkadaşlarım,
Atatürkçü, çağdaş ve modern uygu-lamalarıyla bir dönem adını altın harflerle
yazdıran sevgili Belediye Başkanımız Nevzat Çobanoğlu’nun görevinin 26 Mart’ta
sona ermesi nedeniyle düzenlenen bu törene katıldığınız için hepinize şükran ve
teşekkürlerimizi arz ediyoruz. Sağolun. Varolun.
Sevgili misafirler,
Şu an hep birlikte yaşadığımız an, sadece bir vefa borcunun ödenmesinden
ibaret değildir. 5 yıl önce halkın şerefli oylarıyla Karşıyaka’da iktidara
gelen; MUSTAFA KEMAL ATA-TÜRK devrimleriyle birlikte Cumhuriyet rejimini
savunan ve hizmet zincirini Atatürk’ün, HERŞEY KANUN YAPMAK-TAN İBARET
DEĞİLDİR. BİLAKİS HERŞEY O KANUN-LARI TATBİK ETMEK VE ETTİRMEKTEN İBARETTİR.
UYGULAYAN İCRA EDEN, KARAR VERENDEN DAİMA GÜÇLÜDÜR. sözleriyle zenginleştiren
Sayın Nevzat Çobanoğlu, şu andan itibaren artık Atatürkçülerin SEMBOL ADAMI
olmuştur. Biz Nevzat Çobanoğlu’nun İzmirli dostları olarak, bu toplantıya
siyasi bir görünüm kazandırmak istemiyoruz. Bu toplantıya bu yakıştırmayı
yapanları da üzüntü ve nefretle karşılıyor, şiddetle kınıyoruz.
Mikrofonu Sayın Süha Tanık’a vermeden önce müsaadele-rinizle Sayın
Nevzat Çobanoğlu’nun kişiliğinden biraz bahsetmek istiyorum.
Bu tören, veda töreni değil, bir onurlandırma törenidir. Faziletli
kişiliğiyle, üstün ve emsalsiz hizmetleriyle, şerefli şahsiyetiyle hepimizin gönüllerinde
taht kuran Sayın Nevzat Çobanoğlu’nun karşısında gururla eğiliyorum. Şimdi,
hepimiz adına konuşmak üzere ANAVATAN PARTİSİ’Nİ İzmir’de 6 yıl önce kuran ilk
başkanımız, önceki dönem İzmir Milletve-kilimiz Sayın Süha Tanık’ı huzurlarınıza
davet ediyorum.
Maruflu, her ne kadar sunu yazısında “Sevgili dava arkadaşlarım” ve “…bu toplantıya siyasi görünüm kazandırmak
istemiyoruz. Bu yakıştırmayı yapanları da üzüntü ve nefretle karşılıyor,
şiddetle kınıyoruz.” gibi ifadeler kullandıysa da yorumunu okurlara
bırakıyo-rum...
Bu arada köşe yazarları da boş durmuyor; seçimler
konusunda ahkâm kesiyorlardı. Tarihler bile belli olmuştu.
İşte, 3 Mart 1990 tarihinde, köşe yazarı Hamdi Türkmen, Günaydın Gazetesi’nde
şunları yazmıştı:
...Diyelim ki, İdare Mahkemesi, fesih kararı aldı ve Danıştay da
onayladı. Karşıyaka Belediye Meclisi ve Başkanı düştü. Karşıyakalılar yeni bir
başkan ve yeni meclis üyeleri seçmek zorundalar. Seçecekler de...
Herkesin merakı fesih durumunda Karşıyaka’da seçimlerin ne zaman
yapılacağı.
Çok merak ediyorsanız (Yazarın Notu: ki kimse merak etmiyordu. Çünkü henüz
davalar devam ediyordu. Yani tam anlamı ile, ortada fol da yoktu yumurta da) söyleyeyim.
Bu iş Mart sonu, Nisan Mayıs’ta fesihle sonuçlanırsa... Haziran ayının 3. Pazar
günü Karşıyaka’da yerel seçimler yapılacak. Kehanet değil bu…
Türkmen “kehanet değil” diyordu; ama kehanetlerini
sürdürmeye de devam ediyordu. Sanki her şey bitmiş; davalar sonuçlanmış, Başkan
görevinden alınmış, Meclis feshedilmişti. Şimdi sıra, bunun nasıl yapılacağına
ve belediyenin nasıl yönetileceğine gelmişti. İşte Türkmen’in kehanetleri şöyle
devam ediyordu:
…Peki, belediyeyi bu süre içinde kim yönetecek. Kanunda bu da yazılı.
İçişleri Bakanlığı, Türsen yerine geçici olarak seçimlere kadar başkanlık
yapacak bir bürokrat atayacak. Belediyeyi o yönetecek. Belediye meclisinin
görevlerini ise Belediye Encümeni üstlenecek. Yani encümen üyesi bürokrat-lar,
her türlü kararı almaya yetkili olacaklar.
Dönemin Yeni Asır Gazetesi Yazarı, DSP’li
Büyükşehir Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın İZFAŞ eski Genel Müdürü,
ÖNCE İZMİR hareketini başlatarak olası bir yerel seçimde Büyükşehir Belediye
Başkanlığı’na aday olacağını açıklayan Feyzi
Hepşenkal ise şunları yazıyor-du; 3 Mart 1990 tarihli
köşesinde:
...Olay yargıya intikal ettiği için, konu hakkında yorumda bulunmak doğru
olmaz.
Ama en azından şu kadarını söylemek gerekiyor.
Eğer Karşıyaka Belediye Meclisi, Cumhurbaşkanlığı seçimindeki yanlışlıkları
eleştiren bir karar aldığı için feshedilecekse... Allah bütün belediye
meclislerine böyle bir gerekçe yüzünden feshedilmeyi nasip etsin! Devam edelim
ve diyelim ki, Karşıyaka Belediye Meclisi feshedilirse ne olur?
Hiç şüphesiz, iyisiyle kötüsüyle pek çok şey olur.
Fakat kesin olarak bir şey var. Karşıyaka’da büyük bir şenlik yaşanır bu
sayede. Kırşehir’i hatırlayın. Avuç içi kadar yer olmasına karşın, günlerce
Türkiye’nin gündeminde kalmıştı. Bakanlar Kırşehir’e gitmek için kuyruğa
girmişti. Liderler tur üstüne tur yapmıştı. Kısacası Kırşehir’e bereket
yağmıştı.
Bütün bunlara bakarak, 250 bin seçmenin oy kullanabileceği, üstelik Karşıyaka
gibi bir beldede yapılacak olası bir seçimin yaratacağı yankıyı siz düşünün
artık.
Öyle bir gelişmenin Türkiye çapındaki etkisi bir yana... Olay daha özel
bir çerçevede ele alındığında bile, ilginç unsurlar içeriyor.
Örneğin Karşıyaka, SHP’nin yüzde 60’a yaklaşan oy oranıyla sanırım Türkiye
rekoru kırdığı bir seçim çevresi olma özelliği taşıyor. Dahası aynı çevre, SHP
Genel Başkanı İnönü’nün de seçim bölgesi. Bitmedi, eğer Karşıyaka’daki yerel
organlar yenilenirse, mevcut yasalara göre halen bu organlarda görev yapanların,
bir dönem aday olma olanağı bulunmayacak.
Yani gönlünde belediye başkanı, belediye meclis üyesi seçilme ateşi yananlara
gün doğacak!
.....
Şimdi sözümüzü bir dizi eğer ile noktalayalım.
Eğer Karşıyaka’daki belediye seçimleri yenilenirse... Eğer DYP’nin
başkan adayı Nevzat Çobanoğlu olursa... Karşıyaka’da çok heyecanlı bir seçim
yaşanacak demektir.
Bu yazı, suya sabuna dokunulmamış bir yazı
kuşkusuz. Ama içindeki mesaj, olası seçimlerde her yolun Çobanoğlu’ya
çıkacağının işaretidir sanki.
Yazdığı haberlere güvenilen, siyasilerle kurduğu
birebir ilişkilerde edindiği izlenimleri objektif olarak aktaran gazeteci Uğur İşven’in, bir haberi daha yayınlanır Günaydın Gazetesi’nde:
Meclisin feshi ihtimali, SHP’lilerin iştahını kabarttı.
Aslan’lar uyandı...
Başkan Türsen ve 30 meclis üyesi belki şaşıracaklar ama, kendi partilileri
arasında, mahkemenin fesih kararı alması için o kadar çok dua eden var ki,
inanamazsınız. Gönüllerindeki aslanın kükremeye başladığı bu SHP’ lilerle
görüştük. Önce tatlı tatlı tüm duygularını ve beklentilerini anlattılar. Sonra
birden uyandılar: “Aman isim yazmayın, parti suçu işlemiş olurum.” Bu nedenle
adlarını yazmıyoruz. Ancak kimlerden söz ettiğimizi hem Türsen ve arkadaşları
biliyor, hem de SHP Karşıyaka örgütü...
SHP’de bu parti içi ilginç gelişme yaşanırken DYP,
seçim çalışmalarına resmen başlamıştı. Daha birkaç gün öncesine kadar Belediye
Başkanlığı’nı düşünmediğini açıklayan eski Başkan Nevzat Çobanoğlu, ellerinden
tutup partiye getirdiği 200 bayanı üye kaydederken, İlçe Başkanı Turan Arınç da şu açıklamayı yapıyordu:
Belediye Meclisi dağılmak üzere. Seçime gidilirse biz kazanı-rız. Adayımız
rahat seçilecek. Çünkü büyük oy potansiyeline sahip.
Seçim yapılmadı; ama “Babacım” Çobanoğlu, 1991 yılında yapılan seçimlerde DYP’den Milletvekili seçildi ve Ankara’ya
gitti. Bir daha da hiç görülmedi.
Meclisin feshedilmesi davası devam ederken, en büyük
destek Erdal İnönü ve İzmir
Milletvekili Ahmet Ersin’den geldi. İnönü, 5 Mart 1990
Pazartesi günü görüştüğü Türsen’e, “Merak
etme. Bütün milletvekillerini seferber edeceğim. Elimden geleni yapacağım.” sözünü
verdi ve bu konuda bazı milletvekillerini görevlendirdi.
Ahmet Ersin de konuyu TBMM’ye getireceğini
belirterek, “Belediyeler üzerinde maddi
sıkıntılardan sonra şimdi de yeni bir şantaj yolu bulundu. Başkan ve Meclis
Üyeleri Özal’a hakaret gerekçesiyle sürekli zan altında tutuluyor.” şeklinde
bir açıklama yaparak sıkıntıyı dile getiriyordu.
Bir partinin Genel Başkanı, aynı partiden bir
belediye başkanının sıkıntısı ile yakından ilgilenirken, yine aynı partinin
Genel Sekreter Yardımcısı ise, muhalefet gibi açıklamalar yapıyordu. Adnan Keskin, tüm umutların bittiğini
kabullenmiş, hukukun sonucunu beklemeden, “Hukuksal
açıdan savunabileceğimiz bir şey yok.” diyerek her zamanki tavırlarına bir
örnek daha vermişti.
Belediye Meclisi’nde alınan bu temenni kararından
sonra ilgili her yere ihbarlarda, suç duyurularında bulunan dönemin ANAP’lı
Meclis Üyesi, günümüzün CHP İzmir Milletvekili Canan Arıtman’ın da söyledikle-rini
dinlemek gerekir.
Arıtman; dönemin Tercüman Gazetesi, halen Anadolu
Ajansı TBMM Muhabiri olan Berrin Tuncel’e verdiği özel demecinde, Belediye
Meclisi’ne siyaset karıştırıldı-ğını savunarak şunları ifade ediyordu:
…Benim meclis üyeliğimi kaybetmem önemli değil. Kendilerini Cumhurbaşkanı
ile ilgili karar alırken uyardım. Başkan, siyasi sorumluluk bana ait diyerek
benim uyarımı kulak arkası etti. Ben hem uyararak hem de yapılmış suçu
bildirerek görevimi yerine getirdiğime inanıyorum...
Erdal İnönü ve Ahmet Ersin’in desteklerinden sonra
bir başka destek de İzmir Milletvekili Veli
Aksoy’dan geldi. Aksoy, belediye
meclislerinin siyaset yapma yasağını kapsayan maddenin kaldırılması için
TBMM’ye bir yasa teklifi verdi.
Aksoy, bunun gerekçesini, dönemin Hürriyet Gazetesi
muhabiri, günümüzün Konak Belediye Başkanı Erdal
İzgi’ye şöyle açıkladı:
…Bugün
ülkemizde belediyelerimizin örgütlenmesini ve yönetilmesini düzenleyen 1580
sayılı yasa 1930 tarihinde kabul edilip, belediye meclislerinde Cumhuriyetin
ilke ve kuru-luşlarına cephe almalarını ve gerici hareketleri önleyebilmek
amacıyla, 1580 sayılı yasaya konan bazı hükümler, çağımız devlet anlayışına ve bu
anlayıştan kaynaklanan yerel yönetim anlayışına ters ve aykırı görülmektedir.
1930 yılında ülkemizde tek parti ve merkeziyetçi bir anlayış vardı. Demokratik
sistem gereği olan çok partili yaşama geçilmemişti, 1580 sayılı yasa da bu
merkeziyetçi anlayıştan kaynaklanarak hazırlanmıştır.
…..
Buna rağmen belediye meclislerinde siyasal tartışmalar ve temennilerde
bulunmaları 1580 sayılı yasanın 53. maddesinin birinci fıkrasının 4. bendi
gereği yasaklanmaktadır. Bu bent, Anayasa’ya aykırıdır ve Başkan ile meclis
üyelerini depolitize eden bu hükmün kaldırılması gerekir...
Aksoy’un bu çabası, kuşkusuz parti içinde çok ses
getirdi. Ancak bu çabaya kızanlar da oldu. Çünkü, birilerinin dediği gibi, siyasi akbabalar pusuda bekliyorlardı.
Ancak, tüm beklentiler birden sona erdi. Seçim
bekleyenler hüsrana uğrarken, mevcut üyeler bayram havası içindeydiler.
İşte 13 Şubat 1990 tarihli Günaydın İzmir
Gazetesi’nin manşeti ve haberi:
Karşıyaka Belediye Başkanı ve Meclisi’ne bir müjdemiz var: Türsen
Kurtuldu
İçişleri Bakanlığı’nın Meclis’in feshi istemini, Üçüncü İdare Mahkemesi
oybirliğiyle reddetti.
Karşıyakalıların ve siyasi çevrelerin merakla bekledikleri kararı Günaydın
İzmir, Başkan Türsen’den önce öğrendi.
Aslında yoktu böyle bir şey. Zaten aynı tarihli tüm
gazeteler incelendiğinde, bu haberin değişik biçimlerde verildiği görülecektir.
Bizler, elbette onlardan önce öğrenmiştik. İzmir’i, Ankara’yı, bakanlıkları,
partiyi, ilgili kurum ve kuruluşları bu kadar meşgul eden bir olayın sonucunu,
başkalarından mı, yoksa kaynağından mı öğrenecektik?
Karar, birçok insanı şaşırttı. SHP’lileri de...
Seçim hazırlıklarına başlayan DYP, tüm çalışmalarını
durdurdu. Dönemin ANAP İl Başkanı, günümüz AKP Milletvekili İsmail Katmerci en çok şaşıranlardandı.
Karardan sonra bir açıklama yapan Katmerci şöyle diyordu:
Benim için büyük sürpriz oldu. Fesih kararı bekliyordum. Meclis
kararıyla ilgili yasa maddesi çok açık bir şekilde ihlal edilmişti. İşin peşini
bırakmayacağız. İçişleri Bakanlığı’na tekrar başvurarak, konunun Danıştay’a
götürülmesini isteye-ceğiz.
Bu kararı, yeniden
doğuş şeklinde yorumlayan Türsen; sonucu Ahmet Sarışın, Ertan Erdek ve Ali
Sözer’in katıldığı bir toplantı ile kutladı.
Davanın açıldığı günden, sonuçlandığı güne kadar,
her zaman Türsen’in yanında olan üç Başkan da çok mutluy-du. Mahkemenin verdiği
karar mutluluk vericiydi; ama davanın başladığı günden beri yanında yer almayan
bir kişiye sitem vardı. Türsen, üç ilçe belediye başkanı için, “Bana en zor günlerimde destek oldular.”
derken, Yüksel Çakmur için de, “Kendisi,
değil aramak, İçişleri Bakanlığı’nı haklı bulduğunu belirten bir yazı gönderdi.”
diyerek, Çakmur’a tepkisini dile getiriyor ve şöyle devam ediyordu:
…Biz, siyaset yaptığımız için değil, Anayasa’nın uygulanmasını
istediğimiz için yargılandık.
Haklarımızı kullanmamız olay oldu, hemen gündeme seçimi getirdiler. Bizim
meclis kararı olarak söylediğimizi herkes her yerde söyledi.
Biz meclislerde SHP’nin görüşlerine uygun kararlar almak için
toplanıyoruz. Diğer belediyelerin meclis tutanakları incelenirse, siyasi hüküm
denilebilecek yüzlerce karar tespit edilir. Ancak 1580 sayılı yasanın 53. maddesi
sadece bize uygulandı. Türkiye’de kişi ve kurumlar depolitize edildi.
Vatandaşlık görevleri bile sakıncalı görülüyor. Demokratik hakların
kullanılmasına artık herkes özen göstermelidir.
Türsen’in bu açıklamasına, Çakmur’dan yanıt, hemen
geldi:
…Kişisel
suçlamalarla olayı çarpıtmaya kimsenin hakkı yok. Meclis kararını hukukçuların
da görüşünü ilave ederek geri gönderdim ve tekrar görüşülmesini istedim. Bunun
için suç-layıcı olmaya gerek yok. Bir tehlike veya bunalım olsaydı ben de hukuksal
yönden irdelememiş olup imzalasaydım İzmir’de Anakent Belediye Başkanının da
düşürülmesi kime yarar sağlardı? Türsen’in beyanatı çok olumsuz ve
talihsizliktir.
Peki, ihbarda bulunan ilk kişi olan Canan Arıtman bu karar için ne söyledi,
bir de ona bakalım:
…Danıştay’a
müracaat hakkımız var. Bunu kullanacağız. Karşıyaka tarihi bir fırsat kaçırdı.
Kaldırım söküp parke taşı döşeme, parke taşı söküp kaldırım döşeme devri
bitecekti. Ge-rekçeli kararı bekliyorum. Hangi hukuksal gerekçelere dayandırdıklarını
merak ediyorum. Adalete saygılıyım ama herhalde meclisin feshini istemediler.
Belediye Meclisi’nde bu kararı sine-i millete dönme
şeklinde yorumlayan ve bu karara karşı çıkan Sezgin Çubukçu ise, “SHP
grubunun bundan sonra bu tür konularda daha dikkatli olacağına inanıyorum.
Herhalde Sayın Türsen de bu abdestle daha çok namaz kılar.” diyordu.
İlçede seçim çalışmalarını başlatan, olası seçimlerde
Çobanoğlu’yu aday göstereceklerini her ortamda dile getiren DYP İlçe Başkanı Turan Arınç da, Türsen’in çok ucuz
kurtulduğunu söylüyor ve ona bundan böyle ayağını denk atmasını öneriyordu.
Kısacası, bir metnin tam okunmaması nedeniyle bir bardak suda fırtına koparanlar, arzu
ettikleri sonuca ulaşamadılar.
Peki mahkeme nasıl bir karar vermişti? İşte,
Türkiye’de birçok hukukçuya, birçok kurum ve kuruluşa örnek olabilecek bir
karar metni:
T.C. İzmir 3. İdare Mahkemesi
Esas No: 1989/1612
Karar No: 1990/366
.....
Yasa maddeleri de birer canlı organizmalar gibi yaşarlar. Onları yaşatan
güç, toplum hayatının devamlı gelişmesidir. Bu anlayıştan hareketle, 1930
yılında kabul edilmiş Belediye Kanunu’nun seçilmiş organlarının işleyişine
ilişkin maddelerinin, o tarihten bu yana gerek Anayasada gerek yasalarda yapılmış
değişikliklerin ve yürürlüğe konulmuş yeni yasaların oluşturduğu sisteme uygun
bir biçimde yorumlan-ması gerekir. Bir yerel yönetim birimi olarak belediyelerin,
1961 ve 1982 anayasalarında kazandığı yapı karşısında, 1580 sayılı yasanın 53.
maddesinin 4. ben-dinde yasaklanan siyasetin anlamının, dar anlamda siyaset
olarak kabulü zorunludur.
Yukarıda da değinildiği gibi, Karşıyaka Belediye Meclisi’nin söz konusu
kararında, esas itibariyle 1989 yılı ekim ayında kamuoyunun gündeminde bulunan
Cumhurbaşkanlığı se-çimine değinilmektedir. Anayasanın 104. maddesi uyarınca
Cumhurbaşkanı devletin başıdır, bu sıfatla Türkiye Cumhuriyetini ve Türk
Milletinin birliğini temsil etmektedir ve Anayasanın 103. maddesinde yer alan
yemini nedeniyle de tarafsız bir kişidir.
Nitelikleri böylece belirtilen ve toplumun her kişisini yakından ilgilendiren
Cumhurbaşkanının seçimi konusunda eleştirel görüş bildirilmesinin ve bazı
temennilerde bulunulmasının belediye meclisine yasaklanan siyasal faaliyet
kapsamında ol-duğu düşünülemez.
Söz konusu kararın son cümlesinde, Cumhurbaşkanlığı seçimine ilişkin olarak,
“Ulusal iradeyi yansıtmayan bir sonuç halinde üyesi bulunduğumuz Ege
Belediyeler Birliğinin aldığı ve alacağı tüm kararlara” katılınacağı biçiminde
bir ifadeye de yer verilmiş ise de, önergenin görüşüldüğü sırada meclisin
bilgisine ve görüşüne sunulmuş herhangi bir birlik kararı veya karar taslağı
bulunmadığından, bu kararlarda yer almış veya alacak siyasal görüş ve temennilerin,
meclisçe görüşülüp ve kararlaştırılmış siyasal görüş ve temenni olarak kabulüne
ve bunlar nedeniyle meclise sorumluluk yüklemeye olanak yoktur.
Açıklanan nedenlerle; 27.10.1989 tarihinde verilen önergenin görüşülmesi
ve meclis kararına dönüştürülmüş olması, 1580 sayılı Belediyeler kanununun 307
sayılı yasayla da değişti-rilen 53. maddesinin 4 üncü bendinde yer alan siyasal
sorunları görüşmek ve siyasal temennilerde bulunmak eylem ve işlemi olarak
görülmediğinden, İzmir İli Karşıyaka İlçesi Belediye Meclisinin dağıtılması yolunda
İçişleri Bakanlığı isteminin reddine, 9.3.1990 gününde oybirliğiyle karar
verildi.
Başkan Ali İlter Taner, Üye Kudret Ulutürk, Üye
Bülent Akdeğer
YA GÜNGÖR BAYRAK
OLMASAYDI?
12 Eylül darbesi sonucu gerçekleştirilen ilk yerel seçim-ler.
Ülkede ANAP
fırtınası esiyor. Dört eğilimi partisinde barındırdığını savunan Turgut Özal
iktidardadır ve bu fırtınayı yakalamışken, yürü ya kulum diyerek yerel seçim
kararı alır.
Yapılan seçimlerde; İstanbul’da Bedrettin Dalan, Ankara’da Cahit Altınsoy Büyükşehir Belediye Başkanı
seçildiler. İzmir’de ise; Burhan
Özfatura Büyükşehir, Süha Baykal Konak,
Nevzat Çobanoğlu Karşıyaka ve Cengiz
Bulut ise Bornova Belediye Başkanlığı koltuğuna
oturdular.
Her başkan; savundukları düşünceleri ve seçimlerde
söz verdikleri projeleri, teker teker hayata geçirmeye başlar. Başlangıçta
hiçbir sorun yoktur. Burhan Özfatura, ilçe başkanlarına ağabeylik yapmakta;
onları kanatlarının altına alarak, hemen hemen tüm taleplerini karşılamak-tadır.
Karşıyaka Belediye Başkanı Nevzat Çobanoğlu, diğer
tanımla Babacım; bir gün Bayraklı’ya, yapılmış olan işlerin denetimi için
gider. Sokaktaki çocuklar etrafını sarar. Hoş sohbet derken çocuklar
Başkan’dan, Bayraklı’ya bir yüzme havuzu yapmasını isterler. Çocukların bu
isteği, çok masum bir istektir kuşkusuz.
Belediye’ye dönen Babacım Başkan, teknik ekibi ile
değerlendirme yapar. Yapılan değerlendirme sonucu, Altınyol’da bir yüzme havuzu
yapılmasına karar verilir.
Harıl harıl çalışılır; projeler hazırlanır ve hazırlanan
projeler, Meclis kararı ile birlikte Büyükşehir Belediyesi’ne gönderilir. Bu
arada Nevzat Çobanoğlu, Özfatura’dan ayrıca sözlü olarak da onay alır.
Çobanoğlu mutludur, keyiflidir. Bu havuz, dönemi
içinde yapacağı en büyük hizmetlerden biridir. İz bıra-kacaktır geçmişe.
Gelecekte de bizim bunları yazmamız için...
Geleceğin güvencesi çocuklar mutlu olacaktır.
Havuzun inşasına başlanır ve bu çalışma çok kısa
sürede bitirilir. Ancak bu arada, Büyükşehir ile ilişkiler yavaş yavaş
bozulmaya başlar. Karşıyaka’ nın çeşitli konular-daki talepleri yerine gelmez,
ertelenir ve artık dikkate bile alınmaz.
Bir fuar dönemidir. İzmir’e, fuara, yıldızlar yağmaktadır.
Bu yıldızlardan biri transparan kıyafeti ile külotsuz sahneye çıkan, günümüzün
Leydi’si Güngör Bayrak’tır.
Güngör Bayrak’ın bu kıyafeti basına yansıdığında,
İzmir’in namus bekçisi olduğunu ifade eden Burhan Özfatura, hemen harekete
geçer ve sanatçı (!) ile kavga etmeye başlar. Sahne aldığı gazinonun patronuna
baskı yapar. Güngör Bayrak bu kıyafetle, bırakın şarkı söyle-meyi, sahneye bile
çıkmamalıydı. Eğer bu böyle devam ederse, halkın ar duyguları rencide olacak;
İzmir’in namusu bozulacaktı...
Burhan Özfatura, bu konudaki tavrını ve kavgalarını
sürdürürken, Bayraklı’daki yüzme havuzunun yapımı hemen hemen bitmişti. Ancak
her nedense İZSU, havuza bir türlü su bağlamıyordu. Yapılan görüşmeler sonuç
vermiyordu. Çobanoğlu bu durumdan son derece rahat-sızdı.
Sonuçta bir karar alındı. İZSU suyu bağlamazsa,
kuyu açılacak ve havuz; kuyudan sağlanan su ile doldurula-caktı. Ancak yine de
bu hamleyi yapmadan önce Çobanoğlu’dan bir açıklama gelir. Açıklamanın özeti
şudur:
...Bu kadar emek vererek gerçekleştirdiğim bu havuza eğer su bağlanmazsa,
kuyu açacağım, havuzu dolduracağım ve Güngör Bayrak ile birlikte havuza girip
yüzeceğim...
Bu ifadeler ertesi gün basında yer alınca, Özfatura
küplere biner. Zaten kavgalı olduğu Güngör Bayrak’ın adını duyunca da çılgına
döner. Ancak, inat etmeye devam eder.
Çobanoğlu’nun basında yer alan bu sözleri, yıldırım
hızı ile Ankara’ya, Başbakan Turgut Özal’a fakslanır. Özal, tüm haberleri teker
teker okur ve Burhan Özfatura ile Nevzat Çobanoğlu’yu acilen Ankara’ya çağırır.
Odada, üç kişi vardır. Çok sinirlidir Özal...
Elindeki gazeteleri göstererek tek bir soru sorar:
—Nedir bu?
İki Başkan, birbirine bakar. Çobanoğlu, Özal’ı
ayrıntılı bir şekilde bilgilendirir. Yazılı ve sözlü onay aldığı halde
Özfatura’nın inatla suyu bağlamadığını belirtir ve böyle bir açıklamayı, çok
sinirlendiği için yaptığını ifade eder.
Özal’ın tavrı çok net ve kesindir:
—Lütfen bunlarla ülke gündemini meşgul etmeyin. Ayıp şeyler bunlar. Ne
alakası var suyun, havuzun Güngör Bayrak ile? Çözün bu sorunu aranızda. Sorun
istemiyorum. Bırakın kavga etmeyi artık. Ülke sizden hizmet bekliyor...
Her iki Başkan İzmir’e döner ve çok kısa sürede
Bayraklı yüzme havuzunun suyu, Güngör Bayrak sayesinde bağlanır.
Sonuçta, Çobanoğlu ve Bayraklı’da yaşayan çocuklar
galip gelmişlerdir.
Bu olay, elbette Özfatura’yı çok sinirlendirmişti.
Bundan böyle Karşıyaka’ya daha çok dikkat etmesi gerekiyordu.
Birçok uygulamalarıyla da etti zaten…
***
Altınyol’un kenarındaki alana Çobanoğlu,
ağaçlandırma çalışması başlattı. Gerçekten de çok geniş bir alandı ve çöl gibi
duruyordu. Değişik türde ağaçlar ve özellikle zakkum dikildi.
Bu çalışmalar başladığında bir açıklama yaptı
Babacım:
...Burası çöl gibi duruyor. Burayı yemyeşil yapacağım. Hatta orman yapacağım...
İnsanlarımız burada rahatlıkla gezecek, oturacak, piknik yapacak...
Dikilen yüzlerce fidan, sürekli sulanıyordu. Çobanoğlu
da hemen hemen her gün gidip, fidanları kontrol ediyor-du. Çok önemsiyordu
burasını. Ancak Büyükşehir’den, bu önemin karşılığını göremiyordu. Hatta bu
çalışma da sorun yaratmıştı, yine.
Günlerden bir gün, fidanları kontrol için alana
giden Çobanoğlu, hiç beklemediği bir levha ile karşılaştı. Canı çok sıkılmıştı;
ama yapacak bir şey yoktu. Levha konul-muştu bile. Levhada ise, daha filiz
halinde olan fidanlar kastedilerek şöyle denilmişti:
DİKKAT! BU ORMANDA AVLANMAK YASAKTIR
Bu levhanın kim veya kimler tarafından konulduğu
tespit edilemedi; ama tüm işaretler Büyükşehir Belediyesi’ni, yani Özfatura’yı
gösteriyordu. Ne de olsa, bu çalışmanın da yapılmasına karşıydı...
***
O dönemlerde Çobanoğlu’nun en takdir edilen yanı,
çok düşük maaş almasıydı.
Birçok ilçe belediye başkanından çok daha az maaş
alan Başkan (50 bin TL) bunu şöyle savunuyordu:
Ben emekli askerim. Benim zaten oldukça iyi maaşım var. Daha fazlasına
şu anda ihtiyacım yok...
Ancak, ekonomik koşullar her geçen gün biraz daha
ağırlaşıyordu. Buna rağmen bu durum devam ediyordu.
Bir davette; dönemin İzmir Valisi, günümüzde,
Meclis Başkanlığı seçimlerinde başkanlığa aday gösterileceğine kesin gözüyle
bakılmasına rağmen gösterilmeyen AKP’li Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül’ün eşi ile, Başkan’ın eşi bir araya gelir. Başkan’ın eşinin
üzerinde çok zarif bir kıyafet vardır. Bu kıyafet, Vali’nin eşinin dikkatini
çeker:
—Nereden aldınız bu kıyafeti? Çok hoş.
—Almadım efendim. Kendim diktim,
Bu diyalog kısa sürer; ama evde Vali’ye anlatılır.
Bir toplantıda bir araya gelen Vali ve Burhan
Özfatura arasında ilginç bir görüşme olur. Vali, Çobanoğlu’nun maaşını sorar.
Aldığı yanıt karşısında şaşırır. Hemen, Başkan’ın maaşının artırılmasını ister.
***
Doğrucudur Çobanoğlu.
Kendisine ters gelen her şeyi anında söyler.
Atatürk ilkelerini sonuna kadar savunur. Her fırsatta da bunu anlatır. Zaten
bu, ANAP’tan ayrılmasının altında yatan nedenlerden biri olarak gösterdiği,
ANAP’ ın içinde tarikatçılar bulunduğunu söylemesinden de bellidir.
Yüzünü DYP’ye döner ve yapılan ilk seçimlerde DYP
İzmir Milletvekili seçilir. Ancak, DYP grubunda da sakin durmaz. Bir grup
toplantısında, Süleyman Demirel’i yerden yere vurur. DYP’li
bakanların belli olmasından sonra söz alır ve şöyle der:
—Efendim bu nasıl iştir? Pavyon patronunu, şeriatçıları bakan yaptınız.
Bu DYP’ye yakışır mı? Lütfen iyi düşünün.
Demirel çok sinirlenir ve çok kısa konuşur:
—Lütfen beni zor durumda bırakmayın. Parti içi dengeler bunlar. Lütfen
karışmayınız...
Çobanoğlu günümüzde, siyasetten elini ayağını
çekmiş-tir.
KENDİ PARTİLİSİNİ KARMAKAMA
ŞİKAYET EDEN İLÇE BAŞKANI
12 Eylül sonrası oluşturulmak istenen demokratik ortamın,
seçimlerle gerçekleşeceği bilinen bir gerçekti. Hem genel ve hem de yerel
seçimler mutlaka yapılma-lıydı.
Yapıldı da.
ANAP, ezici bir çoğunluk sağlayarak tek başına iktidar oldu 1983’te.
Ülke hızla değişmeye başlıyordu. Bir tek yabancı
sigara-nın cepte bulundurulmasının, 1
Dolar’ın bile kullanımı-nın yasak olduğu dönemler geride kalıyordu.
İnsanlar, hiç
emek harcamadan köşeyi dönme yarışına girmişti.
Özal, iktidar olmasından ve 1984 yerel seçimlerinde
ya-kaladığı fırtınadan, 1989 yılında da yararlanmak isti-yordu. Ama ne yazık
ki, tüm Türkiye’de olduğu gibi İzmir’de de beklediği sonucu elde edemedi.
Adeta hezimete uğradı.
Hiç unutulmaz, Türkiye’nin tüm il, ilçe ve beldelerinde
büyük büyük afişler asılmıştı. Şöyle yazıyordu afişlerde:
Eli kolu bağlı belediye istemiyorsanız...
Yani diyordu ki iktidardaki ANAP:
Ey vatandaş, eğer başka partiye oy verirsen, onlara destek vermeyiz. Yardım
yapmayız. Ellerini kollarını bağlarız. Hiçbiri size hizmet veremez. Sen, sen ol
ve akıllı ol, yine iktidardaki partiye oy ver. Yani ANAP’a…
Alınan karar gereği yerel seçimler 26 Mart 1989
tarihinde yapılacaktı. Tüm partiler hazırlıklarına başlamıştı.
SHP de bunlardan biriydi.
Demokrasiyi, insan haklarını, özgürlükleri savunan,
12 Eylül döneminde kapatılan CHP kökenli bir partinin; ANAP gibi, adaylarını
atama yöntemiyle çıkarmaması gerekirdi.
Yani ön seçim yapılmalıydı.
Başkan adayları, tek tek, mahalle mahalle gezecek;
delege ağalarına gidecek; pazarlıklar yapacak ve ön seçime girecekti. Bu; çok
demokratik bir yarış gibi görünse de çok zor, yorucu, külfetli, sinir bozucu ve
hatta bıktırıcı bir yöntemdi. Fakat ne üzücüdür ki 2000’li yılların
Türkiyesi’nde bu yöntem, hâlâ geçerlidir. Yani değişen hiçbir şey yoktur.
Siyasete girmek isteyen birçok insanı dışlayan bu yöntemle Türkiye, yine
seçimlere girdi ve girecek...
Tek parti yönetiminin getirdiği avantajlar kadar
dezavantajlarının da bulunduğu, bir gerçektir. Günü-müzde tek başına iktidar
olan AKP’nin, yaşamakta olduğu sorunlar buna örnek gösterilebilir.
Özal, gerçekleştirdiği uygulamalarla yavaş yavaş
yıpra-nıyordu. Artık ülkede ANAP değil, SHP ve siyasi tarihi-mizin en düzgün
adamı olan Erdal İnönü rüzgârı esiyor-du.
Kritik şehirlerde merkez yoklaması yapılırken,
İzmir’de ön seçim yapılacaktı. Yapıldı da.
Bu ön seçimlerin en önemlisi, Büyükşehir’in de
oylarını etkileyen Karşıyaka seçimleriydi. Aday olabilmek için, birçok isim
ortaya çıkmıştı. Cevdet Tümtürk, Cevat
Durak, Abdullah Kuş, Mustafa Sezen ve Cihan
Türsen yarışın önemli isimleriydi.
Kahve toplantıları, sohbet geceleri, vaatler, broşürler
derken ön seçim yapıldı ve adaylardan Cevat Durak, üç oy ile ön seçimi
kaybetti. Evet, sadece üç oy ile…
Zafer, Cihan Türsen ’in idi.
Yerel seçimlere girildi ve SHP, belediyeleri tamamen
kazandı.
Yüksel Çakmur Büyükşehir, Ahmet Sarışın Konak, Cihan Türsen Karşıyaka, Ali
Sözer Bornova ve Ertan Erdek Buca Belediye Başkanlığı koltuklarına oturdular.
Her biri, kuşkusuz seçimlerde söz verdikleri
projeleri teker teker hayata geçirmeye başlıyorlardı. Tüm başkan-lar gül gibi
geçiniyor; sürekli toplanıyor ve ortak karar-lar alıyordu.
***
Günler, haftalar, aylar süratle ilerliyordu. Günlerden
bir gün sekreterim, Kaymakam Abdülvahap
Yıldırım’ın aradığını söyleyerek
uyarır beni.
Çok şaşkın olduğu ses tonundan anlaşılan Kaymakam,
biraz duraksadıktan sonra kendini toparlayıp şöyle dedi:
—Yahu sizler ne biçim partilisiniz anlayamadım. Niye böyle birbirinizi
yiyorsunuz ki? Oturup konuşsanız, sorunları halletseniz olmuyor mu?
Şaşkınlık sırası bana gelmişti. Gülerek sordum:
—Ne oldu Sayın Kaymakamım? Hem ben partili değilim. Bürokratım. Hayırdır?
—Daha ne olsun be güzel kardeşim! Daha ne olsun? Önümde bir dilekçe var.
Ben de şaşırdım ne yapacağımı. Ben en iyisi bunu size göndereyim de siz kendi
aranızda çözün problemi…
Çok kısa bir süre sonra, ilgili dilekçe geldi. Gözlerim
fal taşı gibi açıldı. SHP amblemli yarım dosya kağıdına ya-zılı bir metinde SHP
Karşıyaka İlçe Başkanı; Belediye Başkanı’nı, çeşitli konularda Kaymakam’a
şikayet edi-yordu.
Hem de insafsızca…
Gerçeklerle hiçbir ilişkisi olmayan konularda…
Şikayet eden bu kişi; sürekli seçimlere girip,
sürekli kaybeden, bugünlerde yavaş yavaş yerel seçimlere hazırlanan Cevat
Durak’tan başkası değildi.
Hep merak edilmiştir bu tavrının nedeni. Somut
anlamda bulunamasa bile, ön seçimdeki “üç
oy” un acısı olarak yorumlanmıştır…
Bu olay; sorunu olan bir partilinin, sorununu yine
kendi partilisi ile konuşarak, uzlaşarak çözmek yerine, parti dışından biri ile
ve hem de bir resmi kurum ile çözmeye çalışması açısından ilginç bir örnektir.
Oysa yöntem, çok daha farklı olmalıydı…
Değil mi?
KARŞIYAKA NERESİ,
SOMALİ NERESİ…
YIL 1992...
Somali’de isyanlar başlamış; hükümet isyancılarla,
iç savaşla bir türlü baş edemiyor...
Amerika, bu iç savaşı durdurmak için görüşmeler
yapı-yor; ama bir türlü sonuca ulaşamıyor...
Devreye Birleşmiş
Milletler girdi. Alınan karar gereği, Birleşmiş Milletler’e üye hemen hemen
tüm ülkelerden Somali’ye Barış Gücü gönderilecekti. Yani askerlerin görevi ve
sorumluluğu çok ağırdı.
Karar Ankara’ya ulaşır. Genelkurmay Başkanlığı
gerekli hazırlıkları yapar. Somali’ye gidecek olan Türk Barış Gücü Komutanlığı’na, Buca’da bir meydana adı
verilen, günümüzün emekli paşası Orgeneral Çevik
Bir atanır.
Türk ordusunun hazırlıkları, kısa sürede tamamlanır.
Gölcük’te demirli Derya Gemisi, Somali’ye karacı askerler götürecektir. Tüm
hazırlıklar tamamlanır ve Mersin’e doğru yola çıkılır. Mersin’de, Somali’ye
gidecek olan diğer çıkarma gemileri ile buluşulur.
Yaklaşık dört yüz kişilik Barış Gücü askerleri, Derya Gemisi öncülüğünde on yedi gün
sürecek olan Somali yolculuğuna demir alır.
Türk askerlerinin Somali’ye gidişi, Türkiye’de
heyecan yaratır. Anneler, babalar, kardeşler, amcalar, teyzeler, nişanlılar,
eşler kuşkusuz çok tedirgindir.
Nasıl tedirgin olunmasın ki?
Tüm askerler, gidiş/dönüş dahil yaklaşık 2,5 ay
sürecek olan bu görev sırasında, aileleri ile doğru düzgün haber-leşemeyecekti.
Özlem giderilemeyecek; sohbetler yapıla-mayacak; yaklaşan yılbaşı, aile ile birlikte
geçirilemeye-cekti.
Herkesin yüreği yanıktı. Koca bir yumruk düğümlen-mişti
boğazlara. Yutkunurken bile zorlanıyordu insan. Kolay değildi elbet; var olan
özleme, şimdi de uzak diyarlarda yaşanacak ve yaşatılacak olan özlem eklen-mişti...
Ama, bu da bir vatan göreviydi. İçte ve dışta, ülke
bütünlüğünü ve rejimi korumak görevinin dünyada yalnızca Türk ordusunda
bulunduğunun bilincindeki Mehmetçikler, bu göreve de gideceklerdi.
Gittiler de...
Sadece ve sadece çöp toplamakla, park yapmakla,
çiçek dikmekle, lağım temizlemekle sınırlı kalmaması gereken belediyecilik
hizmetlerine, bir şeyler daha eklenmeliydi. Bunlardan en güzeli ise, kurum ile
insanlar arasındaki iletişimin kesilmemesi ve bununla ilgili projelerin üreti-lip,
uygulanmasıydı.
Yani, “Halkla
İlişkiler”...
İşte Karşıyaka Belediyesi ,
tüm Türkiye’ye örnek olabi-lecek bir çalışma başlattı. “Somali neresi kardeşim? Bana
ne…” demeden kolları sıvadı.
Gerçekten de çok önemli ve nitelikli bir halkla
ilişkiler çalışması gerçekleştirdik.
Soğuk bir kış akşamıydı. Daha bir yaşına yeni
basmış olan kızım, çok huzursuz bir akşam geçiriyordu. Bir yan-dan onunla
uğraşırken, bir yandan da TV’de, Somali’ye giden askerlerimizle ilgili bir
haber dinliyordum. Haber bittikten sonra, düşündüm ve kendi kendime sordum: …Acaba, bu askerlerin içinde, İzmir’den veya
bölgeden giden çocuklar var mı? Yanıtımı yine kendim verdim: MUTLAKA VARDIR...
Varsa; ben, biz neler yapabilirdik? Aileleri, onlarla nasıl
görüştürebilirdik? Öyle ya, onlar Türkiye’de değil, denizaşırı bir ülkedeydi.
Bu düşünce ve ruh hali içinde otururken, telefon
çaldı. Geç bir saat olduğu için, tedirginlikle telefonu açtım. Karşımdakinin
ses tonu, çok heyecanlı ve neşeliydi. İYİ
AKŞAMLAR ABİ. NASILSIN? sorusuna verdiğim yanıt, biraz tutuktu: İYİYİM SAĞOL DA SEN KİMSİN?
Arayan kişi, eşimin kuzeni Ahmet Uçar’dı.
Kim bu, Ahmet Uçar? İzmir’de, çektiği fotoğraflarla
ses getiren, yaşamının büyük bir bölümünü bu mesleğe adayan, mesleki etike sıkı
sıkı bağlı gazeteci Abdi Uçar’ın büyük oğlu...
Şöyle devam etti:
—Abi seni nereden arıyorum biliyor musun?
—Nereden?
—Abi! Somali’den... Somali’den!
—Nasıl yani? Ne işin var orada senin?
—Abi, bizi buraya getirdiler. Burada savaş falan var. Ben de gemideyim.
—Peki beni araman yasak değil mi?
—Yok abi, bunu sağlıyorlar.
—Peki ben seni aramak istesem arayabilir miyim?
—Tabi abi. İstediğin zaman... Ancak aradığında, ismimi yazdıracaksın,
birkaç dakika sonra tekrar aradığında beni karşında bulacaksın. Çünkü anons
yapılıyor.
—Peki bu telefon numarasını vermen yasak mı?
—Yok be abi… Niye yasak olsun? Komutan izin verdi bile. Ben de herke-si aradım,
bir de seni arayayım dedim.
—Peki, ver bakalım şu numarayı bana.
—Yaz abi, dedi ve yaklaşık 15 rakamlı bir telefon numarası
verdi.
Biraz daha sohbet ettikten sonra, kafamda şimşekler
çaktı.
İşte buydu aradığım...
Hiç ummadığım bir anda gelen bu telefon, asker
ailele-rine bir olanak yaratacaktı.
Bu heyecanla hemen, ertesi gün erken saatlerde
Ankara’ya gidecek olan Başkan’ı aradım. Durumu anlattım ve bununla ilgili
olarak hazırlayacağım basın bülteni için birkaç söz söylemesini istedim.
Söylediklerini not ettikten sonra, bir uyarı ile karşılaş-tım:
—Çok dikkat et. Genelkurmay’dan mutlaka izin al. İzin almadan bunu yapma.
Sonra başımız belaya girer. Alamazsan veya görüşemezsen, bu projeyi de sakın
başlatma. Söz mü?
Ben öylesine söz verdim; ama yakaladığım bu önemli
fırsatı da kaçırmamak için zamanla yarışmam gerekti-ğine inanıyordum. Her sabah
olduğu gibi, o sabah da erkenden kalkıp büroma gittim. Basın bültenini hazırla-yarak
gazete ve ajans merkezlerine geçtim.
Gazeteci dostlarımın yaklaşımı çok olumluydu.
Haber, TRT’de ve o dönemde tek özel
televizyon olan STAR’da çok yoğun
bir şekilde, görüntülü olarak yayınlandı.
Öğlen, TRT radyosu 13.00 Ana Haber Bülteni’nde, bu
haber detaylı bir şekilde yayınlanmıştı. Ankara’da bulu-nan Başkan; meclis
koridorlarında karşılaştığı, bu haberi radyodan duymuş olan eski senatörler ve
milletvekilleri tarafından tebrik ediliyor; Başkan ise şaşırıp kalıyordu. Öyle
ya, bu kadar kısa sürede bu iş nasıl sonuçlandırıla-bilirdi?
Bu şaşkınlığın etkisiyle telefona sarılıp beni
aradığında Genelkurmay’dan izin alıp almadığımı sordu. Almadığımı, bunu gerekli
görmediğimi söyleyince, bir hayli sinirlendi ve İzmir’e geldiğinde bu konuyu
detaylı konuşacağını söyledi.
Müthiş bir keyif içindeydim. Basına geçtiğim
bültende yer alan, “...kurulan özel bir
teknikle aileler Somali’deki askerlerle görüştürülüyor...” ifadesi,
Genelkurmay’ın dikkatini çekmişti.
Akşam saatlerinde telefonum çaldı. Karşımda, Başkan
Vekili Nejdet İleri vardı. Şöyle
diyordu:
—Az önce Genelkurmay Başkanlığı’ndan Doğu adında bir komutan aradı.
Senin bu çalışmanla ilgili olarak benden teknik bilgi istedi. Ben de
bilmediğimi ve senin arayacağını söyledim. 417 .. .. nolu telefonu ara bakalım,
ne olacak. Galiba başın dertte.
Doğrusunu söylemek gerekirse, ben de çok tedirgin
olmuştum. Ama korkmuyordum. Çünkü yaptığım iş, kötü bir şey değildi. Devletin
sırrını açıklamıyordum. Aradım numarayı. Karşıma tok sesli biri çıktı ve “Buyrun, ben Doğu” dedi. Kendimi
tanıttım. İşte o zaman, hayatımın en mutlu anlarından birini yaşadım. Şöyle
diyordu komutan:
—Efendim, sizi kutluyorum. Genelkurmay Başkanımız Sayın Doğan Güreş’ in
(Daha sonra siyasete atıldı ve DYP Kilis Milletvekili oldu. Çiller hayranıydı.
Atatürk’ün yüzünün diğer yarısına Çiller’in resmini yaptırarak hayranlığını dile
getirmişti. Çiller TAK diye emrediyor; kendisi ise ŞAK diye yerine getiriyordu
emirleri...) saygı ve sevgilerini sunuyorum size. Kendileri haberlerde dinlemişler.
Böyle bir şeyi bizler de Ankara’da yapmak istiyoruz; ancak kurduğunuz özel
teknikten bir şey anlayamadık. Bize bu tekniği söyler misiniz bir sakıncası
yoksa?
Çok gururlanmıştım. Ses tonundaki sıcaklıktan ve
sami-miyetinden, yapacağım esprinin hoş karşılanacağını anlamıştım:
—Rica ederim efendim. Ben teşekkür ederim size. Ayrıca Sayın Genelkurmay
Başkanıma ben de saygılarımı iletiyorum. Anladığım kadarıyla, sizler de galiba
oradakilerle görüşemi-yorsunuz. İsterseniz, sizi de görüştüreyim mi?
Uzun süren gülüşmelerden sonra, hiçbir özel teknik
donanım kurmadığımı, sadece, o dönemlerde piyasada satılan ve INFODIALER denilen, kaydedilen telefon
numarasını kendi kendine çevirme özelliğine sahip, cebe sığacak kadar küçük bir
alet sayesinde bunu yaptığımı anlattığımda, doğrusu kendisinin yüzünü görmeyi
çok istemiştim. Çünkü bunları anlattığımda, telefonda hiçbir tepki yoktu. Daha
sonra, peş peşe sorduğu sorular şöyleydi:
—Yani; uydu muydu, anten, çanak manak gibi bir şey yok mu?
—Hayır efendim böyle bir şey yok.
—Peki nasıl olur?
—Efendim Derya Gemisi’nin telefon numarasını biliyor musunuz?
—Evet biliyorum.
—İşte biz de bu numarayı, elle tuşlamıyor; sadece bu alet ile aramış oluyoruz.
Yani ha elle, ha bu aletle aramışsınız, hiçbir farkı yok. Bu alet, benim özel
malım. Numarayı buraya kaydettim, sürekli tuşlayıp yorulmamak için. Hepsi bu.
Bir kez daha gülüştük ve biraz sohbet ettikten
sonra telefonu kapattık.
Ertesi gün, radyo ve TV’lerde bir haber yayınlandı:
...Sayın seyirciler, Genelkurmay Başkanlığı, Somali’ye giden askerler
ile görüşmek isteyen aileler için Ankara’da bir birim oluşturdu. Askerlerle görüşmek
isteyen ailelerin Genelkurmay’a başvurmaları...
Bu, çok hoş bir çalışmaydı. Telefonlarım sürekli
çalıyor; Somali’deki bu numara isteniyordu. Israrla arayanlar arasında; Konak
Başkanı Ahmet Sarışın, Foça Başkanı Nihat Dirim, Aliağa Başkanı, günümüz
CHP milletve-kili Hakkı Ülkü ve Bornova
Başkanı Ali Sözer ilk sıradaydı.
Hepsini anlıyordum; ancak aynı çalışmanın başka bir yerde yapılmasını benim
sağlamam mümkün değildi:
—Sayın Başkanım veremem. Genelkurmay’a sözüm var. Eğer bu numarayı size
verirsem, başım belaya girer. Lütfen ısrar etmeyin. Eğer ihtiyacı olan varsa
bana gönderin, ben buradan yardımcı olurum.
Gerçekten de öyle oldu. Yüzlerce aile bu sayede
çocuk-ları ile görüştü. Nişanlılar, anneler, babalar, çocuklar... Sevinç ve
hüzün gözyaşları arasında onların sesini duyduklarında ben, kendi adıma da çok
mutlu oluyor-dum. Çünkü bu çok insani, çok duyarlı bir yaklaşımın ve insanlığa
yapılan yatırımın somut bir örneğiydi.
Ve en önemlisi:
Yüreklerin buluşmasıydı.
MEMURLARIN PASO HAKKINI
KİMLER ENGELLEDİ?
DALTONLAR, RED KİT’E KARŞI
HEMEN hemen tüm kentlerde olduğu gibi, İzmir’de de
belediye çalışanları, belediyeye ait kent içi ulaşım araçla-rından ücretsiz yararlanır. Otobüs, vapur, metro gibi.
Bunun birçok örneği, diğer kamu kurumlarında da
görü-lürdü. Örneğin, TCDD
çalışanları, düşük ücretle seyahat ederlerdi. PTT çalışanlarına bir dönem, bedelsiz hat bağ-lanır ve
görüşmelerine çok az ücret fatura edilirdi. TCDD’deki uygulamanın kalktığı
biliniyor; ama diğer kurumların çalışanlarına ne gibi olanaklar sağlandığı sır
gibidir. Örneğin Tekel çalışanları, rakı veya sigarayı nasıl alır; kurum nasıl
bir olanak sağlar veya sağlamaz; hâlâ bilinmez.
TEKEL ile ilgili olarak bildiğimiz tek şey, içinde
Tekel ürünlerinin bulunduğu hediye paketlerinin, artık milletvekillerine
gönderilmediği…
Belediyelerde görev yapanların bütçelerine en büyük
katkı, yıllardır kendilerine sağlanan ücretsiz seyahat hakkıdır. Aylık olarak
hesap edildiğinde, gerçekten ciddi bir tasarruf sağlamaktadır çalışanlara.
İşte bu hak, 1992 yılında ellerinden alınmak
istendi. Hem de SHP’li Büyükşehir Belediye Başkanı ve bazı meclis üyeleri
tarafından. Onlara göre, ESHOT zarar ediyordu.
Ve hatta savunu şöyleydi: PARASINI VEREN BİNSİN...
Bu konu 5 Mart 1992 tarihinde yapılan Büyükşehir
Belediyesi Meclis Toplantısı’nda gündeme gelir. Bu arada, SHP’nin grup kararı
vardır. SHP İl Başkanı Turan Karakaş, büyük bir kararlılık göstererek bu konu
üzerine gider ve şöyle der:
…Ortada bağlayıcı karar var. Meclis kararı alınarak memura bedava seyahat
hakkı tanınacak...
Fakat, Karakaş’ın bu açıklamasına rağmen mecliste
birçok üye, kararsız kalır. Hatta bununla da yetinmeyip karşı oy kullanır.
Çoğunun ticaretle uğraştığı meclis üyeleri;
kendilerine hizmet etmekte hiçbir kusur göstermeyen memurların, bürokratların
elinden, böyle bir hakkın alınması için ellerinden geleni yaparlar.
Fakat ne ilginçtir her toplantıda belirli bir ücret
alan meclis üyeleri; otobüslerden, ulaşım araçlarından ÜCRETSİZ yararlanmaktadırlar. Böyle bir uygulamayı, memurlara ve
işçilere çok görmektedirler.
Anılan gün yapılan meclis toplantısında karar
alınamaz; ama bu karara karşı çıkanlar tarihi belgelere adını yaz-dırmaktan
kurtulamazlar. İşte memurlara ücretsiz paso verilmesine karşı olan SHP Meclis
üyeleri:
Yılmaz Çapın, Bülent Göktay, Mustafa Sivri, Adnan Taşar, Nimet Haytabay,
Ertan Avkıran (Halen Güzelbahçe Belediye Başkanı), Ali Güzel, Güven Yalçın,
Hasan Özdemir, Bektaş Gül, Hüseyin Can ve Yüksel Çakmur.
Peki memurlara paso verilmesi uygulamasına devam
edilmesini isteyenler kimlerdi acaba?
Mehmet Candan, Bedirhan Altun, Ali Rıza Bodur (Şimdi CHP Milletvekili),
Ersoy Dinç, Kemal Balkanlı, Hüsamettin Algül, Celal Balıkçı, SHP İl Başkanı
Turan Karakaş; Konak, Karşıyaka, Bornova ve Buca Belediye Başkanları...
Gazeteci Hamdi Türkmen, bu konuda özetle şunları
yazdı, 7 Mart 1992 tarihli yazısında:
…Büyükşehir’de bir grup belediye meclis üyesi, Başkan Çakmur ile
birlikte işçi ve memura paso verilmesine karşı çıkıyor. İşçiye pasosu sözleşme
gereği zorunlu veriliyor. Yapılmak istenen memurların belediye otobüslerindeki
serbest seyahat hakkını kısıtlamak. Savunmaları ise şöyle: Parayı veren
binsin...
Bu SHP’li meclis üyelerine hatırlatırım: Beyler siz belediye meclis üyeliğine
ticaret yapmak, zenginleşmek için mi aday oldunuz, yoksa hizmet etmek için mi?
Lütfen önce buna karar verin. Çünkü memura paso verilmesine karşı çıkan meclis
üyelerinin büyük bir çoğunluğu belediye şirketlerinde görevli, yönetim kurulu
üyeliği yaparak ayda açıktan 4-7 milyon lira kazanıyorlar.
Size hizmet etmek, binbir türlü angaryanıza yetişmek için çalışan memura
bir pasoyu çok gören SHP’li meclis üyeleri, delikanlıysanız, önce siz
cebinizdeki pasoları geri verip de belediye otobüslerine para ödeyerek
binsenize...
Zor değil mi? Öyleyse memura paso hakkını hemen verin.
Umutlandığım tek konu, bu kez SHP İl Başkanı Turan Karakaş’ın kararlılığı.
Çünkü SHP İl Başkanı, “grup kararı var, meclis kararı alınarak memura bedava
seyahat etme hakkı tanınacak” diye diretiyor...
Memurlardan alınmak istenen bu paso hakkı, birçok
eylemi peşi sıra getirmişti. Hatta öyle ki, bir çok memur görevinden alındı,
birçok memurun görev yeri değiş-tirildi. Memur kesiminde büyük huzursuzluklar
yaşan-dı. Bu konuda 27 Şubat 1992 tarihli Hürriyet Gazetesi’ne yansıyan haber
şöyleydi:
…Pasoların kaldırılmasını protesto için Anakent Belediyesi’ne giden
memurlardan beşi açığa alındı. İlçe belediyeleri ise Anakent Belediyesi tarafından
video ve fotoğraf verilmesine karşın, memurlar hakkında soruşturma açtırmadı.
Geçtiğimiz Salı günü pasoların iptalini protesto için eylem yapan memurlar
hakkında Anakent Belediyesi ve ESHOT soruşturma açtı ve Tüm-Bel-Sen 1 nolu Şube
Başkanı Faysal Özçift, ESHOT Temsilcisi Mehmet Düşünceli, Yönetim Kurulu Üyesi
Hüseyin Obuz, Anakent Temsilcisi Serpil Okumuş, ESHOT Temsilcisi Salah Aksu’nun
açığa alınmasına karar verildi.
Çalıştıkları birimlerde açığa alınan memurlara görev verilmemesinin yanı
sıra, haklarındaki idari soruşturma tamamlanıncaya kadar maaşlarının üçte
ikisinin ödeneceği bildirildi. Belediye memurlarının üye olduğu Tüm-Bel-Sen
Sendikası yöneticileri, bir bildiri ile Yüksel Çakmur’u kınadı. Sendika
üyelerinin bugüne kadar tutuklanıp gözaltına alın-dığını ancak işveren
tarafından ilk kez açığa alma olayının yaşandığını belirten sendikacılar şu
görüşlere yer verdiler:
Sendika başkanımız Vijdan Baykara tam on defa Başkan Çakmur’dan görüşme
talebinde bulundu. Mahkemelerin ve hükümetin tanıma durumunda kaldığı
sendikamızı, Sayın Çakmur tanımamakta ısrar ediyor. Sendikamız tanınma gibi bir
problemi çoktan aşmıştır.
Siyasi partiler, hükümet, mahkemeler, belediye başkanları varlığımızı
çoktan tanımış, hatta Karşıyaka Belediye Başkanı Cihan Türsen iyi niyet
sözleşmesini yaparak bunu onay-lamıştır. Açığa alınan arkadaşlarımıza işbaşı
yaptırılmasını, soruşturmaların durdurulmasını, pasolarımızın ESHOT ve İZULAŞ
otobüslerinde geçerli olmasını, belediye başkanları arasında kavganın sona
ermesini ve sendikanın üzerindeki baskıların kaldırılmasını istiyoruz...
Haberde de belirtildiği gibi, Türkiye’de ilk kez
bir belediye memurlarla masaya oturmuş ve onlarla iyi niyet sözleşmesi
imzalamıştı. Buradaki amaç, kuşkusuz iyi niyet ve hoşgörüydü.
İşte 31 Ocak 1992 tarihinde Cumhuriyet ve Türkiye
gazeteleri başta olmak üzere tüm gazetelere yansıyan haberlerden alıntılar:
- MEMURA
İYİ NİYET SÖZLEŞMESİ
...Karşıyaka
Belediyesi ile Tüm-Bel-Sen arasında yapılan sözleşmeye göre memurlar,
meslekleri ve pozisyonları dışında başka bir iş ve işyerinde
görevlendirilmeyecekler, işyeri deği-şiklikleri gerekçeli olarak bildirilecek.
İşyeri değişikliği yapılmak isteniyorsa konu sendika ile görüşülerek karara
bağlanacak. İyi niyet sözleşmesi kapsamındaki memurların çocuklarının barınıp
yetiştirilmeleri için işveren tarafından müsait görülen yerde kreş kurulacak,
sendika üyesi me-murların lise ve üniversitede okuyan çocuklarına da belediye
encümenince karşılıksız burs bağlanacak...
- Türkiye’nin
ilk Memur sözleşmesi İzmir’de imzalandı
Tüm-Bel-Sen Sendikası Başkanı Vicdan Baykara yaptığı açıklamada, “Memur
dostu kesilenleri toplu sözleşme masasına çağırıyoruz.” dedi.
Bu arada, belediyenin üçüncü yılı halkı bilgilendirme
toplantıları öncesi, İzmir’in sokaklarında on binlerce bildiri dağıtıldı.
ESHOT’un, otobüs alımlarında slogan haline getirdiği, BİTMEDİ, BİTMEYECEK… sözlerinin ön plana çıkartıldığı korsan
broşürde, özetle şunlar yazılıydı:
YÜZLERCE İŞÇİYİ ATTIK. MEMURUN PASOSUNU ATTIK. SENDİKALI MEMURU AÇIĞA
ALDIK.
BİTMEDİ, BİTMEYECEK… YÜKSEL ÇAKMUR
Bu bildiriyi, ne Belediye-İş Sendikası ne de
Tüm-Bel-Sen üstlendi.
Kuşkusuz, yaşanan bu sorunlar sadece memurlar için
geçerli değildi. Çakmur döneminde 405 işçi işten atıl-mıştı. Bu işçiler için
SHP Genel Merkezi ve Genel Başkan Erdal İnönü bile devreye girmişti.
Büyükşehir Belediyesi’nden çıkarılan yüzlerce
işçiyi, ilçe belediye başkanları kadrolarına alırken, kalanları geri almamakla
direnen Çakmur’a, İnönü’ den sert bir uyarı geldi:
İŞÇİLERİ GERİ AL!
Çakmur; Genel Başkanı’nın, Genel Merkez’in tüm
uyarılarına rağmen, bu işçilerin hiçbirini geri almama tavrını sürdürdü. Bu
yaklaşımı ise basına,
ÇAKMUR’UN HUKUK KAÇAMAĞI şeklinde
yansıdı.
Çakmur’un savunusu ise çok ilginçti. 15 Şubat 1992
Cumartesi günü Star 1 TV’de Neşe Düzel
ve Ahmet Altan’ın sunduğu KIRMIZI KOLTUK programına katılan Çakmur, eylem
yapan ve Ankara’ya kadar yürüyüş gerçekleştiren işçileri KIŞKIRTICI olarak yorumluyor ve şöyle diyordu:
…İzmir halkına zarar verildi. Yasalara karşı gelindi. Bizim dönemimizde
işçilere daha çok artış yapıldı. Bunlar kışkırtıcı ve tahrikçidir. Bundan sonra
ekonominin kuralları ne ise o pa-raları kuruşu kuruşuna hesaplamak gerekecek.
İşçi azaltılması verimi artırmaktadır. İZSU’da eskiden 68 ekiple yapılan işi
şimdi 38 ekiple yapıyoruz. Bu kadrolaşmayı belediyenin kaldırması mümkün
değil...
Memurların paso eylemleri devam ederken, aynı
zamanda işçilerle karşı karşıya gelen Çakmur, ne yapacağını bilemez durumdaydı.
Tansiyon her geçen gün artıyor; eylemlerin ardı arkası kesilmiyordu. Açlık
grevleri başlatılmıştı. Bu durumdan, hükümet ve doğal olarak Genel Başkan İnönü
çok rahatsız oluyordu.
Eylemler sokaklara kadar taşarken, İzmir’deki bu
olayı incelemek üzere Ankara’dan Bakanlık müfettişleri görevlendirildi.
Müfettişlerin verdiği rapor ise, Çakmur’u HAKSIZ,
işçileri HAKLI gösteriyordu. Yeni
Asır Gazetesi’nin 22 Şubat 1992 tarihli yayınında haber şöyleydi:
Müfettişler işçiyi haklı buldu
Bakanlık müfettişleri yaptıkları incelemede 405 işçinin tazminatsız
işten çıkarılmasını “Yersiz” ve Yüksel Çakmur’u da “Haksız” buldular.
Dönemin İçişleri Bakanı İsmet Sezgin dahi devreye
giriyor; yaptığı açıklamada, işçilerin yanında yer alıyordu.
Peki o günlerde, köşe yazarı Hamdi Türkmen, bu
olaylar için ne yazmıştı; bu olayları nasıl yorumluyordu acaba? Okuyalım:
Çakmur Hukuku…
Belediye işçilerin tazminatsız iş akitlerinin feshedilmesi, memurların
pasolarının iptali ve eylem yapan memurların işten atılmaları için yapılan
baskılar... Büyükşehir’de bunların tümü “Hukuka saygı” “Hukukun üstünlüğü”
çerçevesinde yapılıyor(!)
Daha doğrusu Başkan’ın dilinde hep bu hukuk sözcüğü var. Bu sözcüğünün
ardına bazen saygı bazen de üstünlük sözcükleri ekleniyor.
Büyükşehir’de yüzlerce örneği var; ama sayın Başkanın Hukuku saygısından
(!) kısaca iki örnek vermek istiyorum:
Fevzi Akbulut, Hal Müdürü. Nasılsa Balık Hali Koordinatör-lüğü’ne
atanır. Hukuk, Hal Müdürlüğü’ne iade eder. 15 gün Hal Müdürlüğü koltuğunda
oturtulan Akbulut, yine Balık Hali’ne gönderilir.
Hasan Öztürk, Gıda Kontrol Mühendisi. Gözünün üstünde kaşı var diye Mezarlıklar
Müdürlüğü emrine verilir. Hukuk görevine iade eder. Bir gün müdürlük yapan
Öztürk, Mez-baha Müdürlüğü’ne sürülür.
İşte Çakmur, işte hukuka saygısı (!).
Çakmur’un bu ve bunun gibi birçok uygulaması, kent
içinde huzursuzluk yaratıyordu. Sendikalar, dernekler, Baro gibi mesleki ve
demokratik kitle örgütleri ile kavgalar, artık işi çığırından çıkarmıştı. Başta
İzmir Barosu olmak üzere çeşitli kuruluşlar ve meslek odaları için yaptığı karafatmalar, hamamböcekleri gibi
benzetmeleri; kent barışına, huzuruna oldukça zarar veriyordu. İlçe Belediye
Başkanı, kişi ve kuruluş Çakmur’u, “Hukuku
menfaatlerine göre uygulayan kişi olarak tarihe geçecek.” şeklinde
yorumlarken; Çakmur hemen hemen hiç açıklama yapmıyor; ama işten çıkartılan
işçiler ve görevlerinden alınan memurlar lehine açıklamalarda bulunan ilçe
belediye başkanlarına baskılarını sürdürüyordu.
Örneğin Bornova Belediye Başkanı Ali Sözer, alınan
meclis kararlarının Büyükşehir Belediyesi’nde onaylan-mamasından şikayetçi
olurken, kendilerine üvey evlat muamelesi yapıldığını açıklıyordu:
…Çakmur, üç yıldır bizi ihmal ediyor. Üç yılda tüm ilçelere 174 milyar
yatırım yapılmış. Bornova’nın payına düşen sadece 15.6 milyar lira. Düşmesi
gereken ise 27 milyar. Büyükşehir 11.4
milyar borcunu Bornova’ ya versin artık. Vermezse, bakanlıklara şikayet
edeceğim. Hatta mahkemelere gideceğim...
Sözer bu açıklama ile yetinmiyor; daha da
sertleşiyordu. İşte, o dönemlerde Milliyet Gazetesi muhabiri olan ve halen
İZFAŞ Genel Müdürlüğü’nde görev yapan Elvan
Feyzioğlu’na, 4 Mart 1992 tari-hinde
yaptığı özel açıkla-malardan bir bölüm:
…İzmir’de SHP’li belediye başkanları arasında yaşanan uyumsuzluk su
yüzüne çıktı. Bugüne kadar Yüksel Çakmur ile iletişim kurmayan Bornova Belediye
Başkanı Ali Sözer, ça-reyi mahkemelere başvurmakta buldu. Yatırımlarını Çakmur
yüzünden gerçekleştiremediğini kaydeden Sözer, “Çakmur kente karşı suç
işliyor.” dedi. Çakmur hakkında her hafta bir dava açmayı planladıklarını
söyleyen Sözer, toplam 66 dava açılacağını bildirdi…
Sözer, bununla da yetinmeyip, büyük bir cesaretle
Yüksel Çakmur’a resmi bir yazı gönderir. Gönderilen yazı ise gerçekten uyarıcı
ve serttir:
Sayın Yüksel Çakmur,
İki Başkanlık arasında iyi ve koordineli bir işbirliğinin korunmasını temin
için sabırla beklenilmiştir. Ancak belde halkına karşı sorumluluğumuz hukuk
kurallarının uygulana-bilirliğinin sağlanması ve belediyeler birlikteliğinin
sürdürülmesine olan inancımız gereği bundan böyle so-rumluluğunuza iştirak
etmeyeceğimizi belirtmek zorundayız.
Bu düşüncelerle, yazımızın başkanlığınıza ulaştığı tarihten sonra en geç
15 gün içinde onaylanmak üzere gönderilmiş olan kararların onaylanmasını ya da
belediyemiz meclisinde yeniden görüşülmek üzere iade edilmemesi halinde bütün
ilgili yetkili bakanlıklar ile kamuoyuna her bir dosya için şikayette bulunacağımız
gibi, yine her bir dosya için ayrı ayrı idari yargıya başvuracağımızı, gerek
belediyenin gerekse kararla ilgili yurttaşların bugüne kadar uğradıkları maddi
ve manevi her türlü zararlardan başta zatıalleriniz olmak üzere bu gecikmelerde
hizmet kusurunda ısrar eden diğer persone-linizin de sorumlu olacağını üzülerek
bilgilerinize ve gereğini arz ederim.
Konak Belediye Başkanı Ahmet Sarışın, mümkün olduğu
kadar orta yollu bir politika izlemesine rağmen, o da çok şikayetçiydi. Onun da
sabrı taşmıştı. Bir açıkla-masında şöyle diyordu:
…İşçi atmaya hakkı yoktu. Her şeyde sen mi haklısın? TANSAŞ’a sendikacılık
soktum diyordu, şimdi burayı sendikasızlaştırmaya çalışıyor. Yüksel Çakmur’a
günlük politikalarla davet verenler ise bir gün cezalarını bulacak-lardır...
Ahmet Sarışın bunları belirtiyordu; ama ne ilginçtir
ki Karşıyaka Çok Katlı Otopark ve Kompleksi’nin (daha sonra Piriştina döneminde
yıkılan, yerine yeraltı otoparkı yapılan ve 2003 Ocak ayı içinde CHP Milletvekili
Canan Arıtman tarafından bununla ilgili olarak, TBMM’ye önerge verilen otopark)
temel atma töreninde de şunları söylüyordu Çakmur için:
…İzmir, neden gelişmiş ülkelerin şehirlerinden farkı olsun? Ağaç kesilmeden
otopark olmaz. Sayın Büyükşehir Belediye Başkanımızın önderliğinde İzmir’e
yakışan yenilikler ya-palım...
O günlerde belediye muhabiri gibi çalışan Hamdi
Türkmen, şöyle örnek veriyordu Konak Belediyesi ve Ahmet Sarışın için:
…Kentte, Büyükşehir ile Konak Belediyesi arasında bir süredir ilginç bir
hizmet (!) yarışı sürüyor.
Bence tam bir komedi filmi...
Konak Belediye Başkanı Ahmet Sarışın, diyelim ki bir proje üretiyor;
örneğin Gazi İlkokulu, 1379 sokağa yaya yolu yapacak. Büyükşehir ortaya çıkıp,
“Ben yapacağım” diyor ve işe koyuluyor. Son örneği Susuz Dede. Susuz Dede’yi
düzenlemeye karar veren Konak
Belediyesi , Validen izin alıp işe koyulduktan üç gün sonra
Büyükşehir Belediyesi Vilayete müracaat ederek, Susuz Dede’yi düzenleme işinin
kendisine verilmesini istedi... Vali bey şimdi iki arada, bir derede. Ortada
düzenlenmesi gereken bir alan var. Konak Projesi fikrini ortaya atıp, projeler
hazırlanıyor; Büyükşehir Belediyesi pişmiş aşa su katar gibi “Hayır ben
yapacağım” diyor.
Bunun gibi bir sürü örnek var.
İşin en ilginç yanını söylemek istiyorum. Aynı işe iki belediye talip olduğu
için o iş bir türlü bitirilemiyor.
Kusura bakmazsanız bunun bir tek açıklaması var; kıskançlık!...
SHP Genel Merkezi’nin Çakmur’u gözden çıkardığı artık açıkça görülüyor.
Çünkü Çakmur ile aynı çatı altında bulundukları partinin zarar görmemesi
için suskun kalmaya özen gösteren ilçe başkanları da artık çekinmeden suçluyor.
Sözleri yenilir yutulur gibi değil.
Haklılar, sadece onlar değil, İzmir’i seven herkes Çakmur’u uyardı.
Hem de defalarca.
Ama o, hiçbirine kulak asmadı ve sonuçta yalnız kaldı.
Şimdi, işgal ettiği makamda, İzmir’in en sevilmeyen başkanı olarak gün
dolduruyor...
1989 seçimlerine yeniden belediye olarak katılan
Buca’daki durum da pek iç açıcı değildi. Belediye Başkanı Ertan Erdek de diğer
ilçe başkanları ile ortak hareket ediyor; ağzına geleni söylüyordu:
…Geçmiş dönemlerde ortaya çıkan tartışma ve kavgalardan çok farklı bir
durum var. Haksızlıklara taraf, yanlışlıklara ortak olmayacağız. Artık sabrımız
taştı. Çakmur’a bulaşma-dan suskun kalmamız ise mümkün değil...
Bu suçlamalar devam ederken SHP Genel Merkezi,
Çakmur’u izlemeye almıştı. Kentte herkes, görevden alınmasını bekliyordu. O
ise, “Elime verilecek bir tebligat, benim
için sürpriz sayılmaz.” diyerek, savunmasını şöyle sürdürüyordu:
…Belediye meclis grubunun il yönetimi ile bağlayıcı kararlar alması dikkat
çekicidir. Eğer gerçekten görevden alınmamın yolları aranıyorsa, haklı, mantıklı,
inandırıcı gerekçelerin ortaya konmasını isterim.
Bir hukukçu olarak, yargının üstünlüğünü her şeyin üzerinde tutarım.
Benim veremeyeceğim hiçbir hesap yok. Eylemci işçi ve pasoların iptali olayında
tamamen hukukun emrettiği şekilde hareket ettim.
Eğer bunu yapmasaydım, hukuk önünde ben suçlu duruma düşerdim...
Benimle kavgaya yeltenenler, benim üzerime insan saldırtan-lar, bir
takım güçleri üzerime salanlar, ben hak yolunda, hukuk yolunda, yasa yolunda
yürüyorum, bunu iyi bilsinler.
Bana saldırarak bir şeyler kazanmak istiyorlar. Bana saldırarak meşhur
olmayı denemek yerine, halka hizmet vererek, iş yaparak, halkın gözüne, gönlüne
girsinler. Bana parti tüzüğümüz içinde saldırı yapsınlar. Bana bir kötülük
yapmak isteyenler varsa ben onlarla hukukun yanında olarak gerekli mücadeleyi
veririm. Hukuk bütün organların üstündedir. Devletin de üstündedir. En büyük
yargıç, Tür-kiye’deki kamu vicdanıdır. Ben İzmir halkını susuz bırakma-dım.
Kimse ile kötü bir alışverişim yoktur, herkesle dostluğum vardır. Bana saldırı
üstüne saldırı düzenleyeceklerin benimle ne hesabı var, bu saldırıların amacı
nedir? Benimle ne hesap-ları varsa çıksınlar ortaya, çıksınlar hukukun önüne.
Onlarla orada hesaplaşalım…
Bu açıklamalar karşılıklı olarak devam ederken
Çakmur, 16 Mart 1992 tarihinde, tüm ilçe belediye başkanlarına ve meclis
üyelerine armağan (!) olarak imzasız yazılı bir kağıt gönderdi:
BİR PROBLEM GETİRİP ÇÖZÜM
ÖNEREMİYORSANIZ, SİZ DE O PROBLEMİN
BİR PARÇASISINIZ DEMEKTİR…
Bu armağana (!), birçok başkan ve meclis üyesi tepki
koydu; ama en ilginç olanı SHP Grup Başkan Vekili Rıfat Özer’inkiydi. Şöyle
diyordu Özer:
…Sayın Çakmur bizi, sorun çıkartan kişiler olarak görüyor. Sanki kendisi
her şeyin çözümünü buldu...
Peki, bunca kavga, bunca olaylardan sonra memurun
paso sorunu çözüldü mü?
Evet, çözüldü.
İlçe belediye başkanlarının, sendikaların, demokratik
kitle örgütlerinin, SHP Genel Merkezi’nin, İl Başkanlığı’nın ve birçok meclis
üyesinin baskıları so-nucu uzlaşma sağlandı. 18 Mart 1992 tarihli Yeni Asır
Gazetesi’ne bu konu, Nevzat Dönmez
ve Esat Erçetingöz’ün haberi ile
şöyle yansıdı:
Çakmur uzlaşınca, memurlara ayda 100 bin liraya paso
Belediye meclisinin kararına göre memurlar, kimlik kartı adı altında paso
alacak. Sorunun bu formülle çözümlenmesi, Başkan Yüksel Çakmur’ un geri adımı
olarak değerlendirildi.
ESHOT’un zarar ettiği gerekçe gösterilerek ilçe belediyelerinde çalışan
memurların pasolarının iptal edilme-siyle ortaya çıkan kriz, önceki akşam
yapılan meclis toplan-tısında karara bağlandı.
SHP Meclis Grubu ve ilçe belediye başkanlarının kararlı tutumu karşısında,
Yüksel Çakmur uzlaşmaya razı oldu ve ilçe belediyelerinden memur başına
alınacak ayda 180 bin lira yerine, yalnızca yılda 100 bin lira karşılığı memur
kimlik kartı adı altında paso verilmesi kararlaştırıldı.
Çakmur tarafından işten atılan 405 işçinin sorunu
çözümlendi mi?
Evet, o da çözümlendi.
Şöyle gelişti sorunun çözümü:
O günlerde yapılan hiçbir görüşme sonuç vermiyor;
dönemin Başbakanı Süleyman Demirel
bile devreye giriyordu. Atılan işçilerin bir kuruluşa mutlaka
yerleştirileceğinin sözünü veren Demirel; bunu formüle etmek için, Vali Kutlu Aktaş’ı ve başta Yüksel
Çakmur olmak üzere tüm belediye başkanlarını Ankara’ya çağırıyordu.
23 Mart günü Ankara’da Başbakanlık binasında
yapılan toplantıya Demirel katılamamıştı. Toplantı, Devlet Bakanı Akın Gönen başkanlığında yapıldı.
Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı SHP’li Mehmet Moğultay, Vali Aktaş, Çakmur ve
hukuk danışmanları, ilçe belediye başkanları, Belediye-İş Sendikası Genel
Başkanı Fuat Alan, sendika temsilcileri
Talat Özdemir ve Kasım Yorulmaz ile Meclis Üyesi Nimet Haytabay toplantıda yerlerini
aldılar.
Yaşanan sert havayı yumuşatmak için Akın Gönen’in, “Sorunu çözmeden buradan kalkmayacağız.
Katoliklerin Papa’yı seçmesi gibi biz de sorunu çözünceye kadar burada
kalacağız.” esprisi bile işe yaramadı. Söze devam eden Gönen, Çakmur’a, tek
bir soru yöneltti:
—Sen bize işçileri geri almak için söz verdin. Ancak daha sonra bunu yapmadın.
Neden?
Bu soruya Çakmur; hukuku uyguladığını, işçileri
geri almasının mümkün olmadığını, alması durumunda suçlu olarak görüleceğini ve
hakkında zimmet çıkartı-lacağını belirterek tepki koydu ve ısrarını sürdürdü.
Bu ısrarı gören Gönen ve Moğultay, Çakmur’la uzlaşmanın mümkün olmadığını
anlarlar.
—O zaman sizin toplantıda bulunmanıza gerek yok. Sorunu sizinle çözemeyeceğimize
göre bu odada bulunmanız da gerekmiyor. Dilerseniz toplantıdan
çıkabilirsiniz...
Bu sözler üzerine Çakmur, sinirli bir şekilde ayağa
kalkar ve toplantıyı terk eder. Devam eden toplantıda alınan karar ise şöyledir:
Atılan işçiler, ilçe belediyele-rine
paylaştırılacak; ortaya çıkan yıllık 42 milyar liralık mali yükü, devlet
karşılayacak.
İşte bu karardan sonra, günlerdir açlık grevi yapan
işçiler bu eyleme son verdiler ve hepsi ilçe belediyelerin-de göreve başladılar.
Büyükşehir ile ilçe belediyeleri arasındaki kavgalara
daha onlarca örnek verilebilir; ama buna gerek görmü-yorum.
Savunulan siyasi görüş doğrultusunda oy isteyenlerin,
bir erkin ele geçmesiyle birlikte nasıl değişebileceğine, bu somut örnekleri vermek,
kanımca yeterli.
Bu kavgalar, hemen hemen her gün gazete
sayfalarında, manşetlerinde yer bulurken; kavga eden tüm başkanlara SHP’liler
tarafından yapılan benzetme ise, gerçekten dönemin en güzel esprisiydi.
Dönemin Yeni Asır muhabiri, günümüzün Akşam
Gazetesi Ankara Temsilcisi olan Nuray Atalay’ın 11 Ocak 1990 tarihinde yaptığı
haberin başlığı ile içeriği şöyleydi:
Red Kit Daltonlar’a karşı!
İzmir’de ilçe belediye başkanları ile Büyükşehir Belediye Başkanı Yüksel
Çakmur arasında süren kavgaya SHP’li delegeler isim taktı. Red Kit Daltonlar’a
karşı…
Başkanlar arasındaki kavganın SHP’ ye çok büyük zarar verdiğini söyleyen
SHP’li delegeler, uzlaşma sağlanmadığı takdirde kamuoyunda partinin itibar
kaybedeceğini öne sür-düler. SHP’li delegeler, birkaç gün önce kendilerine
Yenilikçi Sosyal Demokratlar adını veren sol kanat liderleri İsmail Cem (DSP’li
eski Dışişleri Bakanı, günümüz Yeni Türkiye Lideri), Ertuğrul Günay, Ercan
Karakaş ve Yakup Kepenek’in düzenlediği toplantıda başkanlar kavgasına koydukları
yeni isimle aralarında espri ürettiler.
Sık sık bir araya gelen ve Çakmur’a karşı birleşerek plan yapan dörtler
de, kendilerine Dalton’lar adının takılmasını pek önemsememişe benziyorlar.
Çakmur’un da yakın çevresine, Red Kit hep haktan, halktan yana olmuş bir
kahraman. Sevindim dediği, ancak Red Kit gibi sigara içmediğini söylediği
öğrenildi.
Habere göre Ali Sözer Avarel Dalton, Cihan Türsen William
Dalton, Ahmet Sarışın Jack Dalton ve Ertan Erdek de Joe Dalton adını
almışlardı.
Red Kit ise Yüksel Çakmur’du.
Sonuçta, 1994 yılında yapılan seçimlerde, Red Kit
kaybetti.
Daltonlardan Jack, Ahmet Sarışın, seçimlerde
yeniden Konak Belediye Başkanı oldu.
Jack Dalton’un, ikinci döneminde kıydığı bir nikah,
Türkiye’de ses getirdi. Şarkıcı Bülent
Ersoy, kendisinden bir hayli küçük yaşta olan Cem Adler ile evlenmişti. Bu nikahı kıyan Ahmet Sarışın, bir meclis
toplantısında, meclis üyesi DYP’li Günay
Karataş ile ilginç bir tartışma yaşar.
Günay Karataş mecliste şöyle der, Sarışın’a
seslenerek:
—Bu nikahı kıymanı, sana yakıştıramadım. Sen delikanlı, sözünün eri,
mert bir çocuksun. Nasıl yaparsın böyle bir şeyi, nasıl kıyarsın bu nikahı?
—Bana pembe nüfus cüzdanı ile gelen herkesin nikahını kıyarım arkadaş.
Ne var bunda, kötü mü oldu?
Bu karşılıklı sataşmalardan sonra, toplantı bitiminde,
kol kola dışarı çıkarlarken Sarışın, son noktayı koyar ve şöyle der Karataş’a:
—Abi, gitmek için niye bu kadar acele ediyorsun, yoksa sen de mi pembe
cüzdan almaya gidiyorsun?
Bu samimi ve esprili diyalog basına şöyle yansıdı:
…Sen de pembe nüfus cüzdanı getir, senin de nikahını kıyayım…
Jack Dalton halen, yapılacak yerel seçimlerde
CHP’den Büyükşehir Belediye Başkan adayı olmak için çalışma-larını sürdürüyor.
MANDELA, HİROŞİMA VE
NAGAZAKİ…
NELSON Mandela...
Güney Afrika’nın efsanevi lideri…
Ülkesinin, halkının kurtuluş mücadelesi için, ön
saflarda yer alan bir lider… Emperyalizmin postalları altında zaman zaman
ezilen; ancak devleşen ve efsaneleşen lider…
Yıllarca süren hapis hayatı… Eşten, dosttan uzak
bir yaşam…
Günümüzde birçok insan, “Hadi oradan yahu, değer mi bunun için?” dese de, örneği olmayan
bir mücadele bu…
Üstelik siyahi…
Üstelik zenci…
Hiç tahmin edilir miydi ki bir gün hapisten çıkacak
ve Afrika’nın lideri olacak diye?
Ama o, oldu.
Efsane adam, yıllar süren mücadelesinin sonunda,
hede-fine nihayet ulaştı.
O artık, Güney Afrika lideriydi.
Halkının ve ülkesinin özgürlüğü uğruna yaşamını
adayan Mandela’ya Türkiye, Atatürk Barış
Ödülü’nü vermeyi kararlaştırdı
yıllar sonra.
Belediyeler gibi, hükümetler de popülist uygulamalarda
ön sıralardaydı o dönemlerde… Böylesi bir ödül, mutla-ka Mandela’ya
verilmeliydi. Karar açıklandı. Ancak o, bu ödülü reddetti.
Türkiye şoktaydı.
Kurtuluş mücadelesi vermiş olan Türkiye’nin lideri
adına verilen bu ödülü, Mandela nasıl reddedebilirdi?
Kendisi gerekçelerini açıkladı kuşkusuz. Hatta özür
bile diledi.
***
Karşıyaka Belediyesi
tarafından yapılan İnsan Hakları Parkı’nın açılışına katılmak üzere, birçok ülkenin
liderine davet yazıları yazılmıştı. Bunlardan birisi de Mandela’ydı.
Ancak kendisine nasıl ulaşılacaktı? Bu, çok büyük
bir sorundu.
Bu sorunun aşılması için İnsan Hakları Komisyonu tarafından görevlendirildim. Her sorun
gibi, bu sorun da öyle veya böyle çözülecekti.
Halen, NTV’de
PUSULA programını hazırlayan ve
sunan deneyimli meslektaşım Mithat Bereket’in, Milliyet Gazetesi’nde
Mandela ile gerçekleştirdiği söyleşisi yayınlanmıştı bir gün.
Kendisi ile tanışmıyorduk; ama bir meslektaş olarak
bana yardımcı olabileceğinden emindim. Hemen kendisine ulaştım:
—Sevgili meslektaşım, bizim bir sorunumuz var. Belediyemiz tarafından
yapılan İnsan Hakları Parkı’nın açılış töreni için, Mandela’yı Türkiye’ye,
İzmir’e davet etmek istiyoruz. Ama kendisine ulaşma konusunda çok büyük
sorunumuz var. Bize nasıl yardımcı olursunuz? Ulaşabileceğimiz bir telefon veya
faks numarası var mı? Sonuçta siz, bu kişiyle görüştünüz..
—Tabii, seve seve yardımcı olmaya çalışırım. İyi ki beni bugün
aramışsın. Yayınlanan bu röportajın ikinci bölümü için yarın Afrika’ya
gidiyorum. Oraya varır varmaz, seni arayacağım ve senden yazı isteyeceğim. Seni
bulacağım numaraları ver bana...
Çok rahatlamıştım. Sorunu çözebilecektim. Mandela
gelmese bile, en azından bir mesaj alabileceğimi umu-yordum.
Birkaç gün sonra aradı Mithat Bereket:
—Vecdi, az önce Mandela ile görüştüm. Şimdi vereceğim numaraya çok acil
olarak, en geç bir saat içinde davet yazısını geçeceksin. Mümkünse İngilizce
olsun. Hatta, davet yazısının etrafını biraz süsle püsle. Çünkü onlar böyle
şeyleri çok sever-ler, hoŞ-larına gider. Hadi vakit kaybetme.
Büyük bir heyecanla, davet yazısını hazırladım.
Belediyemiz çalışanlarından Sibel
Marmasan ile yazıyı İngilizce’ye çevirdik ve belediye binası dışında, bir
toplantıda bulunan Başkan’a acilen ulaştırarak imza-lattık.
İmzalanan yazı geri geldi; ama Mithat’ın söylediği
süsle-me püsleme nasıl olacaktı? Sonuçta bu, tarih ve numara verilecek olan
resmi bir evraktı. Resmi evrak nasıl
süsle-nirdi ki?
Süsledim. Nasıl mı?
Başkanlığa ait soğuk mühür ile…
Mührü, resmi evrakın dört köşesine bastım.
Sonra uzaktan şöyle bir baktım. Gerçekten güzel
görünüyordu…
Evrakı Mithat’ın verdiği numaraya hemen faksladım.
Yaklaşık üç saat sonra, Mithat tekrar aradı:
—Vecdi, yazı çok güzel olmuş. Ellerine sağlık. Kendisine okudum. Çok
onurlandığını ve sevindiğini söyledi; ama biliyorsun hapisten yeni çıktı. Bu
konuda birçok ülkeden davet aldığını; ama hiç birine katılamayacağını söyledi.
Çünkü çok yoğun toplantıları varmış.
—Peki gelemese bile bir mesaj falan gönderemez mi? Bu bile bizim açımızdan
çok önemli.
—Onu da söyledim. Eğer bir aksilik olmaz ise bir mesaj gönderecek. Bu
konuda ısrarcı oldum. Senin telefon numaralarını verdim. Gerekirse bağlantı
kuracaklar; ama sanırım sadece mesaj gelecek.
—Çok teşekkürler Mithat. En kısa sürede inşallah karşılaşırız. Sağ ol,
var ol.
İşte meslektaş dayanışması, inancı ve saygısı...
O günlerde, Yeni Asır Gazetesi muhabiri Necmi Güler ile başkanlık katında
sohbet ederken, yazılmaması kaydıyla bu konuyu anlattım. Necmi, söz verdiği
halde, bu haberi gazetenin sayfalarına taşıdı. İşte 29 Mart 1990 günü, Yeni
Asır’ın birinci sayfadan duyurduğu haber:
FLAŞ…
Karşıyaka’dan Mandela’ya davet
Karşıyaka Belediyesi , Güney Afrikalı zencilerin
özgürlük sembolü Nelson Mandela’yı davet etti.
Uzun yıllar hapiste yattıktan sonra geçtiğimiz ay özgürlü-ğüne kavuşan
Mandela, İnsan Hakları Parkı’nın açılışını yapması için çağırıldı. Karşıyaka Belediyesi ,
parkı, İnsan Hakları Günü olan 10 Aralık’a kadar yetiştirmeyi hedefliyor.
Belediye Başkanı Türsen, Mandela’ nın daveti kabul etmesi halinde Türkiye’de
insan haklarının yeşereceğini söyledi.
Aradan aylar geçti. Bir gün Mithat beni bir daha
aradı. Hâl hatırdan sonra, mesajın gelip gelmediğini sordu. Gelmedi yanıtını
alınca, “Ben şimdi hemen konuşuyorum.
Onlar bu aralar çok yoğun günler geçiriyorlar, unutmuş olabilirler.” dedi.
Gerçekten de birkaç gün sonra Mandela’dan mesaj
geldi. İşte bu mesaj, Mandela’nın Türkiye’ye göndermiş olduğu ilk mesajdı.
Parkın açıldığı gün, Mandela başta olmak üzere tüm
dünya liderlerinden alınan mesajlar; Türkçe’ ye çevrilerek, orijinalleri ile
birlikte nikah sarayı salonunda sergilendi.
***
Düzenleyeceğimiz tüm etkinliklerde, hep farklı
uygulamaları gündeme getirmeyi, sanki bir zorunluluk olarak görüyorduk. Bu,
görev yapmanın değişik bir anlayışı olsa gerek. Herkes rutin işleri yaparken,
bizler her nedense sıra dışı etkinlikleri yapmayı tercih ediyor-duk ve
yapıyorduk.
Yıl 1992…
1 Eylül Dünya Barış Günü etkinlikleri…
Programın taslağı hazırlanıyordu. Sahil yolunda,
İnsan Hakları Parkı’nda, BARIŞ GECESİ
düzenlenecekti.
Geceye katılacak olan sanatçılar tespit ediliyor;
program yavaş yavaş netleşiyordu.
Ancak, geceye damgasını vuracak başka bir şey
yapılma-lıydı.
Ama ne?
Sonunda o da bulundu.
Yüz binlerce insanın ölümüne yol açan atom
bombasının atıldığı ilk yer olan Hiroşima
ile Nagasaki’nin belediye başkanlarını
davet etmek…
Hoş ve anlamlı bir davet olacaktı bu.
Hemen, Türkiye Büyükelçiliği’ni aradım. Görevliler,
Türkiye’den arandıkları için çok mutlu oldular. Dönemin Büyükelçisi ise, böyle
bir davetten Belediye Başkanlarının çok mutlu olacağını; ancak sürenin çok kısa
olduğunu, Başkanların şenliklere katılımı konusun-da sorun yaşanabileceğini
ifade etti ve ekledi: “Çünkü burada
insanlar, bir yıllık planı yılbaşında yaparlar ve bu hiç değişmez...”
Biz, yine de koşulları zorladık ve isme yazılı
davet mesajlarımızı, Büyükelçi kanalıyla gönderdik. İlk mesaj, Hiroşima
Belediye Başkanı Takashi Hiraoka’ dan geldi. Şöyle diyordu
Başkan:
Sayın Başkan,
Karşıyaka Belediyesi ’nde düzenlenen Barış
Şenliği nedeniyle, dünyada ilk kez atom bombası atılan bir kentin vatandaşları
adına selamlarımı iletmek istiyorum. Burada, bu şenliğe katılmak için bir araya
gelen sizler, Dünya Barışı’na katkıda bulunmaktasınız ve ben bu nedenle sizlere
en derin saygı-larımı sunuyorum.
6 Ağustos 1992, atom bombasının atılışının 47. yılıydı. Kısa bir süre
sonra yarım asır olacak. Hiroşhima’ nın misyonunun ne olduğunu bir kez daha
düşünürken, sürekli 6 Ağustos 1945’e dönmek ve insanlığı nükleer silahlardan
gelecek tehlike gerçeğinden ve savaşın zulmünden durmaksızın haberdar etmekten
asla vazgeçmemek, bizler için son derece önemli bir görevdir. Hiroşhima insanlığın
geleceği için hiç susmayan bir uyarı zilidir. İnsanlar Hiroşhima’ yı
unuttuklarında, hata yinelenecek ve insanlık tarihinin sonu gelecektir.
Savaşlar, insanların yüreklerinde doğarlar. Savaşta, kent sakinleri kentlerimizin
kendileri en acı çekenlerdir. Dolayısıyla nükleer silahları yok ederek kalıcı
bir dünya barışı kuracaksak, salt uluslar arası konuşmalara güvenmek yerine,
kent vatan-daş düzeyinde çalışmanın gerekliliğine inanmaktayım. Her bir vatandaş,
dünya kamuoyunun barış yönünde ilerlemesi için çaba harcamak zorundadır. Bu
açıdan Karşıyaka
Belediyesi ’nin Barış Şenlikleri düzenlemesi gerçekten önemli
bir olaydır. Böylece Karşıyaka-Hiroşhima kenti arasında ruhsal bir bağ
yaratılacağına inanıyorum.
Hiroşhima’dan mesajıma son verirken, bu şenliğin başarısı, hepinizin
sağlık ve esenliği için duacıyım.
Hiroşima Belediye Başkanı ile ilişkiler, ilerleyen
yıllarda da devam etti ve Başkan, her yıl buna benzer mesajları aksatmadan
gönderdi.
Gerek Nelson Mandela, gerekse Hiroşima ve Nagasaki
Belediye Başkanları ile direkt bağlantı kurmuş olma-mızla ilgili haberlerin
basında yayınlanması üzerine, Dışişleri Bakanlığı’ndan sözlü olarak, diplomatik
söylem çerçevesinde sert bir uyarı almış olduğumu hiç unut-mam.
Sonradan öğreniyoruz ki Türkiye’de hiçbir resmi
kurum, Dışişleri Bakanlığı’ndan izin almadan davet yapamaz-mış…
YILLAR ÖNCE OLOF PALME
ADINA KARŞI ÇIKTI, YILLAR SONRA
CHP MİLLETVEKİLİ OLDU!
28 Şubat 1986 Cuma günü sokak ortasında öldürülen Olof Palme kimdir?
Önce onu bir tanıyalım, bilelim, ondan sonra bu
bölümü okuyalım.
İsveçli siyaset adamı. 1927 yılında Stockholm’de
doğdu. Sosyal Demokrat Parti üyesiydi. 1953’te Başbakan Tage Erlander’in özel
sekreteri oldu. 1956’da Riksdag’a (Parlamento) seçildi ve birçok kez
başbakanlık yaptı. 1969 ekiminde Tage Erlander’in ardından Sosyal Demokrat
Parti başkanı ve başbakan oldu.
Toplumsal alanda birçok önlem aldı; fakat kısa
zamanda güçlüklerle karşılaştı: Fiyat artışları, ihracatta azalma, bütçe açığı,
grevler ve işsizlik sorunu baş gösterdi. Eylül 1973 seçimlerinde partisi ağır
bir yenilgiye uğradı. Liberal (burjuva) ve sol partiler Parlamento’da eşit
sayıda koltuk kazandılar; Başbakan eğreti bir çoğunlukla görevinde kaldı. 1974
Haziranında liberallerle anlaşan Palme yeni bir seçime gidilmesini önledi.
1976’da sağ kanat partiler seçimi kazandı, Palme çekildi; ama parti başkanı
olarak görevini sürdürdü.
1982 seçimlerinden sonra yeniden başbakan oldu.
İktisadi durgunluk ve enflasyon sorunlarını sosyal har-camaları kısmadan
çözmeyi savundu. 1985’teki seçimler-de de iktidarda kaldı. Hükümetinin
siyasetinde temel ilkeleri; barışçılık, çevre koruma, refah devleti ve tam
istihdam olarak belirtti. Enflasyonu, döneminde yüzde 8,2’ye düşürdü.
1986 yılında, sokak ortasında vuruldu.
Palme’nin vurulması, dünyayı ayağa kaldırmıştı.
Kimse inanamıyordu bir başbakanın bu şekilde öldürüleceğine. O yıllarda,
Türkiye’de birçok sosyal demokrat belediye başkanı, ya onun adına yeni park
yaptı ya da mevcut olan bir parka adını verdi. Anısına, yine birçok belediye
başkanı tarafından; seminer, sergi gibi etkinlikler düzen-lendi. Bu belediye
başkanları içinde, en aktif olanlardan biri Dikili Belediye Başkanı Osman Özgüven’di.
Bostanlı
Atakent çevresinde de bir parka, Büyükşehir Belediyesi tarafından Olof Palme
adı verilmişti. Ancak bu isme; bazı kişiler, bazı kesimler pek sıcak
bakmamıştı. İşte bu isimlerden biri de, dönemin ANAP’lı meclis üyesi, günümüzün
Cumhuriyet Halk Partisi İzmir Milletvekili Canan Arıtman’dı.
İsme duyulan rahatsızlık, 15 Şubat 1990 tarihinde
yapı-lan 3. Olağan Meclis Toplantısı’nda gündeme geldi. Gündemin tüm
maddelerinin görüşülmesi tamamlan-dıktan sonra, meclis üyeleri tarafından
verilecek öner-gelerin görüşülmesi bölümüne geçildi. Söz alan Arıtman’ın, tutanaklara
geçen konuşması aynen şöyleydi:
—Sayın Başkanım, Sayın Meclis üyeleri. Bostanlı ve Atakent sakinleri
parklarına takılan Olof Palme isminden şikayetçiler bu ismin değiştirilmesini
istemektedirler. Özellikle Atakent sakinleri parklarına Bakü Özgürlük Parkı
ismi verilmesini istemektedirler. Bakü isminin Olof Palme isminden daha çok
insan hakları istemini çağrıştırdığını ayrıca İzmir’ in Bakü’nün kardeş şehri
olduğunu ve belediyemizce de bunun hatırlanması gerektiğini ifade eden Atakent
Bostanlı sakinleri Bakü Özgürlük Parkı ismi ile soydaşlarımıza özgürlük ve
demokrasi istemlerinde manevi destek vermek istemektedirler. Yöre sakinlerinin
istemleri doğrultusunda Olof Palme Parkı isminin Bakü Özgürlük Parkı olarak
değiştirilmesini meclisi-mizce alınacak temenni kararı doğrultusunda Büyükşehir
Belediye Meclisinde götürülmesini oylarınıza sunulmasına öneriyorum.
Teşekkürlerimle..
Tutanakları değiştirme gibi bir yetkimiz olmadığı
için, konuşma metinlerindeki cümle düşüklüklerinin, yazım hatalarının
tarafımdan kaynaklanmadığını belirtmekte yarar görmekteyim.
Söze Belediye Başkanı Cihan Türsen devam eder:
—Bir bilgi vereyim isterseniz sonra önergemizde bir düşünün bu Bakü ile
ilgili isim uygulamasının bize bir gazete tarafından da teklif edildi bu ismin
Karşıyaka’da değil de İzmir’de böylesine mademki bir diyalog var İzmir’de
İzmir’i simgeleyen bir başka merkeze verilmesi konusunda Bü-yükşehir
Belediyesinde bir çalışma yapılıyor. Sadece Bakü ile ilişkin söylüyorum Olof
Palme parkının isminin değiştirilmesine kesinlikle katılmıyoruz, katılmak
mümkün değil. Çünkü Olof Palme ismini bizim seçim propaganda-larında biz bu tip
isimleri bu tip ilkeleri Karşıyaka’da yörelere vereceğimizi söyledik. Vatandaş
bize oy verdi sözümüzde duruyoruz. O yüzden Muammer Aksoy’ları, Olof Palme’leri
yaşatacağız..
Mecliste, usul hakkında söz verilip verilmeyeceğine
ilişkin çok uzun süren tartışmalardan sonra SHP Grup Başkanı Rıfat Özer söz
alır:
—Sayın Başkan, Olof Palme ismi nedense ANAP için böyle bir toplu iğne
gibi devamlı bu isimden rahatsız oluyorlar. Oysa Olof Palme bütün dünyanın
kendisine saygı gösterdiği demokrat insan sevgisiyle dolu bir kişidir, bu
kişiye özel olarak ANAP grubunun tepki duymasının anlamını anlamak güçtür ama
bir noktada da kolaydır. Biz Olof Palme ye duyduğumuz ve bütün dünyanın duyduğu
büyük saygı gereği böyle bir öne-riyle gelmelerinin üzüntüyle karşılıyoruz ve
bunu reddediyoruz...
Arıtman’ın teklifine tepkiler devam ediyordu. Bir
kez daha söz alma gereğini hisseden Arıtman, bakın bu konuşmasında neler
söyledi:
—Sayın Başkan, ANAP olarak Olof Palme ismine karşı değiliz, Olof Palme ismine
saygı duyduğumuz hatırlanması gereken bir isimdir biz burada Bostanlı
Atakentteki yöre sakinlerinin isteğini yerine getirdik size ve sizlerin onayına
sunduk. Bu konuda karar meclisindir. Öneri bizden karar meclistendir yeterli
olsun. Teşekkür ederim.
Görüldüğü gibi, ilk konuşması ile farklılıklar vardır
Canan Arıtman’ın. Ancak işin en ilginç yanı, kendisi de Bostanlı’da oturmasına
rağmen Arıtman, mahalle sakinleri dediği bir tek kişiden tek bir dilekçe bile
getir-memiştir. Kanımca istek tamamen keyfidir ve önerge vermiş olmak için
önerge vermiştir.
Meclisteki tartışmalar son hızıyla devam etmektedir.
SHP Meclis Üyesi Nüket Tuna,
Arıtman’ ın bu çelişkili konuşmasına çok sinirlenir ve söz ister:
—Sayın Başkan, sayın meclis üyesi arkadaşlarım, Olof Palme bana o kadar
dokunduki onun isminin değiştirilmesi istenmesi kürsüye çıkıp söz almadan
duramadım. İlk önce şunu belirtmek istiyorum sayın meclis üyesi arkadaşım Canan
Arıtman’ın kaç kişinin isteğinin buraya getirdiği yüzde 21 olan kendi oylarının
oranınımı kürsüye taşıdı ben ise daha geniş kitlelerin malum olan oy sayımızı
yüzde 21’den..................... (Tutanakta aynen böyledir.) Biz çoban
değiliz, hiçbir zamanda olmadık olmayacağızda. Bakünün başka bir yere
verilmesini bütün gönlümle onaylıyorum. Çünkü orada da insan hakları çiğnendi
ama Olof Palme’nin isminin değiştirilipte oraya Bakü isminin verilmesini ise asla
onaylamıyorum buna benim arkadaşlarımında katılacağına inanıyorum...
Söz sırası SHP’li Meclis Üyesi Ahmet Bozkurt’tadır:
—Cidden sayın Arıtman’ın Olof Palme isminin Karşıyaka gibi kültürel yoğunluğu
olan insan haklarına saygılı bir mecliste tartışılması kınanacak bir olaydır.
Sn. Arıtman Olof Palme’yi çok iyi tanısaydı böyle bir teklifin Karşıyaka Belediyesi
meclisine geleceğine inanmıyorum. Olof Palme hep insan haklarının yanında olmuş
hep özgürlükleri savunmuş emekçi yığınların gerek Avrupa da gerekse dünyada savaşını
vermiş ve kendisini o uğurda feda etmiştir. Böyle birkaç insana üç beş tane
keyfi emeklinin isteğini Karşıyaka Belediyesi Meclisine taşımasını doğru
olmadığını buluyorum, zaten bu olayın tartışılması bile yanlış. Sayın Arıtman
acaba Olof Palme hakkında ne bildiler, ne savaşlar verdi, insanlar için ne
mücadeleler verdiği hakkında yeteri kadar bilgiye sahipmi onu da ayrıca sormak
gerekir. Onun için Karşıyaka belediye meclisinde tartışılacak olayların daha seviyeli
daha tutarlı Karşıyaka’nın ve yerel hizmetlerin özellikle ağırlık ta-şıyacağı
bir meclisin olması lazım. Sayın başkanım şurada bir ciddiyetsizlik görüyorum.
Sayın Arıtman’ın belediye yasalarını okumasını istiyorum. Önergeler ya sözlüdür
ya da yazılıdır yazılı önerge verecekse önergesini başkanlığa sunmalıdır...
Birçok üyenin yaptığı uzun konuşmalardan sonra
Canan Arıtman’ın teklifi, oy çokluğu ile reddedilir. Bu olay, iki gün sonra
basına yansır. Milliyet Gazetesi şöyle yazar:
ANAP’lılar Olof Palme’ye karşı
ANAP’lı meclis üyesi Canan Arıtman, Olof Palme yerine bu alana Bakü isminin
verilmesini önerdi.
Ahmet Aydın’ın Yeni Asır Gazetesi’nde yayınlanan
haberi:
Karşıyaka Belediye Meclisi’nde Park yüzünden
kıyametler koptu.
ANAP’lı Canan Arıtman’ın önerisine SHP’li Ahmet Bozkurt, “Olof Palme Parkı’nın
ismini değiştirecek babayiğit göremi-yorum.” yanıtını verdi.
Canan Arıtman önergesine gerekçe olarak çocukların parkın adını doğru
düzgün telaffuz edememelerini gösterdi.
Ahmet Aydın’ın bu haberine, mesleki anlamda
eleştiri getirirsek, şunları söylememiz gerekir: Tutanaklar incelendiğinde görülecektir ki ne Ahmet Bozkurt, “Babayiğit”
ne de Canan Arıtman “çocukların telaffuz edemediği” şeklinde bir ifade kullanmıştır.
Muhabir Ahmet Aydın’ın, habere ilginçlik katmak için yaptığı eklentiler, haber
yapma anlayışına hiç sığmamaktadır.
Aradan günler geçer. Tartışmaya eski Başkan Nevzat
Çobanoğlu da katılır. Milliyet Gazetesi muhabiri Yüksel Zebil’e özel açıklamalarda bulunan Çobanoğlu, çok tepkilidir
ve çok ağır konuşur. Hak etmediği sözler söyler Türsen için. Oysa Türsen;
Çobanoğlu hastalandı-ğında, uçağa binemediği için kendi makam aracını tahsis
ederek onu Ankara’ya gönderecek, çalışmalarında yardımcı olması için belediyede
oda vermeyi teklif edecek kadar ona saygı duymaktadır.
…SHP Türk kaşığı ile yabancı pisliği yemektedir. Onların güvendiği dağları
Gorbaçov yıktı. Eskiden Lenin, Marx diye tutturmuşlardı. Şimdi de Olof Palme
diyorlar. Ben de Parkın isminin Bombacı Çavuş olarak değiştirilmesini
öneriyorum. Bunları çobana benzetiyorum. Kuzuların melemesinden ziyade bülbülün
sesinden hoşlanan çobanın sürüsüne hayrı yoktur.
Çobanoğlu’nun bu açıklamasına ilk tepkiler, Cihan Türsen ve SHP Grup
Başkanı Rıfat Özer’den gelir. Türsen şunları söyler bu açıklama için:
…Olof Palme,
Muammer Aksoy, İnsan Hakları Parkı, bizim farklılıklarımız. Bunu sergilemesi
açısından değer-lendirmeyi kamuoyuna bırakıyorum.
Özer’in açıklaması ise daha serttir:
…Sayın Çobanoğlu’nun SHP’yi bazı adlarla özdeş gösterme çabası yakışıksızdır.
Tutarsız politik görüşlerinin bir yansımasıdır. Biz Çobanoğlu’nun ANAP’lı iken
DYP hakkındaki düşüncelerini de biliriz. Bunları hatırlattığımız takdirde yeni
genel başkanı gibi kendisi hakkında “Dün dündür, bugün de bugündür.” mü
diyecektir?
Sonuçta, parkın adı değiştirilmez. Hatta Olof Palme
isminin daha da ölümsüz kılınması adına bir başka çalışma, iki yıl sonra gerçekleştirilir.
İnsan haklarının korunmasında, dünya barışının
sağlanmasında, özgürlük mücadelelerinde hep ön saflarda yer alan, sosyal
demokrasinin öncülerinden Willy Brand
ile Olof Palme’nin imzalarının orijinalleri,
İnsan Hakları Parkı’na çakılır.
Bu olayı gerçekleştiren kişilerden biri olarak kısa
bir ayrıntı vermek isterim:
Bu karar alındıktan sonra, imzaların bulunması için
görevlendirildim. İmzaları bulmak gerçekten çok zordu. Çünkü her ikisi de
yaşamıyordu. Ailelerine ulaşmam mümkün değildi. O nedenle aklıma, büyükelçiliklere
ulaşmak geldi. Büyükelçiliklerin, resmi bir yazı istemeleri ihtimaline
karşılık, yazıyı da hazırlayarak çalışmalarıma başladım.
Almanya ve İsveç Büyükelçilikleri ile bağlantıya
geçtim. Derdimizi, yapmak istediklerimizi, uzun uzun anlattım. Ancak imzaların
bulunması konusunda onlar da sorun yaşıyordu. Sonuçta, büyükelçilikte görevli
kişileri ikna edebilmek için, herhangi bir kararnameye veya evraka atmış
oldukları imzaların bile işe yarayacağını söyledim. Yeter ki nasıl bir şey olduğunu
görelim. Mimarlarımız düzenlemeyi yaparlardı.
Hiç unutmuyorum, bu ikna görüşmeleri ve araştırmalar
on yedi gün sürdü. Sonuçta, üzerinde sadece, 3-5 cm boyutlarındaki imzaların
görülebildiği fakslar büyükelçİliklerden belediyeye ulaştı.
Her iki imza, hiçbir hava koşulunda yıpranmayacak,
bozulmayacak çok özel bir karışım ile yapıldı ve 24 Aralık 1992 tarihinde,
Almanya’nın İzmir Başkonsolosu Helmut
Urbanek ve İsviçre’nin İzmir Fahri Konsolosu Haluk Özsaruhan’ın da
katılımıyla İnsan Hakları Parkı’nın duvarına çakıldı.
Sonuç:
Yaklaşık on üç yıl önce, Olof Palme gibi bir isme
karşı çıkarak, parkın adının değiştirilmesini öneren Canan Arıtman, şimdi
Cumhuriyet Halk Partisi İzmir Milletvekili oldu.
Vatandaş olarak çok merak ediyorum.
CHP bir gün,
Olof Palme’yi anma töreni düzenlerse, Arıtman bu törene katılacak mı?
Veya, on üç yıl boyunca Bakü’nün Kurtuluş
Şenlikleri’ne katıldı mı, katılıyor mu, katılacak mı?
MECLİS ÜYESİ VE
PREZERVATİF…
ŞAŞKIN BAŞKAN VEKİLİ…
1984 ve 1989
yıllarında yapılan yerel seçimlerde koltuğa oturan başkanların en büyük hayali
ve uğraşısı, en kısa sürede, sosyal ve kültürel ilişkiler kurulabilecek kardeş
şehir bulunmasıydı.
Bu konuda başkanlar bizzat çalışırlarken, bürokratlar
da boş durmuyorlardı. Harıl harıl kardeş şehir aranıyordu.
İlerleyen aylarda ve yıllarda bu arayışlar sonuçlandı.
E, ne de olsa, böyle bir yolla Türkiye ve İzmir tanıtılacaktı. Sorumluluk
büyüktü. Türkiye’nin yurtdışında tanıtımı çok önemliydi. Herkes, üzerine düşen
görevi yerine getirmeliydi. İşte böylesi bir ilişki sonucu, iki meclis üyesi ve
iki bürokrat, Almanya’nın Bremen
kenti Vegesak Belediyesi tarafından
davet edilirler. Amaç, karşılıklı sosyal, kültürel ilişkide bulunmak; kenti
tanıtmak; belediyecilik hizmetleri konusunda görüş alışverişinde bulunmaktı.
SHP grup toplantısında hangi meclis üyesinin
gideceğine tartışmalı bir şekilde karar verilir. Bu geziye Meclis Üyesi Avni Çelebi ile İbrahim Doğan katılacaklardı. Bürokratların kim olacağına ise,
direkt olarak Başkan karar verecekti. Verdi de.
Benimle birlikte, Başkan Yardımcısı Mustafa Doğan gidecekti. Herkes
hazırlığını yapmıştı. Pasaportlar, vizeler hazırdı. Ancak, uçakla İstanbul’a
gidileceği günün akşamı, İzmir’de büyük bir deprem olmuştu. Heyet, sürekli
birbiri ile haberleşiyor; gidip gitmeme konusunda tereddüt yaşıyordu.
7 Kasım 1992 Cumartesi günü, saat 03.30 sıralarında
karar alındı. Meclis Üyesi Çelebi, olaya esprili bir şekilde yaklaşıp, “Nasıl olsa havada deprem olmuyor. Gidelim.
Bu kadar hazırlık yaptık.” diyerek, herkesi hareketlendirdi.
Kimse uyumamıştı ve herkeste bir tedirginlik vardı.
Anonslardan sonra uçağa binildi. İstanbul’a gelindi-ğinde aktarma yapıldı ve
Almanya’ya doğru hareket edildi. Heyet, TSİ 14.00’de Hannover havaalanına indi.
Alanda, bir kez daha üst kontrolü yapılacaktı.
Hepimiz şaşkındık. Oysa Hannover’e gelinceye kadar normal kontroller
yapılmıştı. Ancak Hannover’e indiğimizde, hiç alışkın olmadığımız bir
davranışla karşılaştık. Özellikle Türkler, tek tek, bir kez daha aranıyordu.
Beni de aradılar. Arkamda bulunan Çelebi’ye sıra
geldiğinde çok şaşırdım. Kontrolü yapanlar da çok şaşırdı. Avni Çelebi’nin
cebinden, 10 adet prezervatif çıktı. Görevliler ne yapacaklarını bilemediler.
Polis, Almanca olarak, “Bunlar nedir?” diye sordu. Çelebi,
Almanca bilmediği için yanıt veremeyince, tercümanlar devreye girdi. Avni
Çelebi, biraz mahcup bir ses tonuyla, bu prezervatifleri kullanmayacağını, buna
ihtiyacı olmadığını belirterek, onları oğlu için Türkiye’den getirdiğini
söyledi. Hepimiz çok güldük. Sanki bunlardan Almanya’da yoktu...
Bu meclis üyesinin; Almanya’daki resmi görüşmelerin
dışında kalan boş vakitlerinde, bu prezervatifleri kullanmadığı, oğluna
getirmediği, dönüş yolunda belli oldu; ama bir Türk heyetinin bu tavrı hiç hoş
karşılan-madı. Hepimiz çok utandık.
Aynı meclis üyesinin, Vegesak’ta, kaldığımız otelin
hemen karşısında bulunan ve özellikle Alman genç-lerinin gittiği bara ısrarla
girme isteği, heyette sorun yarattı. Birkaç kutu bira ile sarhoş olan meclis
üyesi, hızını alamayınca gecenin ilerleyen saatlerinde bu bara daldı.
İçerisi dazlaklarla dolu. Pek fazla Türk yok.
Meclis Üyesi; gömlek uçları belden dışarı, kravatı kaymış, çılgınlar gibi hoplayıp
zıplarken ve etrafa onlarca Mark saçarken, bir Türk genci gelir ve kendisine
gitmesini söyler. Bu uyarıyı dikkate almayan meclis üyesi, dozu iyice kaçırır
ve bazı gençlere el kol hareketleri yapar.
Bardan dışarı çıkmasını isteyen genç, bir kez daha
şansını dener ve der ki: “Amcacım, lütfen
git. Bak birazdan buraya Türk gençleri gelecekmiş. Ortalık ana baba gününe
döner. Yaşına başına bakmadan dayak yersin.”
Çelebi, yine oralı olmaz; ama kendisini zorla
dışarı çıkartırlar. Tam yolun karşısındaki kaldırıma geçtik-lerinde, bara
baskın yapılır ve barın her tarafının altı üstüne getirilir. Onlarca yaralı
vardır. Polisler gelir ve herkesi araçlara bindirerek polis merkezine götürür.
Bu olaylardan birkaç dakika önce bardan çıkan
Çelebi ise, işin hangi boyutlarda olduğunu hâlâ anlamamış; espri yapmaya devam
etmektedir:
—Ne olmuş yani? Tamam sarhoşuz. Keşke kavgada olsaydım ve ölseydim de
tabutum Türk Bayrağı ile örtülüp buradan Türkiye’ye götürülseydim. Herkes,
görev uğruna şehit oldu derdi ne güzel...
Bu esprili yaklaşımı kabullenmek elbette mümkün
değil. İşte, hiç önemsemediğimiz bir iki dakikanın, insan hayatındaki önemi...
Polisler geldiğinde, Çelebi de karakola götürülseydi,
ne olurdu acaba? Gazetelere yansıyacak haberleri düşün-mek bile istemiyorum.
***
Karşıyaka Meclisi’nin SHP grubunda, Başkan
tarafından oluşturulan demokratik ortam, bir gün Celal Targay’ın da başkan vekili olarak görev yapmasına olanak
sağlar. Targay, birkaç gün süre ile Karşıyaka Belediye Başkan Vekili olacaktı.
Bu görev, onun için hayalden çok çok öte bir şeydi.
Vekillik dönemi, tesadüfen Ramazan ayına denk
düşer. İlçe Müftüsü, nezaket ziyaretinde bulunmak ister Başkan Vekili’ne.
Başkanlık Makamı’na gelen Müftü’yü, Başkan Vekili
kapıda karşılar. Herkes bir şeyler söyler ve anlatır; ama kimse kimsenin
dediğini anlamaz. Herkes kendi söylediğiyle kalır. Yani bir monolog havasında
geçer görüşme...
Bir ara Başkan Vekili, Müftü’ye, Ramazan ayını
hesap etmeden çay veya kahve içip içmeyeceğini sorar. Müftü ise, nazik bir
ifade ile teşekkür eder. Ancak Başkan Vekili, bu kez ayağa kalkar ve Müftü’ye
şöyle der:
—Çay-kahve içmiyorsunuz; ama isterseniz birkaç tane çikolata alın bari.
Müftü daha da şaşkındır. Suratı kızarır, sinirlenir
ve izin alıp makamı terk eder.
Kısa bir dönem de olsa, Karşıyaka’nın Belediye
Başkan Vekilliği’ni yapan Celal Targay, 1994 seçimlerinde Belediye Başkanı olan
DYP’li Kemal Baysak’ın gazabına uğrar. Aynı, bir pazar günü, görevden alma
yazıları yazılan ve pazartesi günü de görevlerinden alınan müdürler ve memurlar
gibi…
İşçi olarak çalıştığı için, çeşitli müdürlüklerde
görev yaptırılır. Ama en sonunda da, Temizlik İşleri Müdürlüğü emrine verilir.
Günümüzde elinde çalı süpürgesi ile sokakları
süpüren Celal Targay, bundan hiç gocunmaz. O, onuru ile çalışmakta ve ekmek
parası kazanmaktadır.
Utanç duymamaktadır.
Asıl utanması gerekenler mi?
SHP’Lİ BAŞKAN’A
ECEVİT’TEN TEKLİF…
BORNOVA ADAYI ASLINDA KİMDİ?
1994 yılında yapılan yerel seçimlerde ülke genelinde
esen DYP rüzgârından, diğer iller gibi, kuşkusuz İzmir de payını aldı.
1984 yılında ANAP’la sağ, 1989 yılında SHP ile sol
bir partiyi yerel yönetime getiren İzmirli; 1994 yılında da yine sağ bir
partiyi, DYP’yi İzmir’de iktidar yaptı.
Ancak bu seçimlerde durum çok farklıydı. Gerçekten,
ilk kez bu kadar çok güçlü isim, Büyükşehir’e aynı anda aday oluyordu.
ANAP’tan DYP’ye geçen Dr. Burhan Özfatura ile SHP’den Yüksel Çakmur ikinci kez adaylığa soyunur-ken; milletvekili
seçimlerinde tercihli oy sıralamasında Türkiye ikincisi, eski Devlet Bakanı,
ANAP Genel Başkan Yardımcısı Işın Çelebi
ANAP’ tan; Süleyman Akdemir RP’den;
DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından aday gösterilmek istenen; ancak bunu
kabul etmeyen Cihan Türsen
yerine Ayla Selışık Tamar da DSP’den
aday gösteriliyordu.
Ancak bu seçimlerin üç parti arasında geçeceği,
hemen hemen herkes tarafından biliniyordu. Peki, sonuç ne olacaktı?
DYP, Özfatura ile İzmir’deki kan kaybını durdurmayı
ve hatta İzmir’de ilerleme kaydetmeyi hesaplıyordu. Özfatura’nın eski ANAP’lı
olması, kuşkusuz, yılların DYP’lileri tarafından tepkiyle karşılandı. Adının
açık-lanmasını istemeyen, bu kitabın hazırlanmasına önemli katkıda bulunan DYP’li
bir yönetici, o günleri şöyle anlatır:
…Parti olarak İzmir’i almayı elbette istiyorduk; ama bunu nasıl
yapacaktık? Ortaya adayım diye çıkanların hiçbirisi, bu beklentimizi
karşılamıyordu. Yani göz göre göre, pisi pisine se-çimleri kaybedecektik. Arayışlar
devam ediyordu. Bizler, Burhan Bey’i istiyorduk.
Sonuçta, parti olarak pek farkımız da yoktu ANAP’la. Sonuçta o oldu ve seçimlere
onu sokmaya karar kıldık… Genel Başkanımız Tansu Çiller de bunu kabul etti ve
teklifini yaptı.
Oysa Özfatura bu şekilde düşünmemektedir. Onun
ANAP’tan ayrılmasındaki en büyük etken, Özal’ ın sözleri olmuştur. Şöyle
anlatır bunu Özfatura:
…Özal ile sohbet ediyorduk. Bana, ANAP’ın artık eski ANAP olmadığını
söyledi. Çünkü Mesut Yılmaz’a karşı müthiş öfkesi ve tepkisi vardı.
O dönemlerde yeni bir partinin oluşumu söz konusuydu. Bu oluşumu bizzat
Özal sürdürüyordu. Özal bana, ‘Ben ayrılıyorum artık ANAP’tan.’ deyince, ben de
hiç tereddüt etmeden ayrıldım.
ANAYOL formülü için çok çaba harcadım. Ama olmadı. Ben, sonuçta DYP ile
ANAP arasında fazlaca fark göremiyorum. O nedenle de DYP’ den gelen teklife
evet dedim. Çünkü gerçekten ANAP, artık eski ANAP değildi...
SHP’de ise durum çok karışıktı.
Yüksel Çakmur’la yıldızı bir türlü barışmayan Genel
Başkan Murat Karayalçın, Çakmur’a tavrını koymuştu. O da pek istemiyordu
Çakmur’u… Çünkü SHP kurultayında kendisine karşı aday olmuştu. Adaylığı
sırasında, İzmir’e üs kuran, eskiden EGO ve TARİŞ Genel Müdürlüğü görevlerinde
bulunan Cihan Altınöz’ün yaptığı tüm çalışmaları engelliyordu. Altınöz’ün Karşıyaka Belediyesi ’nin
desteği ile astırdığı afişler, pankartlar Büyükşehir Belediyesi ekipleri
tarafından sürekli kaldırılıyor ve hatta yırtılıyordu. Ka-rayalçın bunları unutmamıştı;
ama yine de sağduyulu olmak ve davranmak zorundaydı.
İlçelerde adaylar ön seçimle belirlenmiş olmasına
rağmen, Büyükşehir adayı bir türlü belirlenemiyordu. Sürekli toplanan MKYK
üyeleri, Çakmur ile Cihan
Türsen arasında gidip geliyordu. Çakmur ise, yeniden aday
gösterilmesi yönünde bütün kulis çalışmalarını tamamlamıştı.
Toplanan SHP MKYK toplantısının sonuçları bekleni-yordu.
Heyecan doruk noktasındaydı. İzmir’de Türsen’i destekleyen ve hatta bildiri
yayınlayan DİSK, TÜRK-İŞ gibi
kuruluşlar, Çakmur’a kesin tavrını koymuştu. Çakmur, istenmeyen adamdı.
3 Mart 1994 Perşembe günü toplanan MKYK sonucunu
süratle alabilmek ve ona göre tavır belirlemek için, o dönemlerde Yeni Asır
Gazetesi Ankara Temsilcisi olan Semra
Çetin ile sürekli haberleşiliyor ve ondan telefon bekleniyordu.
Telefonum, saat 15.00 gibi çaldı:
—Merhaba, ben Semra.
—Merhaba…
—Üzgünüm. Toplantı bitti; ama sonuç sizin adınıza olumsuz.
—Nasıl yani?
—MKYK toplantısında Yüksel Bey’in aday gösterilmesi kararlaştırıldı.
—Peki Türsen’e oy çıktı mı?
—Evet, üç oy.
—Hayırlısı olsun.
ANAP’taki durum da pek iç açıcı değildi doğrusu.
Eski İzmir Valisi ve İçişleri Bakanı Kutlu
Aktaş, aday götse-rilmek isteniyordu; ancak Aktaş, kesinlikle kabul
etmiyordu.
Aday bulamayan ANAP; milletvekili ve Genel Başkan
Yardımcısı olmasına ve adaylığı hiç istememesine rağmen Işın Çelebi’yi, Büyükşehir
Belediyesi’ne aday gösterdi. Yani, gönül rızası ile gerçekleşmedi Çelebi’nin
adaylığı. Bu konuda, dönemin ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz ile Ekrem Pakdemirli’nin, “Işın, bu bir askerlik görevi gibidir. Kabul etmelisin. Tüm seçim masraf-larını
karşılamayı taahhüt ediyoruz.” sözleri, Çelebi’yi ikna edici rol oynadı.
Adaylığı pek istememesine rağmen Çelebi, parti
disip-lini gereği, gerçekten yoğun bir çalışma temposu gös-terdi seçimlerde.
Işın Çelebi’nin aday gösterilmesini bir türlü
hazmede-meyen il ve bazı ilçe başkanları ise, bu seçimlerde aktif olarak
çalışmak yerine, adeta oturmayı tercih ettiler. Ayrıca Genel Merkez tarafından,
seçimlerde kullanılmak üzere gönderileceğine söz verilen bütçenin sadece yarısının
gönderilmesi de sinirleri iyice gerdi.
Hatta bazı ilçe adayları bile, seçimlere on beş gün
gibi kısa bir süre kala, Genel Başkan Yardımcısı Şadan Tuzcu’nun Günaydın Gazetesi’nde yayımlanan, “Biz, İzmir’de seçimi kaybettik.” yönündeki
açıklamalarını örnek alarak Çelebi’ye ihanet ettiler.
Bunlardan biri, (3 Kasım’da yapılan seçimler-de YTP
adayı olarak listede adı görülen) Karşıyaka Adayı M. Ali Sarızeybek’ti.
Sarızeybek, seçimlere bir hafta kala, seçim
çalışmalarını sürdürdüğü Yamanlar, Örnekköy, Bayraklı gibi mahal-lelerde,
ANAP’lılara şöyle sesleniyordu:
—Arkadaşlar, Işın Bey’in kaybedeceği hemen hemen belli oldu. Biz kendi
işimize bakalım. Yüksel Bey ile an-laştım. SHP bizi Karşıyaka’da destekleyecek.
Bizler de onları Büyükşehir’de destekleyeceğiz. Artık bundan sonra böyle
çalışacağız. Bu fırsatı kaçırmayalım...
Seçim gecesi Sarızeybek, kendini belediye başkanı
sanarak yatağına yatmıştı; ama sabah kalktığında şok olmuştu: Çünkü, seçimi
kaybetmişti. Kendi partisinden olan bir adaya vefasızlığının bedelini çok ağır
ödemişti.
Bu kitabın yazarı olarak belirtmek isterim ki
Sarızeybek’in aday gösterilmesi konusunda bir hayli etkili olmuştum. Büyükşehir
adayı Işın Çelebi ile gün-lerce konuşarak, onu ikna ederek ve sonunda onayını
alarak, Sarızeybek’e adaylık teklifi yapan bendim. Çünkü Sarızeybek soyadı,
özellikle Soğukkuyu Ma-hallesi’nde bir ekoldü. Muhtar olan babası; dürüst, mert
biri olarak biliniyordu.
Işın Çelebi tarafından aday gösterileceğini zanneden
Ali Büge ise, adayların tanıtım
toplantısının yapıldığı Efes Oteli’ne geldiğinde, aday gösterilmemiş olduğunu
öğrenince bir hayli şaşırmış ve üzülmüştü.
Karşıyaka’da adaylık için yaşanan bu sorunun bir
benzeri de Konak’ta yaşanmıştı. Çelebi, ısrarla Hüseyin Özdilek’i aday
göstermek istiyordu. Buna rağmen, dönemin ANAP İzmir Milletvekili Süha Tanık ile Konya Milletvekili Mehmet Keçeciler, Mehmet Aydoğan’ın aday
gösterilmesini istiyorlardı. Yoğun kulis çalışmaları sonucunda, Mesut Yılmaz’ın
Konak Belediye Başkan adayı olarak Aydoğan’ı tercih etmesini sağladılar.
Sonuçta, Çelebi’nin istediği Özdilek yerine, Aydoğan aday gösterildi. Bu olay
Çelebi’yi, adaylıktan istifa etme noktasına kadar getirdi. Aday gösterilen
Mehmet Aydoğan da aynı Karşıyaka adayı Sarızeybek gibi Çelebi’ye ihanet etti ve
seçimlerde DYP adayı Burhan Özfatura ile işbirliği yaptı.
İşte böylesi bir aday tablosu ile seçimlere girecekti
İzmir.
***
Adaylar; gazete gazete, televizyon televizyon
dolaşıp, projelerini anlatıyorlardı. Çok yoğun davet alıyorlardı TV’lerden.
Bu davetlerden biri HBB televizyonundan geldi.
Dürüst, mert, yiğit gazeteci dostum Erhan
Akyıldız, üç başkan adayını İstanbul’a, YÜKSEK TANSİYON programına çağırıyordu. Davet, üç başkan adayı
tarafından da kabul edildi.
Bu kitabın yazarı da İstanbul’a gidecekti.
Uçağa binildi.
Ne tesadüftür ki üç aday da aynı uçaktadır ve
uçağın en ön sırasında dizilidir.
DYP adayı Özfatura, Basın Halkla İlişkiler Danışmanı
Haluk Narbay ve daha sonra Başkan
Vekili olacak olan Ertan Ülkü ile
yan yana otururken; Yüksel Çakmur, Işın Çelebi ve ben, diğer üç koltuğu
paylaşıyorduk.
Koridorun sağ ve sol başlarındaki koltuklarda
oturan Özfatura ve Çakmur, zaman zaman birbirine laf atıyorlardı. Bir ara bize
dönen Çakmur şöyle dedi:
—Işıncığım, nasılsın iyi misin? Ya sen Vecdiciğim? Sen de iyisin değil
mi?
İkimiz de “İyiyiz” dedik. Çakmur devam etti:
—Biliyor musun Işın, ben Vecdi’yi en az on beş senedir tanırım. Çok severim
kendisini. Başarılı bir gazetecidir. Hep takdir etmişimdir. Dürüsttür,
çalışkandır. Ayrıca Belediyeci-liği de çok çok iyidir. Birçok projeye imza
attı. Ama nedense, beş yıl süreyle çok yanlış bir adama danışmanlık yaptı.
Neyse, şimdi senin yanında, sevindim bak.
Çok şaşırdım. Çünkü Çakmur’un söylediğinin aksine,
tanışıklığımız on beş yıl olmamıştı. İnsan Hakları Parkı’nın yıkımı sırasında
benim için ağza alınmayacak sözler sarf eden bir insanın bu sözlerini, övgü
dahi olsa, nasıl olur da kabullenebilirdim? Bu mümkün değildi. Bu ve buna
benzer duygularımı kendisine söyledikten sonra sözü tekrar aldı:
—Bak Işın. Bu program çok önemli. Sen, sonunda sosyal demokrat yapıda bir
insansın. Ecevit’e danışmanlık falan yaptın. E, ben de öyleyim. Şimdi
yanımızda, şeriat özlemli dö-nek biri var. Eğer bu programda biz seninle kavga
edersek, bu adam kazançlı çıkar. Millet, ‘Bak bak iki tane demokrat adam kavga
ediyor.’ der. Gel seninle anlaşalım, ikimiz de ona saldıralım. Ne dersin, sence
uygun mu?
Çelebi çok kısa bir yanıt verdi:
—Valla ben gereği neyse onu yaparım. Merak etme.
TV stüdyosuna girildi, program başladı. Programın
bitimine kadar süren Özfatura ve Çakmur’un kavgaları görülmeye değerdi doğrusu.
Dosyalar ortaya çıkar-tılıyor; evraklar havada uçuşuyor; suçlamaların ardı arkası
kesilmiyordu. Erhan dostumuz bile, belki de pişman olmuştu çağırdığına. Program
çok zor bir şekilde nihayet sona erdi.
Sonuçta, ortada oturan Çelebi; pinpon maçı seyreder
gibi bir sağa, bir sola bakarak, biraz da konuşarak ve İzmir için yapacağı projeleri
anlatarak programı tamamladı. Bu programdan sonra dönüş yolunda yapılan sohbet-lerde,
herkes kendi çapında en başarılı olan kişiydi.
27 Mart Pazar günü, oy pusulalarının Harmandalı çöp
alanında, okul depolarında, kalorifer kazanlarında, sokak arası çöp
bidonlarında bulunduğu, ilginç bir seçim yapıldı.
Seçimin galibi ise, yıllarca ANAP’a yüzü dönük
duran, Özal’ın prenslerinden, bu yerel seçimlerde ise ANAP’a sırtını dönen
Burhan Özfatura idi. Özfatura İzmir’in, 1980 ihtilali sonrası üçüncü Büyükşehir
Belediye Başkanı oldu. Kendisinin ise ikinci dönemi başlıyordu.
Ankara ve İstanbul’da da Büyükşehir belediyeleri,
aynı İzmir gibi, sol bir partiden sağ bir partiye geçiyordu. Ankara’da Melih Gökçek, İstanbul’da ise günümüz
iktidar partisi AKP’nin lideri Recep
Tayyip Erdoğan başkanlık koltuğuna oturuyordu.
Acaba, DSP Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından
gelen teklife Cihan Türsen
olumlu yanıt verseydi ne olurdu? Verilen olumsuz yanıt üzerine aday gösterilen
Ayla Selışık Tamar’ın aldığı oy oranına bakmak gerekir.
Peki, Yüksel Çakmur yerine Türsen aday
gösterilseydi durum ne olurdu?
SHP seçimi kazanır mıydı?
Yılların CHP’lisi, partide “Baba” lakaplı bir dostumuz şöyle diyor bu konuda:
…Evet başarılı bir arkadaş. Çakmur’ dan çok daha sosyal demokrat, çok
daha insani. Biraz da vefasız; ama onun adaylığı diğerlerinin yanında çok ÇITIR kalırdı...
Şimdi birçok İzmirli, SHP’li bir Belediye Başkanı’na
DSP tarafından yapılan adaylık önerisini merak ediyordur.
Tarihi görüşmelerin, toplantıların ayrıntılarını
artık anlatma zamanı geldi. İşte tüm İzmirlinin ve özellikle de siyasetle
uğraşan ve uğraşacak olan insanların bilme-sinde yarar gördüğüm olayların perde
arkası...
1994 yılı şubat ayı...
Telefonum çalar. Arayan, bir dönemler Rahşan
Ecevit’in İzmir’deki prensi, en güvendiği adamı Hakan Düz demir’dir.
Israrla Başkan’la görüşmek ister. Kendisinin il dışında ve hatta ailesi ile
birlikte Kuşadası’nda olduğu söylenmesine rağmen ikna olmaz. Sürekli olarak,
mutlaka ve mutlaka acilen Başkan’la görüşmeyi talep eder. Ona göre konu, çok
gizlidir. Sonradan öğrendiğimize göre, Rahşan Hanım’ın kendi-sinden talebi
böyledir.
Gün içinde yapılan yaklaşık yirmi telefon görüşmesin-den
sonra, Başkan bilgilendirilir ve Hakan Düz demir’le
telefon görüşmesi olanağı sağlanır. Sonuçta Başkan, akşam Alaybey’deki evde
toplantı yapacağını söyler ve ekibi toplamamı ister benden.
Toplantıya, benimle birlikte, Başkan Yardımcısı Nejdet İleri, Kent A.Ş. Genel Müdürü Sinan An, Başkan’ın ağabeyi Vecdi
Türsen davetlidir.
Saat 20.30 gibi evde buluşulur. Rahşan ve Bülent
Ecevit yönlendirmeli Hakan dostumuz, o gece bir sonuç bekle-mektedir. O nedenle
çok ivedi; ama tutarlı bir karar alınmalıydı. Kimse, toplantının içeriğini
bilmiyordu. Başkan konuşmaya başladı:
—Arkadaşlar, çok teşekkür ederim geldiğiniz için. Çok önemli bir teklif
var. Bu nedenle ben de tatilimi kesip hemen geldim. Teklif önemli; ama ben de
tek başıma karar alamam. Burada hepiniz benim en yakın dostlarımsınız. Bu
nedenle birlikte karar vereceğiz bu teklife. Arayan Hakan dostumuz, biliyorsunuz
Rahşan Hanım ve Bülent Bey’in İzmir’de en inandığı isimlerden biri. Teklifi şu:
Benim, bu seçimlerde DSP’den Büyükşehir Belediye Başkanı olarak aday
gösterilmem...
Birden bir sessizlik olur. Herkes birbirine bakar.
SHP’den Büyükşehir adayı gösterilme beklentisi ve Karayalçın’a olan inanç ve
güven varken, “Böylesi bir teklif nereden
çıktı?” diye düşünüyordu herkes.
İlk sözü Nejdet İleri alır ve şöyle der:
—Başkanım, bu teklif hiç hoş olmayan bir teklif. Bugün Sayın Ecevit’ in,
DSP’nin, demokrat olduğunu söylemek mümkün değil. Ha MHP ha DSP ne farkı var
ki? Biz bunca yıl bunun için mi mücadele ettik? Nasıl açıklarız parti tabanına
bunu? Topa tutarlar bizi. Ben şahsen, bu teklifin reddedilmesi yanlısıyım.
Günümüzde, DSP’li Belediye Başkanı Erdal İzgi’nin
yanında görev yapmakta olan Nejdet İleri’ nin böyle bir yanıt vermesi, kuşkusuz
yadırganamaz. Çünkü Nejdet İleri, 1992 yılında Çiğli’de yapılmış olan ara
seçimlerde olduğu gibi, bu seçimlerde de SHP Çiğli adayı olacaktı. Eğer o SHP
adayı olur ve Türsen de DSP adayı gösterilirse, ortada çok karmaşık bir durum
olacaktı. Onun için karşı çıkmalıydı Nejdet İleri...
Kısa bir
sessizlikten sonra söz sırası Sinan An’a gelir. Şöyle der An:
—Nejdet’in düşüncelerine ben de katılıyorum Başkan’ım. Bu çok ilginç bir
teklif. Acaba Ecevit, SHP’nin önünü mü kesmek istiyor? Nereden çıktı bu? Bu
partinin solcu olduğu bile tartışmalı. Hatta kanımca olmadığı bir gerçek. Bence
uygun değil ama, son karar sizin. Vereceğiniz karara saygı duyarım; ama
birlikte devam edip edemeyeceğimizi bilmiyorum.
Söz sırası ağabeyi Vecdi Türsen ’dedir:
—Arkadaşlar, gerçekten ilginç bir teklif. Ben de çok şaşırdım. Bu seçimlerde
Çakmur, büyük bir ihtimalle yeniden aday gösterilecek. Ne dersiniz, acaba böyle
bir fırsatı kaçırmasak mı, kabul mü etsek? Belki çok daha iyi olur. Bir beş yıl
daha devam ederiz hep birlikte...
Ağabey Türsen’in orta yollu bu söylemleri sırasında
telefon çalar. Arayan yine Hakan’dır. Sonuç beklemek-tedir. Biraz daha süre
istenir. Söz sırası artık bu kitabın yazarına gelmiştir:
—Her şeyden önce ben bir bürokratım. Biz sizinle, beş sene önce birlikte
yola çıktık ve söz verdik birbirimize. Alacağınız DSP adayı olma kararını göğüsleyebilecekseniz
söylenecek bir sözüm yok. Eğer, ‘Ben DSP ile devam etmek istiyorum,’ di-yorsanız
ve beni de yanınızda görmek istiyorsanız, kararı siz verirsiniz.
Sonuçta, 1999 seçimlerinde hem genel ve hem de
yerel seçimlerden partisi birinci çıkacak ve 57. Hükümet’in Başbakanı olacak
Bülent Ecevit’in bu teklifine, Türsen “Ret”
yanıtı verir.
***
Peki 1999 seçimlerinde neler oldu?
İşte siyasetin cilveleri bu seçimlerde de ortaya
çıktı.
DSP’nin Büyükşehir adayı Ahmet Piriştina, ilçelerde
uyumlu çalışabileceği başkan adaylarını tespit etmeye başlar. Bunlardan birisi,
Karşıyaka için uygun gördüğü Cihan
Türsen ’dir.
Bornova için düşündüğü aday ise, günümüzde halen
Belediye Başkanı olan Cengiz Bulut ’un dışında, başka birisidir.
Genel Başkanı Bülent Ecevit tarafından yapılan
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanlığı adaylığı teklifini, o dönemlerde
milletvekili olmasına rağmen kabul eden Ahmet Piriştina, henüz seçim çalışmalarına
başlamadığı halde, Ankara’da bazı görüşmeler yapmaya başlar. Bornova adaylığı
için düşündüğü bu kişiyi arar ve onu yemeğe davet eder.
Meclis lokantasında gerçekleşen yemek devam
ederken, yanlarına eski Dışişleri Bakanı Şükrü
Sina Gürel ile eski Orman Bakanı Nami
Çağan gelir. Bu dört kişi, çeşitli konularda sohbet ederler.
İki bakan yemek masasından ayrıldıktan sonra
Piriştina bu kişiye, onu Bornova Belediye Başkanlığı’na aday göstermek
istediğini söyler.
Ancak bu kişi, Piriştina’nın teklifini kabul etmez.
Siyasetçi olmadığını, olmak da istemediğini ifade eder.
Çünkü kendisi o dönemlerde Ankara’da, ENDİ Mağa-zaları’nın
genel müdürlüğünü yapmaktadır.
Bu kişi, 1989 yılında TANSAŞ Genel Müdürlüğü göre-vini
Piriştina’ya teslim eden, 1999 yılında Piriştina başkan seçildikten sonraki
aylarda, Büyükşehir Belediyesi Genel Sekreterliği’ne getirilen İrfan Akça’dır.
Yani, Piriştina’nın ilk günlerde, Bornova adaylığı
için gönlünde yatan aslan Akça’dır…
Eğer İrfan Akça, kendisine yapılan bu teklife
olumlu yanıt vermiş olsaydı; günümüzde Cengiz Bulut ’un değil, onun kartvizitinde “Bornova Belediye Başkanı” yazıyor
olacaktı.
***
Bir bayramın ikinci günü...
Cihan Türsen ’den bana,
görüşme talebi gelir ve buluşma gerçekleşir:
—Vecdi biliyorsun aday gösterildim. Partide farklı bir anlayış var. SHP
gibi önseçim, örgüt gibi bir şey yok. Belki de doğru ve güzel olanı bu.
—Peki benden ne yapmamı istiyorsunuz?
—Sen ne yapabilirsin?
—Bana somut bir teklifte bulunmuyorsunuz; ama düşün-celerimi söyleyeyim.
Yeniden ve aynı koşullarda Karşıyaka için aynı heyecanı yaşamıyorum.Büyükşehir
olsa kabul; ama değil. Siz 1994’te DSP’nin teklifine hayır dediniz, şimdi ne
değişti de evet diyorsunuz, bunu anlamadım. Benim de geçirdiğim aşamalar nedeniyle
söylemek isterim ki yeniden Karşıyaka, yeniden partililer, yeniden talepler,
yeniden kavgalar bana artık çok uzak. Heyecan vermiyor. Bu, benim açımdan attan
inip eşeğe binmek gibi bir şey. Halen ticaretle uğraşıyorum. Ama günümün bazı
saatlerinde yardımcı olmaya çalışırım. Benim tek korkum, bu adaylığınızın An-kara’dan
geri dönmesi. Çünkü Ecevitler hiçbir şeyi unutmazlar.
Verilen olumsuz yanıtın nedeni çok açıktır. Çünkü
1994 seçimlerinde kendilerine hayır yanıtı verilen Ecevitlerin, böyle bir adaylığı
kabul etmesi mümkün değildir.
Çünkü hiçbir şeyi unutmaz Ecevitler...
Beş sene önce Büyükşehir Belediyesi adaylığı için
teklif götürülen bir adayın, bu teklifi reddetmesine rağmen, beş yıl sonra bu
kez ve hem de Karşıyaka’ya aday gös-terilmesini kabullenmek mümkün müydü
Ecevitler tarafından?
Yani sen, beş sene önce Büyükşehir’e birini aday
göster-mek için teklifte bulunacaksın ve ret yanıtı alacaksın; beş sene sonra,
bu kadar önemsediğin bir insanı bu kez bir ilçede aday göstereceksin...
Olamazdı böyle bir şey.
Olmadı da zaten…
Çünkü birileri geçmişi çok iyi anımsıyordu.
Ecevitlere yakınlığı ile bilinen, DSP İzmir Milletvekili
Burhan Bıçakçıoğlu, tam bir
Karadenizli kurnazlığıyla oyuna getirdi Türsen’i.
Piriştina, ilçe adaylarını açıkladığında Karşıyaka
adayı, Cihan Türsen
gözüküyordu. Bu, DSP’li birçok insanı rahatsız etmişti. Hemen hemen herkes
Türsen’i, ülkede esen rüzgara kapılan aday gözüyle görüyordu.
Hatta Türsen, CHP-SHP birleşmesinden sonra Yüksel
Çakmur gibi CHP’yi suçlayarak ayrılmamış mıydı CHP’ den?
İşte, siyasi tarihe bir fıkra gibi geçecek olayın
perde arkası.
Türsen’in aday gösterildiği günlerde Bıçakçıoğlu,
Türsen’i arar:
—Sayın Başkan, aday gösterildiniz. Kutlarım sizi. Ancak parti tabanında
ve ilçe yönetiminde bazı sıkıntılar var. Ben bunları gidermeye çalışıyorum.
Bana biraz süre verin ben sizi arayıp, partiye davet edeceğim, der.
Aradan günler geçer. Bu kez Türsen arar.
—Nasıl gelişmeler?
—Başkan, tepkiler devam ediyor; ama ortalığı yumuşatıyo-rum. Biraz daha
süre ver. Her şey yolunda gidecek. Birlikte çok güzel şeyler yapacağız. İzmir’i
sallayacağız...
Yaklaşık bir-birbuçuk hafta geçer. Türsen’in
beklentisi devam eder. Ancak bu arada, Ankara’dan gelen bir haber, Türsen’i ve
hatta Piriştina’yı bile hayal kırıklığına uğratır.
Türsen, DSP Karşıyaka Belediye Başkanlığı
adaylığından alınır. Ecevitlerin vetosu ile karşılaşır. Yerine, şimdiki
Belediye Başkanı Şebnem Tabak aday
gösterilir.
Bu konu araştırıldığında, altından Burhan Bıçakçıoğlu
çıkar. Çünkü Bıçakçıoğlu, Ecevitlere şöyle demiştir:
—Efendim, kendisi Piriştina tarafından aday gösterildi; ama günlerdir,
haftalardır bir kez olsun parti binasına bile gelmedi. Ne partililerle ne de
meclis üyesi adayları ile tanıştı. Bu nasıl adaylık biz de anlamadık. Parti
tabanı çok kızgın. İnsan bir kez olsun parti binasına gelmez mi?
İşte kaderin, siyasetin cilvesi...
Not: Kitabın baskı aşamasında elde edilen, 1994
seçimlerine yönelik bir bilgiyi aktarma gereğini hissediyorum.
Bilgi, www.yerelnet.org.tr adresli internet sitesinden
aynen alınmıştır. İlginç, genel bir bilgidir:
•1994 yerel seçimleri 27 Mart 1994 günü
yapılmıştır.
•1989 yılı ile 1994 yılı arasında seçim mevzuatında
şu değişiklikler olmuştur:
A) "Zorunlu oy" usulü getirilmiştir.
B) Yerel yöneticilerin seçiminde uygulanan "altı
ay süre ile o seçim bölgesinde oturmuş olmak" koşulu kaldırıl-mıştır.
C) Milletvekillerinin görevlerinden istifa etmeden
yerel yönetim seçimlerinde aday olmalarına olanak tanınmış-tır. Bu kişiler
seçimi kazandıkları takdirde 15 gün içerisinde tercih haklarını kullanacaklardır.
•Seçim 15 büyükşehir, 61 il, 848 ilçe ve 1786 belde
olmak üzere toplam 2710 belediye için yapılmıştır.
•Seçimlere 13 parti katılmıştır. Anavatan Partisi,
Büyük Birlik Partisi, Cumhuriyet Halk Partisi, Demokrat Parti, Demokratik Sol Parti,
Doğru Yol Partisi, İşçi Partisi, Millet Partisi, Milliyetçi Hareket Partisi,
Refah Partisi, Sosyal Demokrat Halkçı Parti, Sosyalist Birlik Partisi, Yeniden
Doğuş Partisi.
•On üç partiden yalnızca 4’ü ulusal barajı
geçmiştir: DYP, ANAP, SHP, RP. Seçim öncesi siyasi gelişmeler, yerel seçimin
genel seçim gibi algılanmasına yol açmış ve seçim propagandaları da bunun
üzerinden yapılmıştır. Seçim öncesi propagandalar üç temel üzerine oturmuştur:
Güneydoğu Anadolu Bölgesi, Laiklik sorunu ve Şeriat. Yerel yönetimlere yönelik
tartışmalar ikinci plana itilmiştir. Yaşanan ekonomik kriz propaganda malzemesi
olmamış, oysa seçimlerin hemen ardından 5 Nisan Kararları alınmıştır.
•2 Mart 1994 tarihinde milletvekillerinin
dokunulmaz-lığının kaldırılması, "sivil darbe" tartışmalarına yol
açmış ve uluslararası ilişkilerde Türkiye'nin aleyhine bir görüntüye neden
olmuştur.
•Seçim sandıklarının ve oyların çalınması,
seçimlere gölge düşürmüştür.
•Seçime Güneydoğu Anadolu bölgesinden katılan
adayların bir bölümü seçimlerden çekilmişlerdir. Bunun istisnası RP adayları
olmuştur.
•RP'nin başarısı özellikle büyükşehirlerde
beklenenin çok üzerinde olmuştur.
•DYP birinci parti olmuş, RP oylarını artırmıştır.
ANAP, beklediği oyun çok altında kalmış, solda birleşme sağlanamamış ve genel
olarak solun oy kaybı dikkat çekici boyutlarda olmuştur.
•Seçim öncesi kamuoyu yoklamalarının sonuçları
genellikle doğru çıkmamıştır. Seçim sonrası hükümette olan DYP-SHP koalisyonu
devam etmiş, ANAYOL formülü sonuçsuz kalmıştır.
İzmir’de 1.612.872 seçmenden, 1.479. 872’sinin oy
kullandığı ve oy kullanma oranının %91.79 gibi bir orana ulaştığı 1994
seçimlerinde, geçerli oy sayısı 1.395.850 oldu.
Bu oyların partilere dağılımı ise şöyle
gerçekleşti:
DYP 208.707
oyla % 23.51
SHP 306.642
oyla % 21.97
ANAP 301.275
oyla % 21.58
DSP 208.707
oyla % 14.95
RP 100.471
oyla % 7.20
CHP 80.329
oyla % 5.75
BĞM 7.589
oyla % 0.54
Bu oylarla birlikte, İzmir’de 83 belediyeden 32
tanesini DYP, 26 tanesini SHP, 14 tanesini ANAP, 4 tanesini DSP, 1 tanesini RP,
5 tanesini CHP ve 1 tanesini de bağımsız aday kazandı.
SHP, ANAP’TA
PEYNİR TENEKESİNDEKİ
KAFATASI
BELEDİYECİLİK hizmetleri; yol,
kanal, park yapmakla sınırlı değildir. Bu ve bunun gibi hizmetler, zaten
yapılması zorunlu olan hizmetlerdir.
Kitabın tamamı okunduğunda görülecektir ki hiçbir
başkan için, “Şu kadar yol, bu kadar park
yaptı.” gibi örnekler verilmemiştir. Buna gerek de görülmemiştir.
Belediyeler; kentin genel anlamda tüm sorunlarını
çözebilecek projeler üretirler ve uygularlar. Bunun yanında, vatandaşların özel
ve resmi sorunları ile birlikte özellikle resmi kurumların da taleplerini
yerine getirmekle yükümlüdürler.
Bunları yerine getirirken ise, parti ayrımı yapmamak
zorundadırlar.
Çünkü hizmetin partisi olmaz...
Ancak her dönemde, bu anlayışın uygulanmadığının
örnekleri görülür. Eğer talep, partili biri tarafından ve hele hele bir meclis
üyesinden gelmişse, o talep ivediler ve önemliler listesine alınır ve hemen
yapılır. Hatta bunun için, belediyenin tüm kurumları seferber edilir. Planlar
altüst olur; memurların, işçilerin elleri ayaklarına dolanır.
Yıllar boyu süren ve günümüzde bile halen devam
eden bu zihniyetin, belki bir oranda yıkılabilmesine yönelik olarak, 1989
yılında, Karşıyaka
Belediyesi tarafından ilginç bir çalışma başlatıldı.
Günlerden bir gün, başkan ile sohbet ederken, şu
öneride bulundum:
—Başkanım, dikkat ediyor musunuz? Halk gününe gelen vatandaşların büyük
bir bölümü SHP’li. Diğer partilerden kimse gelmiyor. Oysa hizmet, sadece bir
partinin üyeleri ile sınırlı kalamaz ve bu çok yanlış.
—Evet, ben de farkındayım. Ne yapalım ki?
—Belki çok uçuk bir öneri; ama gelin bundan sonra her hafta, bu halk gününü
diğer partilerin ilçe başkanlığı binalarında yapalım. Böylelikle, bu sorunun
çözümü için bir adım atmış oluruz.
—Doğru da, bizi topa tutarlar.
—Tutsunlar, denemeden bir şey öğrenemeyiz ki... Hem ne kaybederiz?
Öneriye sıcak bakan Başkan ile program yapıldı. Bir
sonraki hafta halk günü toplantısı, Türsen’ in görevden alınması için aylar
sonra dava açacak olan bir partinin, yani ANAP’ın Karşıyaka İlçe Başkanlığı
binasında gerçekleştirildi.
İlçe binasında, Genel Başkan “Tonton” lâkaplı Turgut Özal’ın duvara asılı büyükçe bir
fotoğrafının altında ilk toplantı yapıldı. Halkın katılımı, gerçekten çok
yüksekti. Dile getirilen özel ve resmi sorunlar, her zamanki gibi, anında tek
tek çözüldü.
Ertesi gün gazete sayfalarında şu başlıklar vardı:
SHP’li başkan ANAP’ta.
Türsen ANAP’ta.
ANAP’ta bir SHP’li.
Özal’ın fotoğrafı altında bir SHP’li.
Bu uygulama, halk arasında kuşkusuz çok olumlu
karşılandı. Vatandaş çok memnundu; ama her nedense, partililer pek memnun
değildi. Nasıl olur da bir SHP’li Başkan, ANAP’ta halk günü düzenlerdi?
Biz ise, hiçbir eleştiriye aldırış etmeden, sırasıyla
DSP, DYP ve RP’de bu halk günlerini düzenlemeye devam ettik.
Yukarıda belirttiğim gibi hizmet, particilikle sınırlı
değildir. Kamu kuruluşlarının da bazı sorunlarını çözmek durumundaydık.
İşte bir örnek:
O sabah da erkenden belediyeye gelmiş; bir yandan
kahvemi içiyor, diğer yandan da gazeteleri okuyordum.
07.40 sıralarında, Kaymakamlıkta çalıştığını
bildiğim bir görevli, beyaz bir beze sarılı büyükçe bir paket getirdi. Bu paket,
peynir tenekesine benziyordu ve ağzı mühür-lüydü. Görevli, masanın yanına yaklaşıp
paketi yere koydu ve şöyle dedi:
—Sayın Müdürüm, bunu Cumhuriyet Savcımız gönderdi. Aha bu da resmi
yazısı.
—Hayırdır, ne var bunun içinde?
—Oku da gör müdürüm...
Resmi yazıyı okuduğumda adeta şok geçirdim. Şunlar
yazılıydı özetle:
C.Savcılığı’na Karşıyaka/İzmir
.......ili,....... ilçesinde meydana gelen trafik kazasında hayatını
kaybeden, İzmir ili Karşıyaka nüfusuna kayıtlı .....’ın, kazadan sonra geriye
kalan ve bulunan bir adet başı, ilişikte gönderilmiştir. Adı geçenin hiçbir
yakınının bulunamaması üzerine, söz konusu kafanın gömülmesi için gereğini...
Şaşkındım.
Bir yazıya, bir tenekeye, bir de görevliye bakıyordum.
Düşünebiliyor musunuz, sabahın köründe gelen teneke
bir kutunun içinde, insan kafası bulunuyor...
Görevliye sordum:
—Niye bana getirdin bunu? Al bunları, doğru Sağlık Müdürlüğü’ne teslim
et, onlar bilir ne yapacaklarını.
—Götüremem Müdürüm, çünkü savcım bunu sadece ve sadece size teslim
etmemi istedi.
—Niye?
—Çünkü siz ne yapılacağını bilirmişsiniz.
—Tamam işte, al götür bunu dediğim yere.
Evrak ve “bir
adet” insan kafası, ilgili yere gitti; ama bu olayın şaşkınlığını,
saatlerce üzerimden atamadım.
***
Belediyelerin, vatandaşın özel ve resmi işlerini
çözümle-mekten de sorumlu olduğunu belirtmiştim. İşte buna güzel bir örnek:
Bir gün, yine sabahın erken bir saatinde, odama
yaşlı bir teyze girdi. Biraz ürkek ve tedirgindi.
Etrafa dikkatle bakındı. Tuvaletleri kontrol etti.
Başkan’ın odasına girip, etrafı gözledikten sonra, ma-samın önünde duran
koltuğa oturdu. Başörtüsünü açtı ve başladı konuşmaya:
—Evladım kusura bakma, senden başka kimse var mı yok mu diye merak
ettim. Olmadığı iyi oldu.
—Neden teyzeciğim?
—Çok önemli bir şey anlatacağım. Senden başka kimsenin duymasını istemiyorum.
—Buyur teyze, seni dinliyorum.
—Bak evladım. Ben emekliyim. İki gün sonra emekli maaşımı alacağım; ama
bugün için ekmek alacak param yok. İşte cüzdanım, bak.
—Rica ederim teyze bakmama gerek yok. Ama ben, biz ne yapabiliriz? Onu
söyle bana…
—Bak evladım. Sen bana, iki gün yetecek kadar para ver, ben sana bunu
iki gün sonra maaşımı aldığımda geri vereyim. Söz veriyorum, gelirim, veririm.
Ben öyle namussuz biri değilim.
—Rica ederim teyzeciğim. Peki ben sizin sorununuzu çözeceğim ama, siz de
bunu kimseye söylemeyeceksiniz. Anlaştık mı?
—Tamam evladım söz. Kimseye söylemeyeceğim.
Teyzeye, arzu ettiği parayı verdim ve onu
uğurladım.
Bu satırları okurken, “Allah bilir, teyze de gitti, para da gitti” diye düşünebilirsiniz.
Evet, teyze parayı aldı gitti. Ama gerçekten, iki
gün sonra geldi ve parayı iade etti.
Sonsöz: Eğer siz halka güvenirseniz, halk da size
güvenir. Halkı yok saymak, kendinizi yok saymaktır…
İNSAN HAKLARI PARKI
YAPIM SAVAŞLARI VE
SİLAH ÇEKEN
EMNİYET MÜDÜRÜ…
BU kitapta; İzmir,
İzmir Valiliği, Emniyet Müdürlüğü, Çevre Bakanlığı, Türkiye ve SHP gündemini
günlerce, aylarca meşgul eden; insanların tehdit edildiği, silahların
çekildiği, iki parmak kalındığındaki demir çubuklarla işçilerin işçilere ve
bürokratlara saldırdığı, kavgaların yaşandığı İnsan Hakları Parkı olaylarından
bahsetme-mek; bu kente ve sizlere haksızlık olurdu.
Anlatılacak bu olaylar, ilçe belediyeleri ile Büyükşehir
Belediyesi arasında yaşanan ve her dönemde de mutlaka yaşanacak olan
çarpıklığın çok somut ve çarpıcı bir örneği…
Yani, 1580 ve 3030 sayılı belediye yasalarının
açmazları, sorunları ve kötü örnekleri…
Çok iyi niyetli bir düşünce ile ortaya çıktı bu
parkın yapılması. Şöyle denildi açıklamalarda özetle:
…İnsan Hakları Parkı yapmaya yönelirken istedik ki, çağlar boyu büyük
çabalarla kazanılan insan hakları korunsun, geliştirilsin ve hep canlı tutulsun...
İnsan hakları değiştirilemez temel öğe kabul edilsin. Bu yönde kamuoyu
oluşturmak hepimizin temel görevidir.
Diliyoruz ki ülkemizde ve dünyamızda bu çabalar çoğalsın, hiçbir yönetim,
hiçbir kurum ve hiçbir kişi insan haklarını çiğneyen davranışlara girmesin.
İnsanca bir yaşam için beraber, el ele...
Parkın yapımının yanında ayrıca, her yıl 10 Aralık
Dünya İnsan Hakları Günü’nde, insan hakları savunucu-larına ödül verilmesi
kararlaştırıldı.
İnsan Hakları Ödül Komitesi şu isimlerden
oluşturuldu:
Cihan Türsen
Belediye Başkanı
Ord. Prof. Dr. Ekrem Akurgal
Arkeolog/Yazar
Prof. Dr. İbrahim Armağan
D.E.Ü. Güzel Sanatlar Fak. Dekanı
Dr. Alpaslan Berktay
İnsan Hakları Vakfı Kurucusu/Yazar
Güney Dinç
Avukat/Yazar
Prof. Dr. Münci Kapani
Hukukçu/Yazar
Samim Kocagöz
Yazar
Prof. Dr. Veli Lök
İnsan Hakları Vakfı Kurucusu
Prof. Dr. Mümtaz Soysal
Ankara Milletvekili
Vecdi Altay
Sekreterya ve Organizasyon
Cihan Türsen’in dönemi içinde; 1992 yılında Aziz Nesin’e, 1993 yılında ise
Ankara’da aracına bomba konularak öldürülen gazeteci Uğur Mumcu’ ya İnsan
Hakları Ödülü verildi.
Bu tarihten sonra verilen ödüllerin veriliş amacı,
her nedense biraz değişikliğe uğradı. Ödül Yönetmeliği dışına çıkıldı.
Kemal Baysak’ın
belediye başkanı olduğu dönemde; 1994 yılında Bosna Hersek Halkı adına Cumhurbaşkanı
Alija İzzet Begoviç’e, 1995 yılında Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanı Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu’ya ve 1998 yılında da Mehmetçik ile Şehit Aileleri’ne verildi.
1999 yılında göreve başlayan Şebnem Tabak ise, her yıl verilmesi planlanan bu ödülü 2001 yılında,
Eğitim Gönüllüleri Vakfı adına İbrahim
Betil ile futbolcu Mehmet Özdilek’e (Şifo Mehmet) verdi.
2002 yılı ödülleri ise, İmece Evleri Projesi’nde
emeği geçenler adına; Hukukçu Erbay
Yucak, Süleyman Bey Köyü Muhtarı
Birkan Yıldırım, Aksu Köyü Muhtarı Beşir
Üzen ile Çay Köyü Muhtarı Hicran
Ayaz arasında paylaştırıldı.
2001 ve 2002 yılında verilen ödüller; özellikle
insan haklarının önde gelen savunucuları, demokratik kitle örgütleri ve bu
uğurda hayatlarını yitirenlerin aileleri tarafından büyük eleştiri aldı. Birçok
çevre bu uygula-mayı, popülist politika
olarak yorumladı. Gerçekten de örneğin futbolcu Mehmet’in, insan hakları
konusunda ne veya neler yaptığı, sorulması gereken bir soru değil mi? Eğitime
katkı amacıyla yüklü miktarda bağış yapılması, insan hakları ödülünün verilmesi
için yeterli bir ölçüt müdür?
***
Uzun araştırmalardan sonra parkın, sahil yolu
üzerinde Nikah Sarayı’nın yanındaki alana yapılması kararlaştı-rıldı. O dönemlerde
sahil yolu düzenlemeleri de başladığı için, parkın buraya yapılması çok
isabetli ve anlamlı bir karardı.
Parkın projesi, mevzuat uygulanarak Karşıyakalı
mimar Bihrat Mavitan’a verildi. İnşasında ise ortak çalışma gerçekleştirildi. Karşıyaka
Belediyesi’ nin teknik olanak-ları da devreye sokularak park, üç müteahhit tarafından
yapıldı.
CHP’nin 1999 seçimlerinde Karşıyaka Belediye Başkan
adayı olan, Karşıyaka Spor Kulübü’nün eski başkanla-rından Cihan Büyükoral, yine Karşıyaka Spor Kulübü’nün eski
yöneticilerinden rahmetli Haydar Mert
ve Ekinciler İnşaat; gerçekten,
hemen hemen sıfır kâr marjıyla parkı yaptılar. Çünkü onlar da insan haklarını
savunuyorlardı.
Kış mevsiminin hızla yaklaşması, parkın inşasını
güçleş-tiriyordu. Fakat bir hedef vardı: Bu park, 10 Aralık İnsan Hakları
Günü’nde, SHP Genel Başkanı Erdal İnönü
tarafından açılacaktı.
Aksilikler hep peş peşe geldi. Hepsinin üstesinden
gelindi; ama Büyükşehir Belediyesi ile bu konuda da sorunlar başladı. Sürekli
uyarı yazıları geliyordu. Bu parkın yapılması, istenmiyordu Yüksel Çakmur
tarafından...
Sonuçta park, bazı eksiklerin ilerleyen günlerde
tamamlanacağı düşüncesiyle Erdal İnönü tarafından açıldı. Karşıyaka’da bu kadar
görkemli bir açılış, belki de ilk defa yapılıyordu.
Park açılmasına açıldı; ama Büyükşehir ile başlayan
sorun, bir çığ gibi katlanarak büyüyordu. Uyarı yazıla-rının ardı arkası
kesilmiyordu.
Büyükşehir Belediyesi’nin, Karşıyaka sahil yolunda
yapmayı planladığı altı şeritli yol projesine bu park, engel teşkil ediyordu.
Projenin bir bölümünün başlatılması için, sahil
yolu üzerinde bulunan tüm palmiyeler, derin köklü ağaçlar; kesiliyor,
kaldırılıyordu.
İşte ne olduysa, bundan sonra oldu.
Önüne geçilemez, uzlaşılamaz, konuşulamaz, iletişim
kurulamaz, ortak bir karar alınamaz noktalara gelindi. Kent, iki Başkan’ın
kavgası nedeniyle ayağa kalktı. İşçiler, memurlar uyuyamaz oldu. Sökülen
yaklaşık beş yüz ağacın büyük bir bölümünü Karşıyakalılar yeniden dikti.
İnatlaşma, tüm hızıyla devam ediyordu. Her iki
taraf, kendisine göre haklıydı. Ancak bilinen bir gerçek vardı: Hazırlanan
projede, amfitiyatro olarak görünen bölüm, imar planının dışındaydı. Türsen, bu
bölümle birlikte parkın tamamını kurtarmaya çalışıyordu. Çakmur’un hedefi ise,
parkın bütünüydü.
Tepkisini şöyle dile getiriyordu Çakmur:
…Karşıyaka sahilinde dev bir beton yığını olarak duran bu yapıyı sadece
adından dolayı sahip çıkılmasını beklemek büyük yanılgıdır. İnsan Hakları
kavramı beton yığınları ile değil, göze hoş gelen zarif çizgilerle yapılan
anıtlarla mümkündür.
İnsan Hakları, beton dikilerek savunulmaz...
Kavganın, karşılıklı sataşmaların dozu gittikçe
artı-yordu. Çakmur, parkın tamamını yıkmaya; Türsen de yıktırmamaya kararlıydı.
Tarih, 22 Temmuz 1992…
Büyükşehir Belediyesi tarafından defalarca söz
verildiği halde ve mahkeme kararı da bulunmasına rağmen, ağaç-ların sökümü gece
yarısı başladı. Büyükşehir’in hemen hemen tüm teknik araçları, ağır ağır
geliyorlardı Karşıyaka’ya. Girne Bulvarı başındaki Yunus Heykeli’ne
gelindiğinde, artık iş çığırından çıktı.
Karşıyaka Belediyesi’nin neredeyse tüm elemanları
ile Karşıyakalılar da bu alana gelmiş, araçları engelliyor-lardı.
Sonunda olaylar patlak verdi. Herkes birbirine
saldırıyordu. Ellerinde iki parmak kalınlığında demir çubuklar bulunan
Büyükşehir Belediyesi işçileri, Baş-kan’dan aldıkları talimatı yerine getirmek
için, aynı sendikada kader ve emek birliği yapmış arkadaşlarının üzerine
saldırıyordu. Bürokratlar ise, bir yandan kavgayı ayırmak isterken, diğer
yandan da feci şekilde dayak yiyordu...
Makedonya’da bulunan Yüksel Çakmur, araç telefonu
ile görüştüğü Başkan Vekili Kemal Balkanlı’ya, parkın tamamını yıkmadan
gitmemeleri, alanı terk etmemeleri talimatı veriyordu.
Bir ara kısa süreli bir sessizlik oldu. Türsen ile
Balkanlı, anlaşmaya çalışıyorlardı. Balkanlı; tüm İzmirlilerden,
Karşıyakalılardan özür diliyordu.
Gecenin çok geç saatlerinde gerçekleşen bu konuşma
esnasında birden, müthiş bir tokat sesi duyuldu. Ses, adeta yankılandı. Herkes,
“Bu ne biçim tokat sesi, Osmanlı tokadı
gibi...” diyerek çevresine bakarken, Karşıyaka Belediye Başkan Yardımcısı Ömer Erşan; kendisine, ağaçların köklendiği
alandaki araçların kaldırılması için söz verdiği halde, sözünü yerine
getirmeyen Genel Sekreter Yardımcısı Hamza
Erbuğ’un suratına tokadı
patlatmıştı. Herkes şaşkındı. Olay hemen kapatıldı; ama iki önemli bürokratı bu
noktalara kadar getiren kavga, aylarca konuşuldu.
Sahil yolu düzenlemesinin başlangıcından, parkın
bir bölümünün yıkım aşamasına kadar geçen süreç içinde, dönemin İzmir Valisi
Kutlu Aktaş; gerçekten çok büyük çaba harcadı, kurumları uzlaştırmak için...
Ama her nedense Büyükşehir Belediyesi uzlaşmaya hâlâ yanaşmı-yor, uzlaşmak
istemiyordu. Kanunlar çerçevesinde hare-ket edeceğini her görüşmede dile
getiren Aktaş, yasala-rın kendisine verdiği yetkiyi kullanarak, birçok sorunun
çözümünde aktif rol oynadı.
İzmir halkı ile bütünleşen Aktaş, 1994 yerel
seçimlerinde ANAP tarafından aday gösterilmek istendi; ama kendisi kabul
etmedi. Ardından 1999 yerel seçimlerinde aday oldu; ancak kazanamadı. Bu kez, 3
Kasım 2002 tarihinde yapılan Milletvekili seçimlerinde ANAP’tan bu sefer
milletvekili adayı gösterilen Aktaş, ANAP’ın baraj altında kalması nedeniyle
Milletvekili olamadı ve siya-setten de elini ayağını çekti.
Aktaş’ın bu olaylar sırasında gösterdiği devlet
adamı görünümü, uzlaşmacı tavrı, her zaman takdirle karşılan-dı.
Evet; 22
Temmuz gecesi yaşanan bu olaylardan sonra, dönemin Fen İşleri Müdürü, halen Karşıyaka
Belediyesi’nde çalışan Tuncay Çetin
başta olmak üzere, burada adını yazmak istemediğim birçok bürokratla, Büyükşehir’in
araçları tekrar gelir düşüncesi ile özel araçlarımızda sabahladık.
Sabahın ilk ışıklarıyla, sahil yolu üzerindeki
vahşetin boyutları, daha da net görünüyordu. Ortalık, tam anlamı ile bir savaş
alanı gibiydi. Kopan, parçalanan, köklerin-den sökülmüş palmiyeler, bu olayı
yaratanlara sitem ediyor: acı acı haykırıyordu... Her bir dal, her bir yaprak,
her bir gövde hüngür hüngür ağlıyordu sanki. İçler acısı bir görüntüydü bu. Tam
bir çevre katliamıydı…
Eskiden olduğu kadar kavak ağacı bulunmamasına
rağmen, günümüzde hâlâ İzmir’in Kavakları
adlı türkü ile anılan İzmir’de simge haline gelen palmiyelerin; bu şekilde
katledildiği bir yer daha yoktur herhalde…
Saat 08.00 sıraları…
Sivil plakalı bir araç, sert bir frenle yanımda
durdu. Araçtan “o” indi. Yanıma
geldi ve belindeki silahı çeke-rek şunları söyledi:
—Ulan p......kler. Ananızı .......im. Kaldırın ulan bu araçları buradan.
Sizlerle mi uğraşacağım. Dün geceden beri yaptık-larınız yeter. Bu şehri, bizleri,
bu kadar meşgul edemezsiniz. Sizinle mi uğraşacağız. Hemen, şimdi
kaldıracaksınız bu araçları buradan...
Bu kişi; Bursa’da görev yaptığı sırada, Nesim Malki cinayeti sanığı olarak göz
altına alınan Erol Evcil’i bir süre koruduğu öne sürülerek
merkeze çekilen, dönemin İzmir Emniyet Müdürü Orhan Taşanlar’dı.
Kısa bir sessizlikten sonra yanıt verdim:
—Lütfen doğru düzgün konuşun. Yakışmıyor size. Bu araçlar Karşıyaka
Belediyesi’nin. Sadece burada duruyorlar ve görev yapıyorlar. Ben de burada
Başkan adına resmi görevliyim. Söylediğiniz her söz, kendisine söylenmiş
gibidir. İfadelerinize dikkat edin...
Yaşanan bu kadar çok olaydan sonra, tüm mahkeme
kararları ve planlar uygulandı ve sonuçta Yüksel Çakmur, parkın tamamını
yıkamadı; ama en azından amfitiyatroyu yıkarak hedefine ulaştı.
Bihrat Mavitan’ın parkın yapım amacını anlatırken
bahsettiği “yaşam zorluğu”, parkın
yapımında olduğu gibi, yıkımı aşamasında da ne tesadüftür ki yaşandı...
Ve hatta tüm İzmirlilere yaşatıldı...
Şöyle demişti Mavitan:
…Yerde uzanan metal yolda biçimiyle ve parlaklığıyla netliği
vurgularken, içindeki yırtıklar bu yolda yaşam zorluklarını anlatır.
Ve su ise, yaşam yolunun su gibi akmasını diletir bize.
Yırtıkların bittiği nokta yavaşça yükselir.
Bilinmeyen soyut bir noktaya boşluğa, umuda uzanan bir perspektifi
anlatırcasına yükselip kapıyı geçer ve uzanır.
Nerede biteceğini kişinin düş gücüne bırakarak...
Kitabımızın bu bölümü, kuşkusuz daha birçok olay ve
anılarla doldurulabilir. Gazete sayfaları, köşe yazarları; bu olayı günlerce,
aylarca anlattılar. Bu konuda, sadece önemli gördüğümüz gazete haberlerinin
başlıklarını aktarmayı uygun görmekteyim.Yorumu, siz değerli okurların…
Sökülen ağaçları halk dikti… Karşıyaka’nın palmiyeleri Bornova’ya
dikildi... Türsen, Çakmur’a engel olunmasını istedi…Yol gerginliğine uzlaşma
çağrısı...Çölünüz mübarek olsun…Karşıyaka’da kesilecek palmiyeler toplantısı…Vali
ağaç kesimini durdurdu…Ağaçlarımızı kesme…Türsen’den kurdelalı protesto…Türsen,
kazıkları kurtarma peşinde… Çakmur: Sahil yolu yaşama geçirilecek…Sahil yolu
tartışması büyüdü…Türsen-Çakmur kavgası büyüyor…Türsen: Sorun Çakmur’un
kendisidir…Deniz kıyısında son kahvaltı… Türsen: Susmayacağız…Palmiyeler
kesilmesin…Sahil yolu mahkemelik…Mecliste dolgu kavgası…Türsen Çakmur’a hodri
meydan dedi…Kent terörü esti…Yazıklar olsun… Dakika dakika gergin gece… Çakmur,
en büyük çevre sorunu haline geldi… Aktaş, arabulucu… Çakmur, terörü şirin
gösteriyor… Palmiye sökümünü mahkeme durdurdu … Çakmur ile Türsen karşı karşıya…
Sorun, Çakmur’un kendisidir…Karşıyaka’da 20 ağaç köklendi, 500’ü sırada…
Palmiye katliamı… Vali Aktaş olaya el koydu… Karşıyaka sahil yolu
kavgası… Yol gerginliğine uzlaşma çağrısı… Palmiyelerin korunması için 20 bin
imza…İnsan Hakları, beton dikilerek savunulmaz…Palmiyelerin sökümünü Vali Aktaş
durdurdu…Türsen: Karşıyaka sorunu Çakmur’dan kaynaklanıyor…İzmir’de olaylı gece…İnönü:
Halkımızı üzmeden çözüm yolu bulun…Çevre Bakanı’ndan Çakmur’a “çalışmayı
durdurun” mektubu…Çakmur: Hukukun kararını bekliyorum…İlkel kavgaya hayır!... Çevreye
en duyarlı kitle Karşıyaka’dan Ağaçların sökülmesini engellediler…Şarkılarla
protesto ettiler…Palmiye kavgasında ilk raund Türsen’in…
SHP il başkanı Karakaş, Çakmur’u suçladı…Çakmur-Türsen savaşı kızıştı…Türsen,
sahil yoluna ÇED raporu isteyecek
Bu kavgaya son verin…Bu görüntüleri yaşamak istemiyoruz...
Karşıyaka’da gergin gece…Minik çevrecilerin protestosu…
Çevre Bakanı Akyürek’ten uzlaşma çağrısı…Karşıyaka için bakan devrede…Karşıyakalı
çocuklar sahil yolunda eylem yaptılar…Çakmur, Karşıyaka sahil yolu için
toplantı düzenledi…Çakmur’dan sahil yolu brifingi… Çakmur, Türsen’e söz hakkı
tanımıyor…Çakmur’un Karşıyaka çıkarması “fiyasko”!..Yeşillerin protestosu…Türsen
menfaatini düşünüyor…Çakmur’u 150 kişi dinledi…SHP’li başkanlardan söz düellosu…Karşıyaka’da
ağaç sökümüne başlandı…Karşıyaka’da ağaç kesimi için imza kampanyası
Palmiyeler için sevgi zinciri…Binlerce kişi yürüyüşe katıldı…
Karşıyaka’da yeşil zincir…Sünnet çocuğu da katıldı…Şimdi Çakmur buna ne
diyecek…3 günde 20 bin imza…Sevgi zinci-rinde halka olalım…Karşıyaka’yı bize
bırakın…Ya siyah, ya beyaz…Çakmur: Beni yıldıramazlar…Türsen, Çakmur’u Baro’ya
şikayet etti…Sahil Yolu’na eğlenceli protesto… Edebiyatçıların palmiye nöbeti…Ağaçlara
kurdela…
Bu başlıklar; Hürriyet,
Milliyet, Yeni Asır, Cumhuriyet, Türkiye, Zaman, Tercüman, Gazete Karşıyaka,
Günaydın, Güneş gibi gazetelerden derlenerek verildi.
Bu olaylar sırasında, özellikle Karşıyaka’da
yaşayan edebiyatçıların, yazarların tepkileri çok ilginçti. Sadece roman, şiir
yazmak gibi bir sorumlulukları olmadığını bilen ve hisseden duyarlı edebiyatçılar,
bu olaylara kayıtsız kalmadılar. Onlar; palmiye ağaçlarının altında günlerce, bıkmadan,
usanmadan nöbet tuttular ve hatta kendilerini ağaçlara bağladılar.
İşte bu edebiyatçılardan, TRT kökenli, Radikal
Gazetesi Köşe Yazarı Dinçer Sezgin;
o dönemlerde yayınlanan Gazete Karşıyaka’daki Yeri Geldikçe köşesinde, 27 Haziran 1992 tarihinde şunları
yazıyordu:
LÜTFEN ÇİÇEK GÖNDERMEYİN
İki yıl önce, sanırım Temmuz ayın-daydık. Akşam, evime geldim. Posta
kutusunda İzmir damgalı bir zarf çıktı. Merakla açtım. Kısacık bir kut-lama
yazısıydı. Şöyle:
Sayın Dinçer Sezgin,
Yunus Nadi röportaj yarışmasında kazandığınız birincilik ödülünü kutlar,
hemşehriniz olarak başarılarınızın devamını dilerim. Saygılarımla. Yüksel
Çakmur. İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı.
Öyle çok sevindim ki…Öyle çok kıvandım ki...
Yıllar yıllar önce, TBMM’de Engin Aydın ayaküstü tanıştırmıştı beni
sayın Yüksel Çakmur’la. Hem beni unutmayışına, hem belleğine hayran oldum o
kısacık kutlama yazısını okuyunca.
Öyle çok heyecanlandım ki.Öyle çok yüreğim kabardı ki.
İki damla yaş akıverdi gözlerimden...
Aradan iki yıla yakın bir zaman geçti. Karşıyaka Belediyesi’nin düzenlediği
BİR KİTAP BİR YAZAR adlı et-kinliklerden birine beni de çağırdılar. Sevine
sevine kalkıp geldim. Salon kalabalıktı ama Yüksel Çakmur yoktu. Ama beni
unutmadığını gösteren görkemli çiçekleri masanın önünde duruyordu.
O gün öyle çok sevindim ki…Öyle çok mutlu oldum ki...
Kendimi tutmasam onca insanın önünde ağlayabilirdim.
Sonra İzmir’e atandım. Yine Karşıyaka Belediyesi’nin destek verdiği
önerimle Anılarla Şiirler adlı iki etkinlik düzenledik. Çakmur orada da yoktu.
Ama çiçekleri oradaydı. O çiçekleri görünce yine çok sevindim, çok umutlandım..
Buraya değin her şey ne denli güzel değil mi? Ama şuradan itibaren söyleyeceklerim,
hiç de güzel olmayacak. İki gün önce bir akşam üstü, Karşıyaka’da, gövdelerine
fiyonklar bağlanmış palmiyeler gördüm. Fiyonkların üzerinde, FİYONK BAĞLI
PALMİYELER KESİLECEK diye yazıyordu. Kimin usuna gelmişti, kesilecek palmiyeler
üzerine pembe, ya da kırmızı renkli fiyonklar bağlamak bilmiyorum. Ama birden
bire gözü-mün önüne kurbanlık koyunlar geldi. Anadolu’nun bazı yerlerinde kurbanlık
koyunların boğazlarına böyle kırmızı fiyonklar bağlanıp dolaştırırlar.
Ama asıl düş kırıklığım, bu ağaçları, bu palmiyeleri Çakmur’un kestireceğini
öğrendim. Yani bana o çiçekleri gönderen Çakmur kestirecekti bu palmiyeleri.
Söylediler, Çakmur tam 540 tane palmiye kestirecekmiş. İnanmam dedim, bana
çiçek gönderen bir insan ağaçlara, çiçeklere, yeşile, doğaya, çirkinliğe evet
demez, dedim. Ama, ne yazık ki duyduklarım, söylenenler doğruymuş. Kesilecek
palmiyelerin üzerine çarpı işareti konmuştu.
Kırk yıl sonra geldiğim kentimde böyle bir KATLİAM’la karşılaşacağımı hiç
düşünmemiştim. Hele hele, gönderdiği bende ince, duyarlı, şiirden sanattan,
güzellikten yanaymış duygulanımları uyandıran bir insanın, bir katliamın altına
imza atması beni allak bullak etti. ACABA ÇAKMUR ÇİFT KİŞİLİKLİ Mİ? diye
düşündüm.
Yani o insanın içinde, kendi kendisiyle büyük bir savaşım var demektir.
Yani kendi kendisiyle barışık değildir. Bu yüzden de içindeki doğru sesi
duyması olanaksızdır. Ve o insan yardıma muhtaçtır. Siz İzmirlilerin yardımına
ve özellikle bilim adam-larının yardımına..
Sayın Çakmur, içinizdeki iyi insan savaşı kazanıncaya değin, lütfen bana
çiçek göndermeyin.
Eylem yapan edebiyatçılardan diğeri ise, Şair Hidayet Karakuş’tu. O da, KARŞIYAKALI
PALMİYE adını verdiği şiirinde, isyanını şöyle dile getiriyordu:
vinçle çekecekler yukarı
özsularım canım boşalacak
yaralarımdan size doğru
kardeşlerim son bir merhaba deyin
ölümü bekleyen gövdeme dokunarak.
yarın olmayacağım
köklerim toprağını yitirecek
yurdunu yitiren insan gibi
sizi hep sizi güzelleştirdim
rüzgarlarla selâmladım sizi
parmaklarınızla son bir kez dokunun
dökülen yapraklarımı yerden alarak.
ben karşıyakalı palmiye
kalbimin üzerinden yol geçecek
kök boşluklarımı beton dolduracak
artık otuz yıl kırk yıl
yeşil yok size serinlik yok.
dostlarım Karşıyakalılar
uyur uykunuzda sayıklayın
düşlerinizde görün beni
gerçekte olmayacağım artık
ruhumu da gövdemi de sizi de
çelik tanrılar göğe çekecek
ben sizi hep sizi düşündüm
gelin bir merhaba deyin
gövdemde buluştuğunuz sevgilinizi
anımsayın
düşürdüğünüz gülü
rüzgârıma karışan kahkahanızı
alın benden bir elveda deyin
çığlıklarım bunlar benim
varmazsa yüreklerinize
sağırsa bakışlarınız
körse diliniz
ne diyeyim çölünüz mübarek olsun
hayrını görün cehenneminizin.
Şair, yazar Hüseyin
Yurttaş da tüm sanatçıları, dönü-şümlü olarak palmiyeler altında nöbet tutmaya
çağırıyor ve şöyle diyordu:
…Gelin bu kurbanlık palmiyelerin son kez resmini çekin. Altında son kez
kitaplarınızı imzalayın ya da tuvalinize bu güzellikleri son kez çizin…
Bu olaylarda herkes, üzerine düşen görevi yerine
getirdi. Çevreye zarar vermeye yönelik her olayda eylem yaparak dünyaya sesini
duyuran uluslararası çevre örgütü Greenpeace
bile, Çakmur’un gerçekleştirdiği bu katliamı protesto etmek için Karşıyaka’ya
gelerek, İnsan Hakları Parkı’na bir palmiye dikti.
GAZETECİLERİN GAZETECİYE
YAPTIKLARI…
BU bölümde anlatacağım; meslektaşlarımla yaşamış
olduğum sorunlara, KURUM olarak Yeni Asır Gazetesi’nin değil; aksine
Yeni Asır’ın o dönem Yazı İşleri Müdürü Hamdi
Türkmen ile Muhabir Ahmet Aydın’ın
yol açtığını öncelikle belirtmek isterim.
Bu durum; bazı yöneticilerin, kişisel beklentileri
uğruna, çalıştıkları kurumları nasıl kullanabildiklerine bir örnek teşkil eder.
***
1989 yılında yapılan yerel seçimlerde, Türkiye’nin;
İzmir, İstanbul ve Ankara başta olmak üzere en büyük illerinde ve ilçelerinde
büyük başarı sağlayan SHP’li belediye başkanlarının en büyük özelliklerinden
biri, kuşkusuz yanlarına gazeteci kökenli kişileri almaları ve onlarla birlikte
çalışmalarıydı.
Bu özellik, saygı duyulacak bir özellikti. Bu
davranış, aynı zamanda gazetecilik mesleğine gösterilen saygının çok somut bir
örneğiydi.
İzmir’de de birçok belediye başkanı bu uygulamayı
ger-çekleştirdi. Gazetecilik mesleğinden ayrılarak belediyede görev yapan ilk
gazeteci bendim. Ardından Büyükşehir’de Atilla
Sertel, Bornova’da Cengiz Duyar,
Buca’da Ünver Ergün ve Konak’ta da Işık Teoman, Bülent Demirsoy gibi gazeteciler görev yaptılar. İçlerinde beş yılı
tamamlayan tek Basın Danışmanı ise, yine bendim. Çünkü, öyle söz vermiştim
Belediye Başkanı’na.
Bu görevin gerçekleşmesi, ilginç olaylar ve
tesadüfler zinciridir.
Seçim atmosferine girildiği dönemlerde, İmtiyaz
sahip-liğini Kömürcüler Odası eski Başkanı Latif
Demirağ’ın, genel yayın müdürlüğünü
ise Sezer Doğan’ın yaptığı; İzmir başta olmak üzere, İstanbul ve Ankara gibi
illerde halen gazetecilik yapan birçok meslektaşımız tarafından okul olarak
görülen EGE TELGRAF GAZETESİ’nde siyasi muhabir olarak
çalışıyordum. Hemen hemen her gün, en az üç aday adayı ile söyleşi yapıyordum
ve bunlar da bir bir yayınlanıyordu. Bu durum, patronu çok mutlu ediyordu.
Çünkü tüm aday adayları; yüzler-ce, binlerce gazete satın alıp, seçim
bölgelerinde ücretsiz olarak dağıtıyorlardı.
Bir sabah işe gitmek üzere evden çıktığımda posta
kutumda, Karşıyaka’da ön seçimi kazanan Cihan Türsen’in; tabloid boya, hafif
pembemsi bir kâğıda basılmış seçim broşürünü buldum. Gazeteye varıncaya kadar,
yolda incelediğim broşürde birçok hata gördüm. Yanlış ifadeler, cümle
düşüklükleri göze batıyordu. İçimden, “Bir
aday bunu nasıl yapar?” dedim. Broşürün arka sayfası ise, “arananlar” listesi gibiydi. Burada; Erdal İnönü, Yüksel Çakmur ve Cihan Türsen’in fotoğrafları sıralanmıştı.
Aynı gün, Yüksel Çakmur’un, 1.Kordon’da bulunan
seçim bürosunda basın toplantısı vardı. O dönemlerde Yeni Asır Gazetesi’nde
siyasi muhabir olarak çalışan; CNN TÜRK’ün açıldığı ilk günden, oradan
ayrıldığı güne kadar büyük bir başarı ile ekonomi ağırlıklı program yapan ve halen
SÜTAŞ’ın basın müşavirliği görevini
yürüten Sedat Pişirici ile buluşarak
seçim bürosuna gittik. Partililer, adaylar, sıraya dizilmiş; Çakmur’u
bekliyorlardı.
Çakmur geldi. Basın mensubu olarak, bizler de ayağa
kalktık ve Çakmur’la tokalaşmaya başladık. Sıranın en başında ben bulunuyordum.
Yanımda ise Sedat vardı. Sedat’a döndüm ve şöyle dedim:
—Bak Sedat, arkamızdan dolaşacak ve yine gelip beni, seni öpecek ve yine
hatırımızı soracak.
Gülüştük. Söylediğim gibi, birkaç dakika sonra
gerçek-ten aynı şeyi tekrarladı Çakmur. Çünkü Çakmur’un en büyük özelliği,
nerede olursa olsun insanları gözüne yakın bir yerinden öpmesi, saygı ve
sevgilerini sunmasıydı.
Basın toplantısı bitti ve hemen Türsen’in yanına
giderek şöyle dedim:
—Ya Başkan, broşürünü sabah gelirken yolda okudum; ama doğrusu bunu sana
ve Karşıyaka’ya hiç yakıştıramadım. Bunu okuduğumda, doğrusu, Karşıyaka’da
oturan bir vatandaş olarak tepki gösterdim. Niye bu kadar hatalar var, niye bu
kadar garip bir broşür bu? Keşke yardımcı olsaydık sana...
Türsen, bu broşürün çok acele yapıldığını; ancak
yardım edilmesi durumunda bunu seve seve kabul edeceğini ve hatta bir
Karşıyakalı olarak bunu yapmam gerektiğini iletti bana. Ben de kabul ettim.
Ancak bu beraberlik, seçimlere bir hafta kala gibi bir süre ile sınırlı
kalacaktı.
Konuyu Latif Demirağ ve Sezer Doğan’a açarak izin
istedim. Onlar da hiç tereddüt etmeden bu izni verdiler. Seçim sonrası yeniden
gazeteye dönebilecektim.
O bir hafta boyunca, Türsen ve ekibi ile çalışmalarımız
çok yoğun bir şekilde geçti. Hemen hemen tüm gazete-lerde, her gün, üretilen projelerin
haberleri yer alıyordu. Tabii bu arada, o dönemlerde gazetelerin yönetim
kadrosunda bulunan arkadaşlarımızın, etkin ve sözü dinlenir muhabirlerin katkılarını
da unutmamak gerekir.
Seçimlere bir-iki gün kala, artık son kozlarımızı
oynu-yorduk. Basına geçilmesi gereken bir faks için, görevlendireceğim eleman
bulma zorluğu çekiyordum. Seçim bürosunda, önüme çıkan bir bayandan bu görevi
yerine getirmesini istedim. Bayan, hasta olduğunu, bunu yapmayacağını
söylediğinde çok sert bir tepki göster-dim:
—Hanımefendi! Kimsiniz bilmiyorum, beni de ilgilen-dirmiyor; ama hasta da
olsanız bunu yapmak zorundasınız. Şurada kalmış bir-iki günümüz. Hem siz nasıl
hastasınız? Hastaysanız gidin evinizde yatın, burada da ayak altında
dolaşmayın. İşe yarayın. Alın şu bülteni, hemen basına geçin.
Bayan, hiçbir şey söylemedi; ama görevi de yerine
getirdi. Bu bayanı, mazbataların Kaymakamlık binasın-dan alımı sırasında bir
kez daha gördüm. Meğer bu kişi, Meclis Üyeliği’ne seçilen Nüket Tuna’ dan başkası
değilmiş.
Seçim gecesi, Karşıyaka sokaklarında büyük coşku
vardı. Sonuçlar açıklanmamıştı; ama ben görevim gereği, Türsen sanki seçimleri
kazanmış veya kaybetmiş gibi, evde, iki basın bülteni hazırlamıştım. Çünkü
biliyordum, seçim sonrası tüm meslektaşlarım, başkanlardan ilk demeçlerini
almak için çaba harcayacaklardı.
Saatler sonra sonuçlar belli olmaya başladı.
Karşıyaka Çarşısı’nda adeta bayram havası vardı. Çünkü Büyükşehir dahil tüm
ilçeler, ANAP’tan SHP’ ye geçiyordu.
Sonuçlar belli olunca, seçim gecesi bürodan iskele
mey-danına kadar yürümemiz saatler aldı. İskeleye geldiği-mizde, Türsen bana
seslenerek, seçim çalışmalarında kullanılan, kendisine ait kırmızı renkli Ford
marka ara-baya hemen binmemi istedi. Arabada benimle birlikte; aracı kullanan
Ahmet abimiz, Türsen’in kayınpederi rahmetli Azmi Çokbilir ve Karşıyaka’nın yeni Belediye Başkanı Cihan Türsen
vardı. Yolda Türsen’e, önceden hazırlamış olduğum ilk bülteni gösterdim (ikinci
bülteni ise, katlayıp cebime koydum ve hiçbir zaman kendisine gös-termedim).
Okudu ve onayladı.
Yüksel Çakmur’un seçim bürosuna geldik.
Meslektaşlarım diğer başkanlardan teker teker mesajla-rını alırlarken, biz
bülteni veriyorduk hemen. Çünkü gazetecilerin, gecenin önemi gereği zaman kaybetme
lüksü yoktu. Gazeteler baskıya girecekti. O dönemlerde Hürriyet Gazetesi’nde
görev yapan Mehlika Türkmenoğlu,
bülteni aldığında şöyle dedi:
—İşte Karşıyaka farkı, farklılığı...
Sabahın çok erken saatlerinde eve dönüldü. Öpüşerek
ayrıldık Türsen’le. 27 Mart akşamı, evden Türsen’i aradım. Eşi Bingül,
gelmediğini, gelir gelmez aratacağını söyledi. Gerçekten de gecenin ilerleyen
saatlerinde aradı Türsen:
—Vecdi, her şey için teşekkürler.
—Ben de çok teşekkür ederim. Benim açımdan hem deneyim ve hem de keyifli
bir çalışma oldu. Umarım, farklı alanlarda olsak da, ileride de çalışma
ortamları yaratırız, etkinlikler gerçekleştiririz.
—Neden olmasın? Hatta bu birliktelik belediyede bile olabilir.
—Nasıl yani?
—Yarın gel işbaşı yap. Ben de zevk duyarım.
Bu teklif, samimi bir teklifti. O dönemlerde her ne
kadar Yüksel Çakmur’un kadrolaşma listesinde Büyükşehir Belediyesi Basın Halkla
İlişkiler Daire Başkanı olarak adım geçiyordu ise de, Türsen’i tercih etmem
kadar doğal bir şey olamazdı. Zaten, aynı zamanda Karşıyaka’da oturuyordum ve
Karşıyaka’yı gerçekten çok seviyordum.
Böyle de oldu.
İlerleyen günlerde Türsen’le Belediye’de buluştuk.
Hiçbir koşul öne sürmedim. Bana, konumuma uygun bir kadro arandı; ama bir türlü
bulunamadı. Türsen, o dönemlerde aldığı maaşın bir bölümünü bana veriyor-du.
Bu, bir süre böyle devam etti.
Daha sonra ise, daktilo memurluğundan zabıta memuru
kadrosuna atanarak; vekaleten özel kalem başta olmak üzere, aynı zamanda basın
halkla ilişkiler, kültür gibi daha birçok görevi yürütmeye başladım.
İşte bu tür kadrolaşma bile, belediyelerde basın
danış-manı görevini üstlenen gazetecilerin hangi koşullarda çalıştıklarına
somut bir örnektir.
Her şey iyi gidiyordu. Yıllarca bürokraside görev
yapmış olmamın avantajlarını kullanıyordum.
Haftalar, aylar hızla ilerliyordu. Görevim gereği,
yeri geldiğinde 24 saat çalışmayı kabul etmiştim; çalışıyordum. Bu nedenle,
Belediye’ye ait Bostanlı 6345 sokaktaki lojmana Görev Tahsisli olarak taşınacaktım.
Çok ilginçtir bu ev, benden önce burada oturan iki
belediye görevlisinin vefat etmesi nedeni ile, uğursuz ev olarak nitelendiriliyordu.
Kimsenin oturmak istemediği bu konutu; Muhtar, polis ve belediye görevlileri
ile birlikte açtırdım. İçerisi, gerçekten berbat bir haldeydi. Eşyaların sayımı
ve dökümü yapıldı. Tutanakla birlikte Örnekköy’deki şantiyeye kaldırıldı.
Oturulması mümkün olmayan konutun, boyanması veya
başka bir şekilde temizlenmesi gerekiyordu. Satınalma Müdürlüğü elemanlarına
talimat vererek, boya ve duvar kağıdı fiyatlarının araştırılmasını istedim.
Aynı gün gelen teklifleri ilgili kişilerle de değerlendi-rerek, en ucuz olanın
duvar kağıdı olduğuna karar verdim. Gerekli yasal işlemler yapıldı. Karar
encümen-den geçti ve konut duvar kağıdı ile kaplandı.
Aynı zamanda encümen üyesi olan Meclis Üyesi Ahmet
Bozkurt, sanki beni ve Türsen’i yıpratmak istermişçe-sine, gizli gizli basını
arayarak, birçok konuda aslı astarı olmayan ihbarlarda bulunuyordu.
Birçok gazete, muhabir; bu ihbarları ciddiye
almazken, Karşıyaka Belediyesi’ne bakan, halen TRT İzmir Bölge Müdürlüğü’nde
görev yapan dönemin Yeni Asır muhabiri Ahmet Aydın; bu ihbarlara adeta
balıklama atlıyordu. Kendisine göre, çok çok önemli haberler yakalıyordu. Bu
tür mevkilere saldırarak, aslı astarı olmayan haberler yaparak, meşhur olunmayacağını
bilmiyordu.
Gazetecilik mesleğine yaklaşımım ve meslek
ilkelerim açısından aykırı düştüğüm bu gazeteci; Ahmet, Bozkurt’un daha
encümene bile iletilmemiş yanlış ih-barının oyununa gelmiş ve haberi yazı
işlerine taşımıştı.
Ne ilginçtir ki yazı işleri de bu haberi; araştırma
yapma, karşı tarafın görüşünü alma gereği bile duymadan yayınlamakta bir
sakınca görmemişti. Ama ne üzülecek bir olaydır ki, dönemin yöneticilerinin “çamur at, izi kal-sın” yöntemi geçerli
olmuştu.
Haber, Yeni Asır’ın 15 Şubat 1990 tarihinde
yayınlanan sayısında şöyle verildi:
Duvar Kağıdı tartışması
Karşıyaka Belediye Başkanı Cihan Türsen, Belediye Özel Kalem Müdürü Vecdi
Altay’ın belediye lojmanlarındaki dairesine duvar kağıdı döşetilmesi talebini
Encümene sevk edince olay çıktı. SHP Meclis üyesi Ahmet Bozkurt. İbrahim Doğan,
Müjdat Ünsalan ve Avni Çelebi, teklifi reddettiler.
Büyükşehir lojmanlarından bekar olmasına rağmen Altay’a daire tahsisinin
yanlış olduğunu savunan Bozkurt teklifin de Büyükşehir’e yapılması gerektiğini
öne sürdü (Yazarın notu: Büyükşehir tarafından ilçe belediyelerine, kullanılmak
üzere tahsis edilen tüm konutların bakım ve onarımı, yasa gereği ilçe
belediyelerine aittir. Bozkurt, bu yasayı bilmeden açıklamada bulunmuştur. Bir
meclis üyesinin bunu bilmemesi, düşündü-rücüdür.).
Bozkurt şöyle konuştu: Evli çoluk çocuk sahibi pek çok belediye çalışanı
varken, bekar Vecdi Altay’a lojman tahsis edildi. Bu yetmiyormuş gibi, şimdi de
duvar kağıdı isteniyor. Vatandaş hizmet beklerken, sayın başkan duvar
kağıtlarıyla uğraşıyor. Encümende olduğum sürece, belediye parasının çarçuruna
karşı çıkacağım.
Haber içinde “Yazarın
notu” olarak belirttiğim gibi, konutların bakım ve oranımı ilçe
belediyelerine aittir. Hatta bu konuda, Yüksel Çakmur tarafından 25.09.1989
tarihinde Karşıyaka Belediyesi’ne gönderilen, çok ilginçtir, tarihi ve sayısı
bulunmamasına rağmen kaydı yapılan evrakta şunlar yazılıydı:
...Bu bilgiler ışığında Belediye Başkanlığınıza tahsis edilen 31 konutun
bundan böyle 2946 sayılı yasa ve uygulama yönetmeliğine göre tahsisi, bakımı, onarımı
ve tahliye işlemleri başkanlığınızca yürütülecek olup, kira sözleşmeleri
belediye-miz Emlak ve Kamulaştırma Müdürlüğünce yapılacaktır. Bilgilerinize
rica ederim.
18 Ocak tarihinde, yani Ahmet Bozkurt’un
açıklamasın-dan üç gün sonra toplanan Encümen, 4/57 Karar No ile 450.000.-TL bedelli işi Birlik Ticaret’e
yaptırma kararını alıyordu. Yani, açıklamalarıyla yıpratma politikası uygulayan
bazı üyelerin imza ve kararlarıyla... Eminim sizler de, “Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu.” Diyorsu-nuzdur içinizden...
Peki, yukarıda da belirtildiği gibi, eğer konut
yağlıboya ile boyansaydı ne ödenecekti?
Yaklaşık 510.000.-TL...
***
Her insanın, ekonomik koşullarını iyileştirebilme
adına; yasal, başkasını ezmeden, başkasının hakkını yemeden, başkasının
koltuğunu altından çekmeden, omuzlarına binmeden yaptığı her mücadeleye saygı
duyarım. Kendi adıma da bunun böyle olmasını isterim.
Her çalışan, üreten insan gibi benim de ekonomik
anlamdaki kazanımlarım yeterli gelmiyordu. Memur kadrosu ile aldığım maaş,
görevim ve yaşamım gereği yetmiyordu. Bunun için yeni yeni arayışlara
girmiştim. Memur kadrosundan istifa edip, işçi kadrosuna geçmeyi önerdim
Başkan’a. Başkan da gerekli olan tüm yasal işlemlerin yerine getirilmesi
koşuluyla, teklifimi kabul etti. Her şey hazırlandı ve yasal süreç başlatıldı.
Bu süreç işlerken, yine yanlış istihbarat alan
uyanık gazeteci Ahmet Aydın ile Karşıyaka Çarşısı içinde bulunan belediye
binasının önünde karşılaştım:
—Vecdi abi, seninle ilgili bir bilgi var. Memurluktan istifa edip, işçi
kadrosuna geçecekmişsin, doğru mu bu?
—Evet Ahmet doğru. Her insan gibi benim de böyle bir hakkım var.
—Yasal olmadığını söylüyorlar.
—Neresi yasal değilmiş?
—Bilmiyorum abi. Ben bunu haber yapacağım. Ne söylersin?
—Benim söyleyecek fazla bir şeyim yok. İstersen çık yukarı, Başkan yerinde.
Ancak şunu bil ki yine yanlış istihbarat almışsın. Bunu da yanlış
yorumlamışsın. Aman dikkat et, bu haber yüzünden tekzip yiyebilirsin. Sen yine
de ağabey sözü dinle.
Ahmet’in Türsen’le görüşmesini gerçekleştirmiş oldu-ğunu,
Belediye’ye döndükten sonra öğrendim. Ancak içim rahat değildi. Mesleki
tecrübelerim bana, Ahmet’i arayıp nasıl bir haber yapacağını öğrenmem
gerektiğini söylüyordu. Ahmet, telefonda garip garip konuşup kendini savunmaya
kalkınca, anladım ki yazı işlerini yine yanlış yönlendirecek.
Aynı zamanda Ahmet Aydın; günlerce, sabahın en
erken saatinden gecenin ilerleyen saatine kadar lojman karşı-sında yapılmakta
olan inşaatın balkonunda nöbet tutu-yor; sürekli beni izliyor; fotoğraf
çekiyordu. Bu yaptığı bile yasal değildi; ahlâka sığmıyordu ve kişilik
haklarımın sınırlarını zorluyordu. İstediği bir fotoğrafı elde etmek için, bu
kadar yıpranmasına gerek olmadığını, dilerse istediği bir şekilde poz bile
verebileceğimi söylememe rağmen, kendince gazetecilik (!) yapmayı tercih
ediyordu.
Bu duruma elbette seyirci kalamazdım. Hiç tereddüt
etmeden gazeteye gidip, dönemin yönetim kadrosu ile görüşmeler yaptım.
O dönem; üst düzey yöneticiler arasında, Günaydın
Gazetesi’nin Ege ekinde çalışan, ancak işlerine son verilen, daha sonra Dinç
Bilgin’i ikna ederek yeniden Yeni Asır’a dönen, Erdal Şafak ile Hamdi
Türkmen vardı.
Sabahın çok erken saatlerinde, gerek Hamdi Türkmen
ve gerekse dönemin Haber Müdürü Gönül
Soyoğul ile yaptığım görüşmede, tüm yasal belgeleri önlerine koydum. Tek
tek açıklamalarda bulundum. Yapılacak olan bir haberin, mümkün olduğunca bu
belge ve bilgiler çerçevesinde değerlendirilmesini istedim. Ardından da, bu
çerçeve dışında yayınlanacak bir haber karşısında yasal haklarımı sonuna kadar
kullanacağımı ifade ettim.
Hamdi Türkmen ve Gönül Soyoğul’un yaklaşımları son
derece olumluydu. Hatta her ikisi de, işin aslının bu şekilde olduğunu
bilmediklerini, bu olayın haber değeri taşımadığını söyledi.
Amacım, haberi engellemek değildi kuşkusuz. Buna
hakkım da yoktu. Ancak, muhabir tarafından bilgilen-dirilmenin eksik ve yanlış
olabileceğini anlatmak gerekiyordu.
Bana verilen söze güvenerek gazeteden ayrıldım.
Ertesi sabah, yani 03.09.1990 Pazartesi günü Yeni Asır Gazetesi’ni okurken üçüncü
sayfaya geldiğimde, şok olmuştum. Gazetenin yönetimi, çok ilginçtir, 1994
senesinde Bornova Belediye Başkanı olan Prof.
Dr. Aysel Bayraktar’ın yanında,
gerçekten TEMİZLİK İŞÇİSİ kadrosunda
göreve başlatılan; ancak BASIN
DANIŞMANLIĞI yapan muhabir Ahmet Aydın’ın hazırladığı bu haberi, sayfalara
taşımıştı. Oysa Ahmet, basın danışmanlığı yaptığı o dönemde, hiçbir gazeteye
haber olmamıştı. Haber değeri taşımıyordu demek Ahmet (!)...
Sayfanın manşeti şöyleydi:
SARI BASIN KARTLI ÇÖPÇÜ ARANIYOR
Haber özetle şu şekildeydi:
Türsen, Basın Danışmanına daha fazla maaş verebilmek için ilginç bir
yöntem buldu. Yüksek ücret için işçi olması. İşçi kadrosu için de sınav
gerekiyordu. Böylelikle 1 milyon 200 bin lira maaş alacaktı. Yasal Kılıf hazırlandı.
Karşıyaka Belediyesi Temizlik işlerine alınacak bir işçi için sınav açtı.
Vasıflar da Vecdi Altay’ın tanımına uyduruldu. 30-35 yaşlarında, en az lise
mezunu, sarı basın kartına sahip, fotoğraf makinesi, fax ve telefax
kullanabilen bir işçi.
Ancak, bu olayın gelişimi hakkında bilgi aktarmak
gerekir; yanlışlıkları düzeltebilmek adına. Çünkü Türkiye’de, herhalde sadece
ve sadece İzmir’de görülebilecek ilginç bir olaydır bu yaşananlar...
Bu olay yüzünden İçişleri Bakanlığı, Valilik,
Kayma-kamlık, müfettişler, mahkemeler gereksiz yere harekete geçirilmiş ve mesleki
etik ayaklar altına alınmıştır.
Personel Müdürü Ayşe Tan ve Koordinatör Başkan Yardımcısı Nejdet İleri imzalı 08.08.1990 tarih ve 1990/1127 sayılı bir yazı,
Başkanlık Makamı’ na gönde-rilir. Yazıda şöyle denilmektedir:
Başkanlık Makamına
Belediyemiz basın ile ilişkilerini yürütmek amacıyla, gazetecilik mesleğinde
deneyimli bir işçi personele gereksinim duyulmaktadır. Yukarıda belirtilen işçi
personelin İş Bulma Kurumundan sağlanması ve kişi başına ödenecek 30.000.-TL
ücretin kuruma yatırılması hususunun Encümen’ce görüşülerek karara bağlanmasını
tensiplerinize arz ederim.
Bu yazı Başkan tarafından onaylanır ve Encümen’e
sevk edilir. Encümen kararından sonra, İş Bulma Kurumu’na müracaat edilir ve
işçi istem formu gönderilir.
İşte bu istem formu, yaşanan bu olayların dikkat
çeken en önemli noktasıdır. Bu form incelendiğinde görülecek-tir ki hiçbir bölümünde
TEMİZLİK İŞÇİSİ ifadesi yok-tur.
Formun 5 numaralı, “İşyerinde başvurulacak kişinin veya ilgili birimin adı” bölümünde
BAŞKANLIK; 10 numaralı,
“İstenilen elemanın işyerinde yapacağı iş” bölümünde de ise BASIN
DANIŞMANLIĞI VE HALK-LA İLİŞKİLER yazmaktadır.
Yani, Temizlik İşleri Müdürlüğü uhdesindeki
kadronun, Başkanlığa tahsis edilmesinden ibaret bir konudur. 5 nolu bölümde belirtildiği gibi,
başvurulacak birim TEMİZLİK İŞLERİ
değil, BAŞKANLIK’tır.
Söz konusu yazılı ve sözlü sınavın bile yapılmadığı
iddi-aları ortaya atıldı bu sırada. Oysa bu bile acımasız bir iftiraydı. Yazılı
sınav yapılmıştı. 23.08.1990 tarihinde,
Koordinatör Başkan Yardımcısı Nejdet İleri,
Kültür Müdürü Ercan Kızılay ve
Personel Müdürü Ayşe Tan’dan oluşan
komisyonun soruları şöyleydi:
1)Hilafet hangi tarihte kaldırılmıştır, laiklik nedir, Tevhid-i tedrisat
size ne anlatır? Kısaca açıklayınız.
2)İstanbul ve Çanakkale boğazlarında Türkiye’nin denetim ve egemenliğini
pekiştiren anlaşma hangisidir? Hangi tarihte imzalanmıştır?
3)Basın ve düşünce özgürlüğünün ayrılmazlığını kısaca açıklayınız.
4)Belediye yönetim organlarını sayınız.
5)2x + 3y = 5
x – 2y = 6 denklemini çözünüz?
Haberde bahsedildiğinin tersine, yapılan tüm
işlemler KILIFLI değil, her
anlamıyla YASALARA UYGUNDU...
Peki bu haberden sonra neler oldu?
İşte, İzmir’i ayağa kaldıran; İzmir gündemini,
Bakanlığı, Valiliği, Kaymakamlığı, mahkemeleri; aylarca, yıllarca gereksiz yere
meşgul eden olaylar zinciri başladı. Başkan Türsen, yasal bir işlemi yerine
getirdi. 07.09.1990 tarih ve 2266 sayılı bir yazı göndererek, lojmanı terk
etmemi istedi:
...6345 sokaktaki 24/8 kapı nolu lojman, görev önemine binaen 11.01.
1990 tarihinde şahsınıza tahsis edilmiş idi. Bu kez, 27.08.1990 tarihi itibariyle
belediyemiz sürekli işçi kadrosuna geçmiş olmanız nedeniyle 2946 sayılı Kamu
Konutları yasasına göre lojmandan yararlanmanız mümkün değildir. Bu nedenle,
Kamu Konutları Yönetmeliğinin 21. maddesinin d bendi uyarınca, yazının size
tebliğ edildiği tarihten itibaren iki ay içinde oturmakta olduğunuz lojmanı
tahliye ederek anahta-rını Belediyemiz Emlak İstimlak Müdürlüğü’ne teslim etme-niz,
aksi takdirde yönetmeliğin 8. maddesine göre işlem yapıla-cağı konusu önemle
tebliği olunur.
Elbette şaşılacak bir durumdu bu.
Bu kez, 18.09.1990 tarihinde, ben bir dilekçe
vererek şu görüşleri bildirdim:
...2946 sayılı yasa ve ilgili yönetmelikler uyarınca yaptığım görev
özelliği ve önemi dikkate alınarak, halen oturmakta olduğum lojmanda kalmam gerektiği
inancını taşımaktayım...
İşte bu dilekçenin altında, Türsen’in kendi el
yazısı ile yazdığı, imzaladığı ve Emlak İstimlak Müdürü Vildan Bilgi’ye
gönderdiği bir not vardır.
Bu notta şöyle denilmektedir:
…Görevinin önemi ve özelliği dikkate alınarak lojman kullan-mı uygundur.
Cihan Türsen
Bu arada ben de boş durmuyor; gazeteye dava açma
hazırlıkları yapıyordum. Avukatım Ümit Aydil, tüm delilleri topluyor ve sonunda
davayı açıyordu.
Bu arada, Türkiye Gazeteciler Sendikası İzmir Şube
Başkanı Hüseyin Arslan ile o
dönemlerde üyesi oldu-ğum Çağdaş
Gazeteciler Derneği Genel Başkanlığı da basın açıklaması yaparak Ahmet
Aydın’ ın bu haberini ve dönemin yöneticilerini şiddetle kınıyorlardı.
Dava işlemleri devam ederken, 25.09.1990 tarih ve
Ma.İd.10/1484 sayılı bir yazı gelir Kaymakamlıktan:
Yeni Asır Gazetesi’nin 3.9.1990 tarihli nüshasında, Sarı Basın Kartlı Çöpçü
Aranıyor başlığı altında yayınlanan yazının bir örneği İzmir Valiliği’nin
19.09.1990 gün ve Mah.İd. 10/5354 sayılı yazıları ekinde alınarak ilişikte
gönderilmiştir.
Konunun incelenerek gereğinin yapılmasını ve sonucundan da Valilik
Makamına sunulmak üzere Kaymakamlığımıza gerekli bilginin verilmesini rica
ederim.
Abdülvahap Yıldırım - Kaymakam
İşte, bu ilk resmi yazıyla, olaylar artık tam
anlamı ile çığırından çıktı.
Kaymakamlığın bu yazısına, 16.10.1990 tarih ve 492
sayılı bir yazı ile yanıt verilir:
Kaymakamlık Makamına,
İlgi yazı ile belirtilen konu tarafımızdan incelenmiştir. Söz konusu gazete
haberinde iddia edilen konular, tamamen asılsızdır ve gerçekleri yansıtmamaktadır.
Belediyemizde, bun-dan önce olduğu gibi, bundan sonra da açılacak her türlü
sınav, yasalara ve ilgili yönetmeliklere uygun bir şekilde sürdürülmektedir ve
sürdürülecektir. Haberde adı geçen ele-manımız Vecdi Altay, söz konusu haberden
sonra ilgili mercilere kendi adına başvurularda bulunmuştur. Ekte sunulan iki
mahkeme kararından da anlaşılacağı gibi, haberdeki iddialar tamamen gerçek
dışıdır.
Bilgilerinize arz ederim.
Gönderilen yanıt ile yetinmeyen Kaymakamlık boş
durmaz ve bu kez de, 25.10.1990 tarih Ma. İd.10/1679 sayılı bir yazı gönderir:
...Habere konu teşkil edenin daha evvelce Belediyenizde çalışıp çalışmadığı,
çalıştı ise hangi statüde bulunduğu, iş istemi ile ilgili olarak İş ve İşçi
Bulma Kurumu’na müracaatının bulunup bulunmadığı, belediyenizce işçi alımına
ilişkin olarak gerekli ilanların yapılıp yapılmadığı hususlarının açıklanması
ile adı geçenin bu sınava girip girmediği, girdi ise sınava girişine dair sınav
tutanaklarının incelemeye esas olmak üzere gönderilmesini rica ederim.
Bu yazıdan sonra tüm belgeler, tüm tutanaklar
acilen Kaymakamlık’a gönderilir. Fakat bu arada, bu komedi devam ederken,
Lojman Tahsis Komisyonu Başkanı ve Belediye Başkan Yardımcısı Selahattin Balta’dan bir yazı gelir bana. 20.11.1990 tarih ve 2792 sayılı
yazıda şöyle demektedir Balta:
…2946 sayılı
Kamu Konutları yasası ve bağlı yönetmelik gereği kurulan Konut Tahsis
Komisyonumuzun 31.10.1990 günü yaptığı toplantıda, ilgili yasa ve yönetmelikler
gereği iş-çi personele Kamu Konutunun tahsis edilmesi uygun görülmemiştir.
Yani bu yazıda kısaca, “Sen, bir kamu kuruluşunda işçi olarak görev yaparsın; sana birçok
sorumluluklar, yetkiler, görevler verilir; ama kamu konutundan
yararlanamazsın.” deniyordu.
Bu arada, gazetenin avukatı, DSP’nin 1994 yılı
Büyük-şehir Belediye Başkan Adayı Ayla Selışık Tamar’ın savunması yeterli
görülmüyor ve dava lehime sonuçla-nıyordu.
Tekzip metninin, aynı sayfa ve aynı sütunda
yayınlan-ması gerekiyordu. Yasanın kendilerine tanıdığı hak sayesinde son günü
bekliyordu gazete yöneticileri.
Dönemin milletvekilleri Süha Tanık ve Cengiz Bulut
başta olmak üzere, başkanlardan Ahmet
Sarışın, Ali Sözer, Ertan Erdek, günümüz CHP Milletvekili Hakkı Ülkü gibi birçok kişi beni
arayarak, tekzibi geri çekmemi istiyorlardı. Ancak bu mümkün değildi. Herkes bir
bedel ödeyecekti. Ben ödemiştim. Herkes haddini ve boyunun ölçüsünü bilmeliydi.
Telefonum çaldı. Arayan Başkan Türsen’di:
—Vecdi, bu konuda seninle biliyorsun hiç konuşmadım. Ne düşünüyorsun bu
tekzip konusunda? Hamdi aradı, seni ikna etmemi istedi. Ben sana hiçbir öneride
bulunmayacağım. Ka-rar senin.
—Vallahi Başkanım, bu konuda ne düşündüğümü biliyor-sunuz. Vazgeçmem
mümkün değil. Bu tekzip yayınlanacak. Ben şu anda istifa mektubumu masanıza
bıraktım. Bu olayın öncelikle size, Belediye’ye, Karşıyaka’ya ve bana bu kadar
zarar vermesini istemiyorum. İstifa ediyorum; ama bu tekzip yayınlanacak.
—Peki karar senin. Saygı duyarım.
Eşyalarımı yavaş yavaş toplarken, sekreter bir
telefon daha bağladı. Arayan, gazetenin yazı işleri müdürü, Hamdi Türkmen’di:
—Vecdi, nasılsın iyi misin?
—İyiyim Hamdi Bey, siz nasılsınız?
—Ben de iyiyim. Vecdi, seninle çok önemli bir konuda görüşmek istiyorum.
Gazeteye gelir misin rica etsem?
—Gelemem. Hayırdır?
—Ya, şu tekzip konusunu konuşmak istiyorum.
—Bak Hamdi Bey, bu konuda konuşacak bir şey yok. O tekzip yayınlanacak.
Sen bunu hak ettin. Ben sana aylar önce geldim ve durumu anlattım. Bana söz
vermiştin Gönül’le birlikte. Bu mu senin sözün? Eğer o kadar çok önem
veriyorsan bu konu-ya, atlar sen gelirsin yanıma, burada konuşuruz sohbet ede-riz.
Ama bil ki, konuşsak bile yapacağım hiçbir şey yok. Mes-leki ahlaka, Belediye’ye,
Karşıyaka’ya, gecesini gündüzüne katarak çalışan insanlara, biraz olsun saygı
gösterin. En azın-dan bundan sonra...
Telefonu kapattım; ama hatta bekleyen başka bir
kişi vardı. Bu kişi, tekrar arayan Konak Belediye Başkanı Ahmet Sarışın’dı:
—Vecdiciğim, daha önce konuştuk ama, gel sen şunu bir daha düşün.
Bunlara ihtiyacımız var bizim. Ne eder eder, bir şeyler bulur bunlar. Yine sana
saldırırlar. Üzerler seni. Gel vazgeç.
—Başkanım çok özür dilerim ama, ben kendi Başkanıma bile az önce, vazgeçmeyeceğimi
söyledim. Şu an ben istifa ettim. Dilekçem Başkan’ın masasının üstünde.
Toplanıp gidiyorum. Bu tekzip yayınlanacak. Evliliğimin daha ilk aylarında, yıllarında
bu kadar yoğun saldırıyı kabul etmem mümkün değil. Bu beni ve ailemi çok üzdü.
Benim bu gibi gazetecilere ve onların yönettiği gazetelere ihtiyacım olmadığı
gibi onlardan da korkum yok. Ellerinden ne geliyorsa yapsınlar. Hodri meydan...
—Peki, kararını saygıyla karşılıyorum. Ayrıca bu denli tutarlı ve
kararlı olmanı da... Keşke tüm siyasetçiler, bizler böyle olabilsek...
Ertesi gün tekzip yayınlandı; ama yasa gereği
yayınlan-ması gereken yerde değil, spor sayfasında... Bu davranış bile yasalara
aykırıydı. Hemen avukatımı arayıp, duru-mu bildirdim ve bu tekzip, olması gereken
yerde yayın-lanıncaya kadar davanın devam etmesi ricasında bulun-dum. Sonuçta
tekzip, günler sonra anılan sayfada yayın-landı; ama aynı puntolarla ve yine
aynı yerde değildi. Davaya devam edebilirdik; ama bu aşamada artık gerek-siz
gördük. Bu, yeterli bir dersti, Hamdi Türkmen’e ve haberi yazan Ahmet
Aydın’a...
“İstifa ne oldu?” diye soracaksınız
kuşkusuz. İlerleyen sayfalarda da okuyacağınız gibi, Cihan Türsen’in yaptığı
savunmalar incelendiğinde, nasıl bir karar aldığım çok iyi anlaşılacaktır.
Fakat bu arada, tekzibin yayınlanmasını gururuna
yedi-remeyen, hazmedemeyen Hamdi Türkmen, 9 Aralık 1990 tarihinde bir yazı daha
yazdı. Yazının başlığı ve içeriği hakaret doluydu. Başlık şöyleydi:
İşgalci çık dışarı...
Bu yazı için de ayrı bir dava açabilirdim; ama
artık gün-lerimi Hamdi Türkmen’e ayırmak istemiyordum. O; yazarak, kendi
kendini oyalıyordu. Artık hiçbir şekilde muhatabım görmüyordum kendisini.
Kurumların gereksiz yere uğraştırılması devam
ediyor-du. Hamdi Türkmen’in bu son yazısından sonra 13.12.1990 tarih ve
Ma.İd.02/1922 sayılı bir yazı daha geldi Kaymakamlık Makamı’ndan. Kaymakamlık;
Türkmen’in köşe yazısının son paragrafındaki bölümü dikkate alarak bu yazıyı
göndermişti. Yani gazeteci (!) kimlikli
Hamdi Türkmen, aynı zamanda da ihbarcı
pozisyonundaydı. Türkmen şöyle yazmıştı:
...Sayın Karşıyaka Kaymakamı. İlçenin en büyük mülki amiri olarak, işgal
edilmiş olan lojmanı, kanun ve yönetmelikleri uygulattırarak boşalttırın...
Kaymakamlıktan gelen, yukarıda gün ve nosu
belirtilen yazıda şöyle deniyordu:
9.12.1990 tarihli Yeni Asır Gazetesi’ nin eki VİTRİN’de yayınlanan
“İşgalci çık dışarı..” başlıklı haberden bir fotokopi ilişik olarak gösterilmiştir.
Haberin incelenerek yasal gereğinin ifası ile sonucundan Kaymakamlığımıza bilgi
verilmesini rica ederim.
Şevket Ercan - Emniyet Şube Müdürü
Kaymakam Vekili
İş tamamen çığırından çıkmıştı artık. Başkan
hakkında soruşturma açılmıştı. Soruşturmayı İl Mahalli İdareler Kontrol Memuru Jale Tavman yürütüyordu. Yani, se-çimle
gelen bir kişinin soruşturmasını, 657 sayılı yasaya tabi bir kişi yapacaktı. Bu
bile bir çelişkiydi aslında.
03 Ocak 1991 tarihinde KİŞİYE ÖZEL notlu gelen 1990/35 sayılı yazıda şunlar yazılıydı:
…Sarı Basın
Kartlı Çöpçü aranıyor başlığı altında 3.9.1990 günü Yeni Asır Gazetesinde
yayınlanan haber konusunda Valilik Makamınca açılan soruşturma tarafımdan
yürütül-mektedir. Mezkür haberde söz konusu edilen Vecdi Altay’ın istihdamı ve
lojman tahsis edilmesi ile ilgili olarak Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü
14.3.1991 tarih P.D.Bşk-557. 91.113.73493 sayılı yazısının belediyenize
intikalinden sonra ne gibi işlem yapıldığının işbu yazının tebliğinden itibaren
yedi gün içinde bildirilmesini, bildirilmediği takdirde her-hangi bir işlem
yapılmadığının mütalaa edileceği hususunda bilginizi rica ederim.
Bu arada, Kaymakamlık Makamı’ndan gelen yazıya
7.1.1991 tarih ve 137 sayılı yazı ile şöyle yanıt verildi:
Önceki memuriyet hizmetlerine binaen atama yoluyla belediyemize memur
sıfatıyla çalışmaya başlayan adı geçen şahıs, Basın Halkla İlişkiler ve Özel
Kalem Müdürlüğü görevlerini sürdürmekteyken, kamu konutları yönetmelikleri
hükmü gereğince görev tahsisli konutlar bölüm ve cetvelinden kabul edilerek
lojman tahsis edilmiştir.
Daha sonra belediyemizce Basın ve Halkla İlişkiler ve Özel Kalem hizmetlerini
yürütmek üzere açılan sınava memuri-yetten istifa ederek katılmış ve sınav
sonucunda işçi sıfatıyla ancak aynı mahiyetteki görevini sürdürmüştür. Personelin
görevinin önemi ve sürekliliği, idaremize yararlılığı, sorum-lulukları kilit
görevde olması gibi aktif özellikleri göz önüne alınarak ve yönetmelikte ve de
Anayasamızda kamu personeli tabirinde işçi ve memur ayrımı yapılmadığından,
hatta yönet-meliğin tamamında işçilik sıfatının sona ermesi halinin de gerekçe
gösterilmesi yorumu ile bu personelin sayılan özel-liklerine binaen kamu
konutlarından yararlanma hakkı geçici olarak kabul edilmiştir. Aynı konumda ve
çeşitli kamu kuruluşlarında çalışan personele de bu tip tahsislerin yapıl-dığı
ve uygulandığı gözlenmiştir.
Ancak bu şahsın bir basın organı ile yasal haklarını kullan-ması tahammülsüzlüğünde
olan bazı yazarlarca konu farklı yöne tırmandırılmıştır. Durumu bilgilerinize
arz ederken, Ka-mu Konutları Yönetmeliğinde kamu personeli niteliğindeki işçi
personelin, yaptığı görevler de dikkate alınarak yararlanıp yararlanamayacağı
konusundaki görüşünüze göre hareket edileceğini, konunun uzman ve yetkili
kurumlarının yorumu-na ihtiyaç duyulacak mahiyette olduğunu ifade eder, karar
ve uygulama düşüncelerinize ihtiyacımızı arz ve talep ederiz. Saygılarımızla. Cihan
Türsen
Yazışmalar, ihbarlar durmadan devam ediyor; bir
bardak suda fırtınalar kopartılıyordu. Koskoca devlet, nelerle uğraşıyordu...
Sanki devlet sırları satılmış; bölücü, yıkıcı faaliyetlerde bulunulmuş gibi,
resmi yazı ardına resmi yazı geliyor, gönderiliyordu.
İşte böylesi bir resmi yazı daha...
Vali Yardımcısı Timur Metin imzalı, 25.03.1991 tarih ve Mah.İd.10/1562 sayılı,
Karşıyaka Kaymakamlığı’na, oradan da Belediye’ye Kaymakamlık kanalıyla gönde-rilen
29.03.1991 tarih ve Mah.İd. 10/357 sayılı yazı:
İlgi: 7.01.1991 gün ve 137 sayılı yazınız.
İçişleri Bakanlığı’nın İzmir Valiliğine hitaplı 14.3.1991 gün ve Mah.
İd.Gn. Md. P.D. Bşk. 557. 91. 113. 73943 sayılı yazılarında,
“Karşıyaka Belediyesi Basın ve Halk-la İlişkiler ve Özel Kalem Müdürü Vecdi
Altay’a görevinden dolayı lojman tahsis edil-diği, ancak adı geçen memuriyetten
istifa ederek ayni beledi-yede işçi kadrosunda göreve başladığı, Özel Kalem
statüsün-deki belediye memurunun işçi statüsünde yine aynı hizmeti yürütmesi halinde
görev tahsisli konutta ikametinin mümkün olup olmadığı hususunda tereddüte
düşüldüğünü bildiren ilgi yazınız incelenmiştir.
Genel Müdürlüğümüz, memur eliyle yürütülmesi gereken görevin işçi statüsünden
bir personel tarafından yürütüle-meyeceği, ayrıca Kamu Konutlarının Kamu
konutları yöne-tmeliğine göre tahsis edilebileceği görüş ve kanaatindedir”
denilmektedir.
Bilgi edinilmesi ile gereğini rica ederim.
Abdülvahap Yıldırım - Kaymakam
Birçok anlam ve yazım hatası ile dolu olan bu resmi
evrakı aynen aktarıyor olmam; bu ülkenin, Karşıyaka’nın nasıl yönetildiğine
örnek olsun...
Olayın içine artık İçişleri Bakanlığı bile dahil
edilmişti.
Bu satırları yazarken şöyle bir kanıya kapıldım
birden:
Yahu, ben ne yapmışım Allah aşkı-na? Nedir bu? Ben neymi-şim de haberim
yokmuş... Vatan, Karşıyaka elden gidiyor...
Yazışmalar bitmiyor tabii ki... Bu arada, 3 Mart
1991 tari-hinde bir yazı gönderen Kontrolör Memuru Jale Tavman’a da yanıt
vermek gerekiyordu. O yanıtı da, 15 Mart 1992 tarihinde, 7 sayılı bir yazı ile
verdik. Şöyle dedik bu yazıda da:
Sayın Jale Tavman,
İlgi yazınızda bahis konusu edilen belediye personelimiz Vecdi Altay’a
halen oturmakta olduğu 6345 sokak 24/8 kapı nolu lojman, 11.1.1990 ta-rihinde
Kamu Konutları Yönetmeliği’ nin 2 sayılı cetvelinde belirtildiği esaslara göre
memur kadrosunda iken yürütmekte olduğu Basın ve Halkla İlişkiler Özel Kalem
Müdürlüğü görevinden dolayı görev tahsisli olarak kendisine tahsis edilmiştir.
Ancak Vecdi Altay, daha sonra yani lojman tahsisinden sonra 27.08.1990
tarihinde yine belediyemiz bünyesinde memur kadrosundan işçi kadrosuna
geçmiştir.
16 Şubat 1991 gün ve 20788 sayılı resmi gazetede yayınlanan kamu konutları
yönetmeliğinde değişiklik yapılan 2. madde-sinin C bendi uyarınca kendisine
memur iken görevine binaen lojman tahsis edilen personelimiz Vecdi Altay’ın
lojman tahsisi 27.08.1990 tarihinden itibaren ilgili yönetmelik hükmü uyarınca
sıra tahsisli hale dönüştürülmesi gerektiği kanaatimi bilgilerinize rica
ederim. Cihan Türsen
Bu yanıt ve yanıtlar ile yetinmeyen, sürekli yazılar
yazarak yeni yeni, aslında hiçbirinin yeni olmayacağı bilinen bilgiler isteyen
Jale Tavman’a bir yazı daha, 06.08.1993 tarih ve 80 sayılı yazı ile bildirildi.
Komedi devam ediyordu. Jale Tavman, kendisince çok
çok önemli bir olay yakalamıştı, aynı Yeni Asır Muhabiri Ahmet Aydın gibi...
Haklıydılar kendi çaplarında. Bu olay, basına bu kadar çok yansıdıysa, bir
gazetenin koskoca Yazı İşleri Müdürü bununla ilgileniyorsa ve hele hele ihbarda
da bulunuyorsa, üzerine gidilmeliydi.
Şöyle denildi yazıda:
Sayın Jale Tavman,
İlgi yazınızda tarafınızca yürütülmekte olan soruşturmada Vecdi Altay,
işçi olarak atanması ve lojman tahsisinden dolayı suç isnadında bulunarak
savunma istenmiştir.
1)Basının haksız ve magazin haline getirdiği bir konuda işgali bizler
için üzücü olmuştur. İşçi alımıyla ilgili tüm işlemler yasa ve yönetmeliklere
uygun yapılmıştır. Kayıtlarımızda bu uygunluk açıkça belli olup, istendiğinde
yeniden takdim edilecektir.
2)Lojman tahsisinde de mevzuatlara uygun hareket edilmiştir. Malumunuz
içtihatlarda da olduğu gibi 2946 sayılı yasa ve yönetmelikler güncel gelişme ve
ihtiyaçlara göre yorumlan-maktadır.
İlgili yasada devlet konutlarının tahsisinde, işçiye tahsis yapılamayacağına
dair bir yorum yapılmadığı gibi, zımni yorumda, örneğin yönetmeliğin 33/B gibi
çeşitli maddelerinde memur ve işçi kavramlarından birlikte söz edilmektedir.
Çeşitli kamu kuruluşlarında işçiye tahsis edilen çok sayıda örnek mevcuttur.
Olayımız bu genel kuralında dışında özellikle haklılık taşımaktadır.
Personelimiz Vecdi Altay, memur kapsamındayken göreve binaen lojman tahsisi
yapılmıştır. Personelin görev özellikleri aynen sürmektedir. Yasa ve yönetmelikte
idarenin verimliliği ve görevin zorunlu-lukları nedeniyle getirilen istisna
özelliğine aynen uymakta olup Başkanlığımızın da takdiri bu yöndedir.
Kurum ve görev değişikliği olmadan personele yapılan tahsis mevzuatın
ruhuna kentleşmenin getirdiği yeni yönetim yapı-sının ihtiyaçlarına tamamen uygundur.
İdaremizin tahsis yaptığı lojmanlarda bu hassasiyeti baştan beri vardır. Aksi
bir örnek yoktur ve suç isnadında yer alan keyfi muamele, nüfusu suistimal
örneği hiç görülmemiştir. Hızla artan Karşıyaka nü-fusuna göre sembolik, emsal
bazı kurumlara göre minimum sayıda personel politikası izlenmektedir. Mevzuat
ve uygula-manın bu anlamda yorumlanmasını diliyoruz. Bilgilerinize rica ederiz.
Cihan Türsen
Devlet, yakamıza yapışmıştı bir kere... Haklı
olduğunu zannettiği bir konuda mutlaka haklı kalmalıydı...
Yoksa devlet göçer, mahvolur; kimse devlete
inanmaz, güvenmezdi. Bunun için birileri kurban edilmeliydi.
Biz, bu yazı ile birlikte artık, olayların sona
ereceğini sanıyorduk.
Ama sona ermedi.
Kaymakamlar değişti; ama olaylar bitmedi.
12.11.1993 tarih ve İd.Ku.02/48 sayılı, göreve yeni
başlamış olan Kaymakam Mehmet Demir
imzalı, GİZLİ bir yazı geldi
Başkanlık Makamı’na. Açtık ve okuduk:
Belediye Başkanlığına,
İlçemiz Belediye Başkanı Cihan Türsen hakkında İl İdare Kurulunca verilmiş
olan, 14.10.1993 tarih ve 289 sayılı karar kapalı zarf içerisinde iki suret tebellüğ
belgesi ile birlikte ilişik olarak gönderilmiştir. Kararın tebliği ile tebellüğ
belgelerinin geri iade edilmesini rica ederim.
Bu, nasıl bir yazıysa, hem geri vereceksiniz hem de
iade edeceksiniz... İşte, bu ülkenin, Karşıyaka’nın nasıl yöne-tildiğine
bir örnek daha...
Evet, 12.11.1993 tarihinde tebliğ edilen ve ibretle okun-ması gereken,
tarihe geçecek olan ve bu kitapla birlikte geçen yazı şöyleydi:
T.C. İzmir Valiliği İdare Kurulu
Karar no: İd.Ku.02/1993-289
İzmir Valiliği Mahalli İdareler Müdürlüğünün 08.10.1993 tarih ve B054VL
K4350700. Mah. İd.11/4012 sayılı yazısı ve Valilik Makamının 06.10.1993 tarih
ve bila numaralı havale-leriyle kurulumuza tevdi olunan soruşturma dosyası
üzerinde birinci derecede verilen karar;
Davacı: K.H.
Sanık: Cihan Türsen-Karşıyaka Belediye Başkanı
Suç: Keyfi işlem yapmak.
Suç tarihi: 27.08.1990
Soruşturmacı: Jale Tavman, İl.Mah. İd.Kont.Me.
İnceleme sonucu verilen karar: Karşıyaka Belediyesinde daktilo kadrosuna
naklen tayin edildikten sonra sırasıyla Zabıta Me-muru, daha sonra da işçi
kadrosuna ataması yapılarak lojman tahsis edilen Vecdi Altay’a uygulanan işlemlerde
keyfi mua-mele yapıldığının bildirilmesi üzerine bu durumdan sorumlu Belediye
Başkanı Cihan Türsen hakkında düzenlenen soruş-turma dosyası ile 30.09.1993
tarihli fezleke incelenerek gereği düşünüldü;
Vecdi Altay’ın 06.06.1989 tarihinde daktilo kadrosuna atama-sının yapıldığı,
fazla ücret almasını temin için 11.07.1989 tarihinde zabıta memuru kadrosuna
geçirildiği, bununla yeti-nilmeyerek işçi kadrosuna alınmasını sağlamak gayesi
ile iş ve işçi bulma kurumuna yazılan yazıda Vecdi Altay’ın özellikleri
(belediyenin basın ile ilişkilerini yürütmek amacıyla Teleks, faks
kullanabilen) sayılmak suretiyle işçi talebinde bulunuldu-ğu, kurum bu
özellikte işçi bulamadığından Vecdi Altay 21.08.1990 günü belediye zabıta
memurluğundan istifa ettiri-lerek iki gün sonra usulen yapılan sınava işçiliğe
müracaat eden başka kimse olmadığından Vecdi Altay’ın sınava alındığı ve sınavı
kazandığından işçi kadrosu ile belediyenin basın ve halkla ilişkiler müdürü
olarak görev yaptığı, zabıta memuru kadrosunda çalıştığı sırada kendisine
tahsis edilen lojmanı boşaltması gerekirken sanık belediye başkanının bir
örneği dosyada mevcut (2/4.1) 18.09.1990 tarihli yazı altına (görevin önemi ve
özelliği dikkate alınarak lojmanı kullanması uygun-dur) şerhini verdiği bu
suretle sanığın Vecdi Altay’a menfaat sağlamak amacıyla görevini suistimal
ettiği anlaşıldığından, suçuna uyan T.C.K.’nun 228. Maddesi gereğince
yargılanmak üzere lüzum-u muhakemesine, yargılanmasının İzmir Asliye Ceza mahkemesinde
yapılmasına, M.M.H.K.’nun 5. Ve C.M.U.K.’unun 163. Maddelerine dayanılarak
14.10.1993 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.
Mevlüt Duman - Vali Yardımcısı
Halis Tekin - Hukuk İşleri Müdürü
Kemal Sağ - Defterdar
Turgut Akan - Milli Eğt. Md.
Mahir Canpolat - Bayın. İskan Md.
Recep Gür Ustaoğlu - Sağlık Md.
Cemil Sarıfakıoğlu - Tarım ve Köy.İşl.Md.
Aslı Gibidir. Faruk Eraslan
Eminim, bu kadar çok belge okumaktan bunaldınız
artık. Ama bunalmaya hep birlikte devam edeceğiz...
Ortada büyük suçlamalar vardı. Belediye Başkanı SANIK durumuna düşürülmüştü. İddiaya
göre bana, Belediye Başkanı menfaat sağlamıştı.
Bu böyle kalamazdı, kalmamalıydı.
Kalmadı da.
Üç gün sonra yanıt verildi.
Verilen yanıt, olan
değil olması gereken bakımından hukuk doktrininde tartışma konusu yapılabilecek
içerik ve nitelikteydi. Metin incelendiğinde anlaşılacağı gibi bu savunma,
günümüz gerçekleriyle bağdaşmayan yönetmeliklerin değiştirilmesine yönelik
olarak başlatılan; çağdaş, uygar bir hareketin, belki de bir başlangıcıydı.
Ama, acaba bu metni okuyanlar bunu anlamışlar mıydı?
DANIŞTAY 2. DAİRE BAŞKANLIĞINA SUNULMAK ÜZERE İZMİR VALİLİĞİ İDARE
KURULU BAŞKANLIĞI’NA
İTİRAZLAR: İzmir Valiliği idare kurulu, yukarıda tarih ve numarası belirtilen
kararıyla, Başkanlığını yürütmekte olduğum İzmir/Karşıyaka Belediyesi
çalışanlarından Vecdi Altay’a tahsis olunan lojmandaki tahsis keyfiyetinin
tarafımca yürütülen görevin önem ve sorumluluğu nedeniyle devam ettirilmesine
ilişkin tasarrufum sebebiyle TCK’nun 228. Maddesini gerekçe göstererek
Yargılamanın Geçerliliğini hüküm altına almıştır. İdare Kurulunun itiraza konu
bu kararı haksız, yasal dayanaktan yoksun ve eksik incelemeye dayalıdır, şöyle
ki;
1)Konuyla ilgili soruşturma aşaması münasebetiyle vermiş olduğum ifade
ve dilekçelerde de detaylarıyla açıklandığı üzere. Gerek bidayetteki ve gerekse
ilgilisinin statüsündeki değişiklik sonucu yapılan lojman tahsis işlemi, iddia
olunduğu üzere keyfi bir nitelik arz etmeyip yürürlükteki mevzuat hükümlerine
tamamen uyarlıdır. Bilindiği üzere konuyla ilgili 2946 sayılı Kamu Konutları
Yasası’ nın 3. ncü maddesinde konut tahsis türleri belirlenmemiş ve tahsise
ilişkin usul ve esasların yönetmelikle düzenleneceği hüküm altına alınmıştır.
Anılan yasanın 11.nci maddesi uyarınca Bakanlar Kurulu’nun 84/ 8345 sayılı
kararıyla yürürlüğe sokulan Kamu Konutları Yönetmeliği’ nin 7, 8 ve 10.
maddelerinde Sıra Tahsisli olmayan konutların tahsis şekilleri tespit edilmiş
ve yönetmeliğin 5/d maddesinin 1 no’lu bendinde: NORMAL ÇALIŞMA SAATLERİYLE
SINIRLANDIRILMASI KABİL OLMADAN GÖREV BAŞINDA BULUNDURULMASI GEREKLİ OLAN PERSONELE
lojman tahsis edilebileceği ve 10. Maddesinde de bu tahsis işleminin YETKİLİ
MAKAM TARAFINDAN yapılacağı ifade edilmiştir. Olayda bahse konu personel
kurumumuzun çok özellik içeren ve mesai saatiyle kısıtlanması kamu hizmeti
bakımından olanaksız bir görevi üstlenmiş bulunmaktadır. Öte yandan 1580 sayılı
Belediye Yasası’nın ilgili hükümlerine göre, yönetmeliğin bu maddesinde
belediyeler için kastedilen yetkili makamın Belediye Başkanı olduğu izahtan
varestedir. Bu nedenle, itiraza konu kararda şahsıma izafe edilen “keyfi
muamele” ve “görevi kötüye kullanmak” gibi haksız isnatlar hukuki daya-naktan
yoksun kalmaktadır.
2)Sanayi ve teknolojide sürekli değişim ve gelişmeye koşut olarak artış
gösteren kamu hizmetleri türleri, özellikle yerel yönetim bilinci ve geleneğinin
de kazanımı sonucu yurt-taşların belediyelere yönelik hizmet beklenti ve
istemlerinde çok çeşitli alanlarda yoğunlaştırılmaktadır. Kendisine çok çeşitli
mevzuatlarla verilen müteaddit kamu görevinin ger-çekleştirilmesi için özverili
çaba gösteren belediye çalışanların-dan bir tanesine tamamen objektif esaslar
ve mevcut hukuk normları gözetilerek bir belediye başkanı tarafından lojman
tahsis edilmesi bu bağlamda doğal ve gerekli olup yadırgan-ması mümkün değildir.
Aksi bir görüş, belediye personelinin istihdamı konusunda esasen geniş bir
YÖNETSEL VESAYET’e tabi tutulan belediyelerin kendine özgü bağımsız ve demokratik
yapısını zedeleyecektir. Bunun sonucunda da nerede biteceği belli olmayan
hatalı bir YERİNDELİK DE-NETİMİ çığırı açılabilecektir.
3)Dilekçemde bildirilen konuya ilişkin mevzuatta işçi statü-sündeki bir
belediye personelinin kamu konutlarından yarar-landırılmasını engelleyen
herhangi bir hüküm mevcut değil-dir. Bu nedenle hakkımda verilen karar bu
noktada anayasal bir dayanağa oturtulmamıştır.
4)İtirazen incelenmesi talep edilen kararda belki de bilinçli olmaksızın
ilgili personelin belediyemiz bünyesindeki değişik statüleri aşama aşama irdelenmiş
ve konuyla ilgili olmayan bir gerekçe yaratılmaya çalışılmıştır. Böylece bu
personel sanki çeşitli konularda haklı olmayan bir himaye altında gösterilmek istenmiştir.
Bu da tamamen yanlış ve hatalı bir tutum olup söz konusu personelin istihdamı
tüm işlemlerimiz gibi yürürlükteki mevzuat hükümlerine uygun ve gerekli
prosedür uygulanarak sonuçlandırılmıştır.
5)Söz konusu olayda, TCK’nun 228.nci maddesinde tanımı yapılan “Görevi
Kötüye Kullanma” suçuna ilişkin yasal unsurlar oluşmamıştır. İdare Kurulu’nun
itiraza konu kararı bu bakımdan da eksik incelemeye dayalı ve hatalı
niteliktedir.
SONUÇ VE İSTEM: Yukarıda özetlenen nedenlerle, konuya ilişkin dosyanın
da incelenmesiyle re’sen saptanabilecek durumlar muvacehesinde, İzmir Valiliği
İl İdare Kurulu’nun hakkımda almış olduğu yargılamanın gerekliliği kararının
BOZULMASINA ve yargılamaya gerek bulunmadığı şeklinde karar verilmesini saygıyla
arz ve talep ederim.
İtiraz Eden Cihan Türsen
Evet, bu nitelikte bir savunuyu, ilgili kişi ve kurumların
anlamadığı, yıllar sonra belli oldu.
Anlamadılar.
Çünkü, anlamak istemediler.
Ayrıca benim,
Işın Çelebi’nin (dönemin Devlet Bakanı) bacanağı olmamın
da bu olayların yaşanmasında önemli rol oynadığını belirtmekte sakınca
görmüyorum.
Ama bir gerçeği daha açıklamakta yarar görüyorum:
Bacanağım olan ve bundan da onur duyduğum; dürüst, insanlara saygılı, devletin
çıkarlarını koruyan, çağdaş, üretken, bilimsel düşünen böylesi bir insandan, hayatım
boyunca sadece iki şey istedim:
1)Karşıyaka Belediyesi tarafından kurulan KENT A.Ş.’nin, DPT onayının
verilmesi
2)Yine Karşıyaka Belediyesi’nin kadro onaylarının verilmesi...
Sonuçta Türsen, haksız bulundu. Kendisine verilen
hapis cezası paraya çevrildi ve bu ceza beş yıl süre ile ertelendi.
Belki de siyasi hayatının bitmesine kadar varabilecek
böylesi bir hüküm, Avrupa Birliği’ne girme sürecini yaşayan Türkiye için acaba
ne kadar adaletli ve haklı oldu?
Mesleki anlamda yorum yapmak gerekirse; belediye
meclisi, encümen, komisyon üyeliği, bürokrat, memur, işçi, karar, tutanak...
gibi daha birçok terimin anlamını ve birçok kurumun ne tür görevler
üstlendiğini bilme-den GAZETECİLİK
yaptığını sanan insanlar, ne yazık ki, hâlâ aramızda dolaşıyor ve halen,
birtakım kritik görevlerde bulunan insanlarla ilgili, aslı astarı olmayan
haberler yaparak, kendilerine yer açmaya çalışıyor.
Elbette, üzücü...
***
Bu arada, ilerleyen yıllarda, Hamdi Türkmen’ in ne
yaptığını unutmamak gerekir.
Anlatalım.
Cumhuriyet’in 70.yılı nedeni ile, arşivimde bulunan
bilgilerden oluşan Cumhuriyet eki hazırlayıp, bu ekin 29 Ekim günü Yeni Asır
Gazetesi tarafından, halka ücretsiz olarak dağıtılmasını istiyordum. Tüm
hazırlıklarımı yaptım ve Türkmen’den randevu alıp gazeteye gittim.
Geçmişte yaşadığımız ve bu bölümde anlattığım
ilginç olayların başladığı günden itibaren hiçbir ortamda, hiçbir etkinlikte
bir araya gelmediğimiz, tesadüfen gelmiş olsak bile konuşmadığımız Türkmen’ in
odasın-da, bu işle ilgili bölümü konuşup, anlaşıp bitirdikten sonra Türkmen
şöyle dedi:
—Ya, Vecdi, biliyor musun? İki yıl önce seninle ilgili yaptı-ğımız
haber, gerçekten yapılmamalıydı. Niye bu kadar sert-leştik anlamıyorum. Ben de
çok hatalıydım. Senden, aradan geçen iki yıldan sonra özür diliyorum...
—Rica ederim Hamdi Bey, siz beni kullanarak, yeniden döndüğünüz gazetede
ilginç haberler yayınlayıp Dinç Bey’in gözüne girmeye çalışıyordunuz. Göreve
yeniden başladığınız o günlerde, bir tekzibin hemen yayınlanması, sizi Dinç
Bey’in gözünde kötü gösterecekti. Ama benim yapacağım hiçbir şey yoktu. Siz,
belgeler yerine, haberi yapan muhabire inandınız. O da sizi çok yanlış yönlendirdi.
Ama inanın, ben bir gün bunları, bir yerlerde yazacağım. Çok sabırlı bir
insanımdır. Hiç ummadığınız bir anda, yazacaklarım karşınıza çıkabilir. Çünkü,
benim sizin gibi olayları anlatacak, yazacak gazetem yok.
—Doğru, haklısın. Biz haksızlık yaptık sana. Tekrar özür dilerim.
—Neyse, olanlar oldu. Önemli olan sizin, iki yıldan sonra hatanızı
anlamanızdır. Bu süre bile, sizin gibi biri için bir başarı sayılır... Kutlarım
doğrusu...
İşte, bir meslektaşın bir başka bürokrat meslektaşa
yaptıklarını okudunuz. Sizce kim kazandı acaba?
Anlatılan bu olayların yorumunu sizlere bırakırken,
bu bölümü Einstein’in bir sözü ile
sonlandırıyorum:
Tanrım!
Ne hazin bir çağda yaşıyoruz ki, Bir ön yargıyı yok
etmek, atomu parçalamaktan daha zor...
SİYASİ ERKİN
EN BÜYÜK GÜCÜ VE ARPALIĞI:
TANSAŞ
İZMİR’in gururu, Türkiye’de bir marka haline
gelmiş; özellikle siyasi erkin elinde bulunduğu dönemlerde büyük bir güç,
arpalık ve çiftlik olarak tanımlanan ve her belediye başkanı döneminde, siyasi
çıkarlar doğrultusunda kullanılan TANSAŞ’tan
bahsetmezsek, bu kitap eksik kalır.
1999 yılında Doğuş Holding bünyesine katılan ve Büyükşehir Belediyesi’nin,
siyasilerin elinden tamamen çıkan TANSAŞ, kuşkusuz birçok atılım
gerçekleştirdi.
Dünyanın ve dolayısıyla da Türkiye’nin
gelişimi ve değişimi sonucu; önce logo değişti, sonra mağazalarda asılı olan
ışıklı tabelalar. Ardından mal ve eleman alımında uygulanan politikalar, raf
düzenlemeleri ve en sonunda da elbette tüketiciye sunulan hizmet anlayışı...
Türkiye’de ilk kez bir mağazalar
zinciri, TANSAŞ’ın söylemiyle, “Akıl
almaz Tüketici Hakları”nı devreye soktu. Şöyle sesleniyordu duyurularında
TANSAŞ:
1)Tüm gıda ürünlerinde koşulsuz iade garantisi
2)Etiketle kasa fiyatı farklıysa, hangisi daha ucuzsa fiyat odur
3)Promosyonlu ürün markette kalmadıysa, pahalısı aynı promosyon
fiyatına
4)Günü geçmiş ürünün aynısı hediye olarak verilir
5)Tansaş müşterileri mağaza dahilinde başlarına gelebilecek her
tür kazaya karşı Tansaş’ın sigorta güvencesi kapsamındadır
6)Tansaş’ın ilan ettiği fiyatlardaki tipografi hatalarından Tansaş
sorumludur.
Bu akıl almaz tüketici hakları sadece TANSAŞ’ta...
TANSAŞ’ın, çok kısa sürede gerçekleşen
başarılı çalışmaları; şimdiki idarecilerin yönetim anlayışı ile birlikte,
kuşkusuz siyasi erkin ortadan kalkması sayesinde gerçekleşti. Halen, toplam 193
mağazası ile birçok il ve ilçede hizmet veren TANSAŞ; yönetim anlamında 1984
yıllarında atılan tohumların yeşerip sağlam kök vermesi ve tüm elemanlarının
özverili çalışmaları ile yükseliyor, büyüyor...
Bugün, mağazalarının bulunduğu tüm
illerde her on aileden yaklaşık yedisinin alışveriş yaptığı, İzmir’de yaşayan
nüfusun yarısından fazlasının TANSAŞ’la mutlaka bir ailevi bağının bulunduğu
bir gerçektir. Çünkü TANSAŞ’ta binlerce insan çalışmaktadır ve TANSAŞ, halkın
gönlüne girmiştir; gerçekleştirdiği uygulamalarla, etkinliklerle…
Bu uygulamalar ve tüketicinin
alışverişte neden TANSAŞ’ı tercih ettiği ile ilgili olarak; 1991 yılının aralık
ayında, araştırma şirketi Piar Gallup’a yaptırılan bir anket; TANSAŞ İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ İÇ VE DIŞ
TİCARET A.Ş. KAMUOYU ARAŞTIRMA VE YAPISAL ANALİZİ raporuna şöyle yansır:
TANSAŞ müşterisinin % 96’sı temizlik maddelerini, % 8,7’si katı ve
sıvı yağları, % 87’si bakliyatı, % 69’u et ve yan ürün-lerini, % 66’sı süt ve
şarküteri ürünlerini TANSAŞ’tan almayı tercih etmektedir.
TANSAŞ mağazalarından alışveriş etmenin en önemli neden-leri:
* Piyasaya göre aynı kalitedeki malları daha ucuza satması (% 84)
* Her istediğini bulabilme (% 29)
* Çok yakında olması (% 24)
* Sattığı malların kaliteli olması (% 17)
TANSAŞ fiyatlarının piyasaya göre ucuz olduğu görüşü % 72 oranında
desteklenmektedir (fiyatları çok ucuz bulanlar % 9, oldukça ucuz bulanlar ise %
63’tür). TANSAŞ fiyatlarını piyasa fiyatları ile aynı bulanların oranı % 25
iken, TANSAŞ’tan alışveriş edip de pahalı bulanların oranı ise % 4 gibi çok
düşüktür.
TANSAŞ’tan alışveriş edenlerin % 57’ si alışverişlerini buradan
yapmanın aile bütçesine önemli katkıları olduğunu belirtmiştir.
TANSAŞ mağazaları mal kalitesi, mamul çeşidi, personel hizmeti,
reyon işlemlerinin çabukluğu, kalitenin sürekliliği ile mağazaların temizlik ve
düzeni açısından değerlendirildiğinde genel olarak iyi bulunmaktadır. İzmir’de
kent halkının %80’i hane halkı gereksinimleriyle ilgili alışverişini TANSAŞ’tan
yaparken, %12’si küçük esnaftan (bakkal, kasap, manav), % 6’ sı ise diğer
marketlerden (pazar, vs.) yapmaktadır.
Peki, TANSAŞ nasıl oldu da bu noktalara
geldi 17 yılda?
İşte bundan sonraki sayfalarda, bu
gelişimi karşılaştırmalı olarak okuyacaksınız.
Siyasilerin neler yaptıklarını,
TANSAŞ’ı nasıl kullandıklarını; ilk kez yapılan böylesi bir araştırma sonucu
ibretle okuyacaksınız.
Yıl 1978…
Başbakan, Bülent Ecevit.
İzmir Belediye Başkanı, İhsan Alyanak.
Ülkede kıtlık baş göstermişti. Yurtta yeterli yağ, un, şeker, mazot yoktu.
Ecevit ve hükümeti çözüm bulmaya çalışıyordu. Süleyman Demirel’e yakın olan
Adalet Partili esnafın, toptancıların ve üreticilerin bu dönemde, piyasaya bilerek mal vermediği öne
sürülen iddialar arasındaydı. Piyasada baş gösteren karaborsa satışlarını
engellemek için çıkartılan Fonlar İhale
Yönetmeliği ile belediyelere Tanzim
Satış Mağazaları kurma yetkisi verildi. Hemen hemen tüm CHP’li belediyeler
tarafından kurulan bu mağazalarda; sadece un, şeker, yağ gibi temel gıda
maddeleri satılıyordu.
1978 yılında, İzmir Belediyesi
öncülüğünde İzmir’de, 13 adet Tanzim Satış Mağazası açıldı.
Halkı karaborsadan kurtarmak, en
azından piyasa fiyatlarında mal satmak amacı ile kurulan bu mağazaların
hepsinin, yıllar sonra birer güçlü TANSAŞ mağazaları olacağını o zamanlar
elbette kimse bilemezdi.
Ama oldu.
İşte TANSAŞ’ın doğuşu böyle başladı.
Yıllar, yılları kovaladı ve 1980’de 12
Eylül harekatı gerçekleşti. Bu tarihlerde artık metropol uygulamasına geçildi. Halen faal durumda olan 13 Tanzim
Satış Mağazası’nın yönetimi birleştirildi ve TANSA adını aldı. TANSA ana tedarikçi durumundaydı ve diğer
mağazalara mal sevkiyatı yapıyordu. İlk genel müdürü ise Abuzer Erdem’di.
1984 seçimlerinde koltuğu Ceyhan Demir’den alan Burhan Özfatura, Başbakan Turgut Özal’dan
mağazaların kapatılması konusunda yoğun baskı gördü. Çünkü Özal, belediyelerin
artık bakkallık yapmasını istemiyordu. Verdiği talimatla, Türkiye’nin birçok il
ve ilçelerinde bulunan Tanzim Satış Mağazaları kapatılırken, mağazaların
kapatılmadığı tek il İzmir oldu. Burhan Özfatura; İzmir Milletvekillerinin,
bazı işadamlarının ve partililerin şikayetlerine rağmen direndi.
Günlerden bir gün Özfatura’nın telefonu
çalar. Arayan, Başbakan Turgut Özal’dır:
—Sevgili Burhan, nasılsın iyi misin? Şu Tanzim Satış Mağazaları
için arıyorum. Biliyorsun, artık bunlara ihtiyaç yok. Belediyeler artık asli
görevine dönmeli. Bir an önce bunları kapat. Birçok İzmir Milletvekili de buna
karşı. Şikayet ediyorlar. Yepyeni uygulamalara başlayacağız. Ne gerekiyorsa en
kısa sürede yap...
—Efendim, kapatmam. Bu benim yönetim tercihimdir. Benim ev ve aş
konusundaki duyarlılığımı biliyorsunuz. Hiçbirini kapatmayacağım. Daha da
geliştireceğim. Lütfen bu konuda beni bir daha aramayınız.
Bu görüşmeden sonra Özal, görev süresi
boyunca, bu konuda bir daha Burhan Özfatura’yı hiç aramadı.
Tanzim Satış Mağazaları’nın ileri
noktalara götürülmesi istenen bir şeydi; ancak bu nasıl olacaktı, bunu kimler
yapacaktı? Yönetim acemiliği vardı.
1966 yılında (Osman Kibar döneminde)
müstahdem kadrosu ile İzmir belediyesinde çalışmaya başlayan, Genel
Sekreterliğe ulaşıncaya kadar, her belediye baş-kanı döneminde birçok görevde
bulunmuş olan bir kişinin yıldızı; ANAP’ın kurucuları arasında yer alan Mustafa
Göksoy’un, bu kişiyi Başkan Özfatura’ya tav-siye etmesiyle, işte bu günlerde
parladı.
Bu kişi, asli görevinin yanında,
belediye ve kent ile ilgili olarak sürekli projeler üretiyor ve bunları
yönetime sunuyordu. O dönemlerde halen gelir müdürü olarak görev yapan bu
bürokrat, Özfatura tarafından makamı-na çağırılır ve Tanzim Satış
Mağazaları’nın müdürü olması istenir. Bir süre her iki görevi bir arada sürdüren bu bürokrat, üç ay sonra gelir
müdürlüğü görevini bırakır ve görevine mağazalar müdürü olarak devam eder.
Bu kişi; TANSAŞ’ın isim babası ve kurum
kimlik numa-rasında 0001 yazılı ilk
elemanı olan, TANSAŞ’ın bu günlere gelmesinde en önemli tohumları atan; dürüst, deneyimli, çalışkan bürokrat İrfan Akça’dır.
Bu yıllarda Özal ve hükümeti, peş peşe
reformlar yapı-yor ve akıl almaz uygulamalar gerçekleştiriyordu. Herkesin
anımsayacağı gibi, zamanında cebinde 1 Dolar veya tek bir yabancı sigara
bulunan kişiler hakkında soruşturmalar açılırken, bu yasaklar birden ortadan
kaldırılıyordu.
İthalat serbest bırakılmıştı. Hatta
Türkiye’ye gerçekleş-tirilen ilk ithalat, Çikita
Muz olmuştu.
İthalatın serbest bırakılmasıyla
birlikte, birçok firma bu çabanın içine girerken, Türkiye bu kararla yavaş
yavaş küçük Amerika olmaya başlıyordu. Bu fırsattan mutlaka ve mutlaka Tanzim
Satış Mağazaları da yararlanmalıydı.
Öyle de oldu.
Türkiye’de et ithalini ilk kez Tanzim
Satışlar gerçekleş-tirdi. Üç tır dolusu et, piyasanın çok çok altında bir
fiyatla Almanya’dan alındı ve mağazalarda satılmaya başlandı. Fiyat farkı,
piyasa fiyatının hemen hemen yarısı kadardı. Halk büyük ilgi göstermişti. Dar
gelirliler artık daha fazla et satın alabiliyorlardı.
Cirolar büyüyor; halkın ilgisi
artıyordu. 1984 yılında, sürekli yeni mağazalar açılıyor, bu mağazalarda artık
başka ürünler de satılmaya başlanıyordu.
TANSA büyüyordu; ama buna paralel
olarak sorunları da büyüyordu. Artık kabına sığmaz olmuştu. Kalıcı, köklü bir
formül bulunmalıydı.
Bulundu da.
TANSA’ların artık bir anonim şirket
olması gereği, ilk kez İrfan Akça tarafından gündeme getirildi. Özfatura,
bununla ilgili olarak çalışma yapılması ve bu çalışmanın en kısa sürede
Meclis’e sunulması emrini verdi Akça’ya. Çok kısa sürede ve titizlikle yapılan
çalışmalar Meclis’e sunuldu. 1986 yılının kasım dönemi toplantısında, çok
ilginçtir, SODEP’ li meclis üyeleri ile birlikte ANAP’lı meclis üyelerinin de
karşı oylarıyla önerge reddedildi.
Aralık dönemi toplantı gündemine bu
konu tekrar yazıldı. Kulis çalışmaları yapıldı ve ne ilginçtir, o dönemler SODEP
üyesi olan Haluk İrtegün, Ahmet
Düzovalılar, Mevlüt Hepsever gibi isimler, bu kez kabul oyu verdiler. Söz
konusu kişiler, TANSAŞ’ ın kuruluşuna büyük emek veren kişilerdir. Bu kişilerin
önemli bir bölümü, daha sonra Yönetim ve Denetim Kurulu’nda da görev aldılar.
Kısacası, ANAP’lı meclis üyelerinin ve hatta Başbakan Turgut Özal’ın bile karşı
çıktığı yapılanma, 1986 yılının 15 Aralık günü artık yepyeni bir kimliğe
kavuşmuştu.
Artık, TANSA dönemi sona ermiş; TANSAŞ
doğmuştu...
Yasa gereği, kurucu ortakları ise şöyle
oluşmuştu:
* Büyükşehir Belediyesi
* İl Özel İdaresi
* Çeşme Belediyesi
* Baysan A.Ş. (Bayındır Belediyesi Özel İdare Ortaklığı)
* AYMA Limited (Tariş’in yan kuruluşu)
* Arizko (Arap - İzmir Belediyesi - Yabancı sermaye Belediye
ortaklığı)
Şirket, yani TANSAŞ, dört milyar lira
sermaye ile kuruldu. Bir milyarı isim hakkıydı. Tanzim Satış’ın araç, bina gibi
tüm mal varlıkları belediyeye kaldı. Konak Meydanı’nda, mülkiyeti belediyeye
ait olan AKBANK’ın üstü, TANSAŞ Genel Müdürlüğü binası olarak kullanıl-mak
üzere belediyeden kiralandı.
Büyük bir heyecan vardı herkeste.
Kararların çok hızlı alınması gerekiyordu. Bir yandan mal, diğer yandan eleman
alımları süratle gerçekleşti. Belediyede Özfatura ile birlikte çalışmak
istemeyenler TANSAŞ’a kaydırılı-yordu. Günümüzde, Büyükşehir Belediye Başkanı
Ahmet Piriştina’nın genel sekreteri olan, her çalışmaya muhalefet olduğu için,
personel tarafından “ne lüzumu var” lakabıyla
anılan Cumhur Utkan, TANSAŞ’ın ilk
genel müdür yardımcıları arasında yer aldı.
Şirket kuruldu; ama halk, bunun tam
anlamıyla farkında değildi. Mağazalar hâlâ, Tanzim Satış olarak biliniyordu.
Bunun için de ilk adımlar atıldı ve TANSAŞ logolu ilk mağaza, Bornova Özkanlar
Sitesi’nde 1987 yılında açıldı.
Şirketin kuruluşu ile birlikte, çok yoğun
tanıtım ve promosyon çalışmaları da başlatıldı. Ürün çeşitleri artı-rıldı.
Genel Müdür başta olmak üzere tüm personel; uyumuyor, yemiyor, içmiyor
kelimenin tam anlamı ile 24 saat
çalışıyordu.
TANSAŞ’ın ilk kuruluş yıllarında Basın
ve Halkla İlişkiler biriminde görev yapan eşim Nazan, o günleri söyle anlatır:
TANSAŞ’ın Basın ve Halkla İlişkiler biriminde; ben dahil, Asuman
Kayırıcı ve Dilek Gappi adlı arkadaşlarla birlikte, üç kişi çalışıyorduk.
TANSAŞ’ın bütün sloganlarını, tüm halkla ilişkiler çalışmalarını ekip halinde,
amatör bir duyguyla üretiyor ve gerçekleştiriyorduk. Şimdiki gibi, profesyonel
anlamda bir reklam ajansımız yoktu. Her kelime, her cümle; teker teker
saatlerce, günlerce tartışılıyor; ondan sonra kullanılıyordu.
O dönemlerde, çalışanların eğitimine çok önem verilmişti.
Türkiye’de belki ilk kez, kasiyerinden bekçisine, büro elemanından şoförüne
kadar herkes eğitim uzmanımız Ayşen Akçakoca tarafından eğitiliyordu. Hem de
uygulamalı olarak. Örneğin kasiyerin kasada nasıl oturacağından, müşteriyle
nasıl konuşacağına kadar her bölüm, sanki tiyatroda rol yapar gibi
gösteriliyordu. Hepimiz, bu sevdaya inanmıştık.
Bugün TANSAŞ’ın geldiği noktayı gördükçe ve hele hele bir tüketici
olarak alışveriş yaptıkça gerçekten gururlanıyor ve çok mutlu oluyorum. Benim
dönemimdeki heyecanın sürdüğünü hissediyorum...
İlk TANSAŞ logolu mağazasını Bornova’da
açan yöne-tim, bunun heyecanını yaşarken, çok yakın bir gelecekte ilk yılını
dolduracaktı. TANSAŞ’ın birinci yılını kutla-mak için çalışma başlatıldı. Her şeyin
bir ilki vardır düşüncesi ile yola çıkan yönetim, Türkiye’de ilk kez böyle bir
uygulama gerçekleştirdi: 1987 yılının aralık ayında yapılacak olan bir
çekilişle, bir kişiye sıfır kilo-metre beyaz renkli Renault 9 marka otomobil
verile-cekti.
Kutlama törenlerinin bir şenlik havası
içinde geçmesi isteniyordu. Bunun için Atatürk Kapalı Spor Salonu uygun
görülmüştü. Ancak her nedense bazı yöneticiler ve özellikle siyasiler, salonun
dolmayacağını ve bunun için ne yapılırsa yapılsın, yine aynı sonuçla karşılaşılaca-ğını
savunuyordu.
Devreye Burhan Özfatura sokuldu.
Özfatura, o günlerde Konak Maksim Gazinosu’nda sahneye çıkan günümü-zün
yıldızı Seda Sayan’la konuşarak ücretsiz bir konser vermesini rica etti. Seda
Sayan bu isteği kabul etti. Bu konserin gerçekleşmesinde, Maksim Gazinoları’nın
sahibi Atalay Noyaner’in de çok katkısı oldu.
Çekiliş bir cuma gününe denk düşmüştü.
Genel Müdür İrfan Akça, birçok kişinin olumsuz sözlerini unutmamış; sabahın
erken saatlerinde konserin yapılacağı salona gelmişti. Ancak, daha salona
birkaç metre kala gördüğü manzara karşısında şaşkına döndü. Salonun önü, yan
kaldırımlar, hıncahınç insanlarla doluydu. Aydın,
Denizli, Manisa plakalı otobüsler kapının önünde duruyordu. Sabahın erken
saatlerinde insanlar, salona girmek için adeta birbirini eziyordu. Durum,
Emniyet Müdürlüğü’ne bildirildi ve toplum polisi salona gelerek gerekli
önlemleri aldı.
İrfan Akça, bu izdihamdan dolayı, hem
çok şaşırmış ve hem de bir olay çıkacak diye kaygılanıp aşırı strese gir-mişti.
Bu yoğun çalışma temposuna bedeni dayanama-yan Akça, hastaneye kaldırıldı ve
çekilişi görme şansını yakalayamadı. Ancak görev sorumluluğu gereği,
geliş-meleri telsizden sürekli takip etti.
Sonuçta, Seda Sayan konserli, otomobil
hediyeli TANSAŞ 1 YAŞINDA
kutlamaları olaysız sonuçlandı ve otomobil emekli bir öğretmene verildi.
İrfan Akça, yıllar sonra bu olayı şöyle
anlatır:
…İşte o gün ve o gece, TANSAŞ’ın nasıl büyük bir kuruluş olduğunu,
olacağını, insanlarımızın TANSAŞ’ı nasıl sevdiğini ve bağrına bastığını
anladım, öğrendim.
Bu kuşkusuz uyguladığımız politikanın somut sonuçlarıydı. O
geceden sonra, ilerleyen günlerde ve aylarda daha da önemli yatırımlar
gerçekleştiriyordum.
Artık, kelimenin tam anlamı ile korkmuyordum. Yatırımları yapıp
mağazalar açıyorduk ama, bir şeye çok dikkat ediyorduk: Bakkal unsurunu hiçbir
zaman göz ardı etmedik. Küçük esnafı mağdur etmedik...
Her şey güzel ve planlı bir şekilde
yapılıyor ve ilerliyor-du. Ancak yapılanlar yöneticilere yeterli gelmiyordu.
Daha iyileri, daha farklı olanları yapılmalıydı. Bunun için arayışlar sürerken,
Narlıdere bölgesinde yeni bir mağaza açılması gündeme getirildi Akça
tarafından. Ama bu düşünceye, yine ANAP’lı meclis üyelerinden oluşan Yönetim ve
Denetim Kurulu karşı çıktı. Çünkü Narlıdere, o dönemlerde şehir dışında
kalıyordu ve imtihan pisti olarak kullanılıyordu. İnsanlar, şehir dışında
bulunan bir yere nasıl gidip alışveriş yapacaktı? Bunun hiçbir örneği yoktu.
İrfan Akça, birçok yöneticiyi ikna turları yapmıştı; ama sonuç alamamıştı.
Bu arada, TANSAŞ’ın bu başarısı,
İstanbullu işadamları tarafından yakından takip ediliyordu.
Günlerden bir gün Karşıyaka’da, MİGROS’un ilk mağa-zasının açılışı yapılır. Burhan Özfatura da bu
açılışa davetlidir. Açılış töreni sonrası mağazayı gezen Özfatura, telsizle
İrfan Akça’ya ulaşır:
—İrfan, neredesin?
—Konak tarafındayım efendim.
—Hemen atla arabaya, Karşıyaka’ya gel. Ben Migros mağazasındayım.
Bekliyorum…
İrfan Akça hem şaşkın ve hem de
tedirgindir. Ne oldu-ğunu bir an önce öğrenmek ister. Süratle mağazaya ulaşır
ve Özfatura’nın yanına gelir:
—Buyurun Başkanım.
—Bak İrfan görüyor musun bu rafları, düzenlemeleri… Biz de
TANSAŞ’ta bunları yapalım. Ne dersin?
—Efendim, ben bunların daha iyisini ve daha farklısını yapmak
isterim. Aynısını yapmam. Gelin, şu Narlıdere pro-jesini yeniden gündeme
getirelim.
Hemen Narlıdere’ye gidilir. Akça,
Özfatura’ya, sanki binalar yapılmış gibi tüm hayalini, daha birkaç gün önce
oğluna anlattığı gibi anlatır. Çok ilginçtir, Özfatura pro-jeleri bile görmeden
ikna olur ve talimatını verir:
—Acilen Yönetim Kurulu’nu topla.
İrfan Akça çok mutludur. Emri yerine
getirir. Yönetim Kurulu tek bir gündem maddesi ile toplanır. Özfatura şöyle
der:
—Arkadaşlar, Narlıdere’ye bir mağaza açma fikrini beğendim. Çok
yararlı olur. Bunun vebali, tüm sonuç ve sorumluluğu bana ve İrfan’a aittir.
O dönemler belediye başkan vekilliği
görevini de üstle-nen, Özfatura’nın en güvendiği adamlardan biri olan Yusuf Uz itiraz eder ve İrfan Akça ile
mağazanın işleyip işlemeyeceği konusunda takım elbisesine iddiaya girer.
Yönetim Kurulu, mağazanın açılması
kararı alır. Mağazanın inşasına acilen başlanır ve çok ilginçtir, kos-koca bina
ve tüm tesisler, gece gündüz, 24 saat çalışıla-rak bir ay gibi çok kısa bir
sürede tamamlanır ve düzen-lenen büyük bir törenle halkın hizmetine açılır.
Bu mağaza Türkiye’de, şehir dışında
açılan ilk mağaza olma özelliğini kazanır.
1984 yılında mağazaların kapatılması
emrini veren Turgut Özal, Narlıdere Mağazası’nın açılış törenlerinden bir süre
sonra İzmir’e gelir. Kendisine, mağazanın bah-çesinde otağ kurulur ve onuruna
yemek verilir. Yemeği, Hürriyet Gazetesi İzmir Temsilcisi Nedim Demirağ organize eder.
Yemek sırasında Özal ile Özfatura
arasında şu konuşma-lar geçer:
—Ya Burhan, çok güzel olmuş buraları ama sen reklam yapmasını
bilmiyorsun.
—Ne gibi efendim?
—Baksana, bu yaptıklarının hepsi Belediyenin bir hizmeti. Belediye
tarafından yapılmış. Bunu niye adam akıllı kullanmıyorsun. Sen bu şirketin
adını değiştir. Bir yerlerine Büyükşehir Belediyesi cümlelerini koy.
Özal’ın bu önerisi, bir yıl sonra
yapılan genel kurul toplantısında ele alınır ve o günlere kadar TANZİM SATIŞLARI İÇ VE DIŞ TİCARET ANONİM
ŞİRKETİ olan TANSAŞ’ın şirket unvanı, TANSAŞ
İZMİR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ İÇ VE DIŞ TİCARET ANONİM ŞİRKETİ olarak
değiştirilir.
Bu arada, “Takım elbise ne oldu?” diye sorulabilir. Narlıdere mağazası çok
iyi iş yapmasına rağmen, kitabın baskıya verildiği güne kadar Yusuf Uz’ un
takım elbiseyi hâlâ almamış olduğu bilinmektedir.
1984-1989 yılları arasında görev yapan
Burhan Özfatura, Yönetim Kurulu Başkanı olarak katıldığı hiçbir toplantı-dan
huzur hakkı almadı.
Ancak aleyhinde; kendi partili ve
yandaşlarını işe alıyor, TANSAŞ’ta yakınlarının mallarını sattırıyor gibi
birçok iddia vardı. Özfatura, bu iddialara şöyle yanıt veriyordu:
…Bir
tek örneği yoktur. TANSAŞ’a hiçbir zaman politika sokmadım. Mal ve personel
alımına kesinlikle karışmadım. Benim ekmek ve konut konusundaki duyarlılığımı
herkes bilir. Bizim, bir tek çiçek masrafımız bile olmadı.
İrfan Akça bu dönemi anlatırken,
Özfatura’yı doğrula-yan açıklamalarda bulunur. Şöyle der Akça:
…Gerçekten,
mal ve personel alımına hiç karışmadı. Nerede hangi mağazayı açacağıma bile
karışmadı. Mağazalar konusunda iki kez ricacı ve hatta ısrarcı oldu. Birincisi,
halen Alsancak’ta Migros’un bulunduğu yere, ikincisi de Fuar içine TANSAŞ
mağazalarını açmam konusuydu. Birçok inceleme yaptım ve sonuçta bu iki mağazayı
açmadım. Bunun için bana hiçbir şekilde tavır almadı. Yıllar sonra ise Fuar
alanına TANSAŞ, Çakmur tarafından açıldı... Genel Müdür olarak buna en yakın
şahit benimdir. Asla ve asla bir tek politik baskı yapmadı. Bir örnek vermek
gerekirse, TANSAŞ’ta bir dönem sayın başkanın baldızı çalıştı. İnanın, o bile,
en az maaşı alanlardan biriydi. Hiçbir şekilde maaş artırımı yapmadım. Her şey
sırasıyla oldu...
Birbirinden habersiz, ayrı ayrı
günlerde yapılan bu söyleşilerden, her ikisi de kesinlikle haberdar olmadı. O
nedenle yapılan bu açıklamalar, birbirini doğrulaması açısından gerçekten çok
önemlidir.
TANSAŞ’ta sendika yoktu. Yüzlerce,
binlerce işçi çalışı-yordu; ama sendikalaşmak ayrı bir sorundu. Özfatura bunu, “Sendika yerine sendikadan daha çok sosyal
hak vardı.” diyerek anlatırken, İr-fan Akça da personel hukukuna derin
saygının varlığından bahsediyordu:
…Hiç unutamayacağım iki örnek vardır. Bir mağazada kasap olarak
çalışan bir işçinin parmakları, kıyma makinesinde parçalanmıştı. O heyecan ve
telaşla, durumu hemen Burhan Bey’e bildirdik. Burhan Bey, hastanın hemen
İstanbul’a uçakla, oradan da, alanda hazır bekletilecek olan helikopterle Alman
Hastanesi El ve Mikro Cerrahi bölümüne sevk edil-mesi talimatını verdi. Süre
çok azdı. Saatlerle yarışıyorduk. İşçimizi uçağa, sonra da helikoptere
bindirdik ve Alman Hastanesi’ne götürdük ve hemen ameliyatını gerçekleştirdik.
Arkadaşımızı kurtarmıştık. İlerleyen aylarda da bu işçimizin nikahını Burhan
Bey kıymış, şahitliğini de ben yapmıştım.
Bir diğer örnek ise yine bir işçimizle ilgilidir. İşe gelmek üzere
evinden çıkan bu işçimiz, karşıdan karşıya geçerken bir aracın çarpması sonucu
yaşamını yitirdi. TANSAŞ’taki görev süresi hemen hemen on gündü. Ama bu süre,
bizim için hiç önemli değildi. Biz, Burhan Bey’in de talimatıyla, bu işçimizin
aile-sine bir ev verdik, masraflarını karşıladık ve çocuklarını okuttuk.
İşte bunlardır, bu değerlerdir TANSAŞ’ı TANSAŞ yapan. Bunun gibi
daha birçok örnek vardır...
Peki TANSAŞ, mağazalarına malı nasıl
alıyordu?
Bir süre sonra, mağazalarda sebze meyve
satışlarının da yapılmasına karar verildi. Ancak bunun için çok dikkatli
olunması gerekiyordu. Bu iş, diğerlerine benzemiyordu. Çürüme riski yüksekti.
TANSAŞ’ın hem hiçbir mal kale-minde zarar etmemesi, hem de bu malların ucuz
satıl-ması gerekiyordu. Mallar, başka türlü satılamazdı mağa-zalarda. Sıkı bir
ekonomik politika uygulanıyordu.
Bunun için de bir yöntem bulundu.
Mallar; toptancı ve aracıdan değil, direkt olarak üreticiden alınacaktı.
Malların alımı için yapılan
seyahatlerde, kişisel yol, yemek ve konaklama gibi masraflardan, bu dönemde hep
kaçınıldı.
Örneğin, Fethiye ve çevresindeki
bölgelerden mal ala-bilmek için bir gün Fethiye’ye giden Genel Müdür İrfan
Akça, Genel Müdür Yardımcıları Ufuk Ongan ve Cumhur Utkan, meyve sebze
pazarının kurulmasını beklerlerken, otel masrafından kaçınmak için geceyi
arabada uyuyarak geçirirler.
***
TANSAŞ, hızla ve istikrarlı bir biçimde
büyüyordu. Artık, bir kurum yerine, halka mal olmuştu TANSAŞ… Bunun ticari
anlamda yerine getirilme gereği ortaya çıktı.
Yıl 1987…
Bir gün, gazetelerde koca koca ilanlar
yayınlandı. Ardından, sokaklarda ve tüm mağazalarda broşürler dağıtıldı. Her
yere afişler asıldı. UCUZ, KALİTELİ
ve GÜVENLİ sloganı ile yapılan
çalışmada İzmirlilere şöyle sesleniliyordu:
TANSAŞ’A ORTAK OLUN...
SERMAYEYİ TABANA YAYMA ÇALIŞMALARINDA ÖRNEK BİR MODEL spotları ile bastırılan broşürlerde aynen şunlar yazılıydı:
Bu dokuz yıl öncesinden başlayan bir olay...
Lütfen 1978 yılını hatırlayınız: Yokluklar, kıtlıklar,
kuyruk-lar... O günün şartları altında devlet yönetimi temel tüketim
mallarındaki karaborsayı önlemek üzere, belediyeleri Tanzim Satış Mağazaları
açmağa yöneltiyor.
Ekonomide arz ve talep dengesi gerçi 12 Eylül 1980 sonra-sında
sağlanıyor ama 1978 şartlarında kurulmuş olan Tanzim Satış Mağazaları etrafında
genellikle problemli düzensizlikler, tartışmalar sürüyor. 1984 deki yerel
seçimlerden sonra yurt çapında bunların çoğu tasfiye ediliyor ve ayakta kalan
mağa-zaların sayısı iki elin parmaklarıyla sayılabilecek kadar aza-lıyor.
Yeni bir sosyal felsefe oluşmakta. Büyükşehirlerin büyük
problemleri var. Gecekondu bölgelerine tapu verilecek, buraların yolları,
kanalları yapılacak, su, otobüs ihtiyaçları karşılanacak. Bu bölge insanlarının
uygar bir yaşam sevi-yesine ulaşabilmesi için çağdaş şehirciliğin bütün
gerekleri yerine getirilecek. Devlet, belediyelere büyük mali imkanlar tanıyor
ve bu hizmetler hızla başlatılıyor. İzmir Büyükşehir Belediyesi burada diğer
belediyelerden bir adım daha önde. Gecekondu bölgelerinde kırsal kökenli
ailelerimiz, emekli memur ve işçilerimiz barınıyorlar. Tanzim Satışları yoluyla
aile bütçelerinde ferah-lık yaratmak daha sağlıklı beslenen kitleler yaratmak,
İzmir Büyükşehir Belediyesi’nin sosyal politika anlayışında önemli yer tutuyor.
Tanzim satışları konusu, İzmir’de işte bu düşüncelerle gelişti,
büyüyüp serpildi. Gecekondu bölgelerinde birbiri ardınca açılan mağazalar,
belediyeye külfet yüklemek şöyle dursun önemli boyutlarda kazanç da sağlamaya
başladı. Ne var ki devletin ihale ve personel konularıyla ilgili yasaları,
ticaret hayatının özellikleriyle kolay kolay bağdaşmıyordu. İzmir’deki Tanzim
satışlarının hacmi gittikçe büyümekteydi ama bu gelişme piyasada belediyenin
haksız rekabet şartları yarat-makta olduğu endişesini de beraberinde
getirmekteydi. İzmir Büyükşehir Belediyesi 1986’nın son günlerinde bu
rahatsızlıklara bir çare buldu: Tanzim Satışları, bir Anonim Şirket olarak
örgütlenmeliydi. Büyük hissesi belediyeye ait olmak üzere bazı kamu kurum ve
kuruluşların iştirakiyle 4 milyar TL sermayeli TAN-SAŞ kuruldu. Varılacak en
son he-def belediyenin denetiminde TANSAŞ’ı İzmir halkının sahipliğine terk
etmek ve genel politika doğrultusunda sermayeyi tabana yaymaktı.
Türk toplumu hızlı değişimin ve gelişimin içinde. İnsanlarımı-zın
tasarruf bilinci eskisinden daha sağlam. Zamanın değerini artık daha iyi
biliyor.
Bu noktadan hareketle gerçek toplu alışveriş ihtiyacının gittik-çe
daha fazla önem kazandığını ve özellikle büyük kentleri-mizde böyle bir
alışkan-lığın yayıldığını dikkatle göz önünde tutan TANSAŞ, 10 ay içinde
inanılması güç başarı boyut-larına erişiyor.
Ekim 1987’de ciro 4.5 milyar liraya ulaşmış durumda. Sayıları
50’yi bulan TANSAŞ mağazalarında 1 milyon kişiye hizmet veriliyor. İzmir’deki
her üç haneden birisi mutfak ihtiyacını TANSAŞ’tan karşılamakta. Piyasa
fiyatlarından ortalama yüzde 30 ucuza satış yapıldığı halde, öz sermaye
karlılığı da yüzde 70’lere ulaşıyor.
Kurumun finansman sorunu yok. Cari güçler çok yüksek. Kullanılan
paranın maliyeti hiç yok. Ucuza ve peşin alınıyor, ucuza ve peşin satılıyor.
TANSAŞ’ın varlığı piyasada, şehir halkı için çok yararlı olan bir rekabet
yaratıyor.
TANSAŞ’ın gerçek sahibinin, İzmir halkı
olduğu; her çalışmada ve ortamda duyurulmaya devam ediliyordu. Hazırlanan diğer
bir broşürde ise Özfatu-ra şunları söylüyordu:
Sevgili İzmirliler,
Sizlere TANSAŞ’ı uzun uzun anlatıp tanıtmayı gereksiz buluyorum.
TAN-SAŞ günlük şehir yaşamımızın önemli bir unsuru haline gelmiştir. Şirin
İzmirimizde yaşayan her üç aileden birisi mutfak ihtiyaçlarını TANSAŞ’ tan
karşılamak-tadır, her ay en az bir milyon defa mutfaklarınıza girmek-tedir.
İzmir yaşayanı bizlerden iyi bilmektedir TANSAŞ’ı.
Bugün yurdumuzda yıllık ciroları 50-60 milyarı bulan firma sayısı
bir elin parmaklarını aşmaz. TANSAŞ kuruluşunun birinci yılını doldurmadan bu
dev kuruluşlar arasında yerini almıştır.
Sizlerden görmüş olduğu fevkalade ilgi bizleri bu “ilgide
istikrarın” sağlanması yolunda arayışlara itmiştir. Bu nedenle dokuz ay önce
kurulan şirketimiz bizim SOSYAL ÖZELLEŞ-ME diye nitelendirdiğimiz, halka
sermaye olarak da bütünleşme kararının uygulanması aşamasına gelinmiştir.
TANSAŞ 4.000.000.000.-TL sermayeli bir Anonim Şirkettir.
Ortaklarının hepsi kamu kurum ve kuruluşlarıdır.
Şu anda söz konusu olan hisseler İzmir Büyükşehir Belediyesi’ne
ait (B) grubu, 6 bin adet ve her biri 10.000 TL değerinde olan hisse
senetleridir. Büyükşehir Belediyesi’nin bu hisse senetleri devir ve ciro ile
elden çıkartılacaktır. Halkımızın ilgisi devam ettiği sürece Büyükşehir
Belediyesi’nin hissesi yüzde 75’e düşene kadar parti parti satışlar devam
edecektir..
Ne kadar hisse senedi satılırsa şirketin en büyük ve karar verici
ortağının İzmir şehri adına İzmir Büyükşehir Belediyesi olarak kalacağının
hafızalarda tutulmasını rica ederim.
Biz TANSAŞ’ı devamlı olarak gerçek sahibi olan sizlerin
denetiminde bulundurabilmek için hisse senetlerinin isme yazılı olmasını ve bir
kişinin 5 hisseden (50.000.-TL) fazla hisseye sahip olmamasına karar verdik.
Herkesçe bilineceği gibi hisse senetlerinde kar miktarı şu olacak,
bu olacak şeklinde taahhüte girmek mümkün olmamaktadır. Fakat TANSAŞ’taki küçük
katılımlarınızın getireceği katkı hiçbir zaman banka faizlerinin altına
düşmeyeceği sözünü verebilirim.
İZMİR EKONOMİDE HERŞEYİN İLKİDİR. Sizler TANSAŞ’ın gerçek
sahiplerisiniz.
Bu sahipliği hukuken de kazanmak üzere sizleri TANSAŞ’a davet
ediyorum. Hayırlı ve uğurlu olması temennisiyle...
Yoğun süren bu çalışmalardan sonra, arz
gerçekleşti, halkın ilgisi gerçekten büyük oldu. Halka açılan % 10’luk bölümün
% 7,5’i satıldı. Geriye kalan bölüm için Özfatura, çok özel bir kişi ile
doğrudan bağlantı kurdu.
Bu kişi; İngiliz kökenli Kıbrıslı, bir
dönem Günaydın ile Güneş Gazetesi’ni satın alarak basın hayatına giren ve halen
birçok gazetecinin, mahkeme kararlarına rağmen tazminat haklarını kendisinden
alamadığı iş adamı Asil Nadir’di.
Günler ayları, aylar yılları
kovalıyordu. TANSAŞ arzu edilen noktalara gelmişti. Ancak bu arada 1989 yerel
seçimleri yaklaşmıştı. Özfatura, yeniden ANAP’tan adaylığını açıkladı.
Karşısında ise SHP adayı Yüksel Çakmur vardı.
Yoğun seçim çalışmaları devam ederken
Özfatura, siyasi içerikli afişlerinin TANSAŞ mağazalarına asılmasını istedi.
Ancak bu istek yasal değildi. Seçim yasakları gereği, bir kamu kurumu
çerçevesinde sayılan TANSAŞ mağazalarına bu afişlerin asılması sorun yaratırdı.
Birçok yetkili kendisini bu konuda uyardı ve yasayı hatırlattı. Özfatura da,
her zaman ve her ortamda yasaları uyguladığını söylediği için, bu kurala da
uymak zorunda kaldı ve hiçbir afişi astırmadı.
1989 yerel seçimlerinde, tüm Türkiye’de
olduğu gibi İzmir’de de SHP rüzgârı esiyordu. Kıran kırana geçen seçimlerde
Özfatura kaybediyor; Çakmur koltuğa oturu-yordu. TANSAŞ’ta artık Çakmur dönemi
başlıyordu.
Seçim sonuçlarının hemen hemen belli
olduğu saatlerde, Genel Müdür İrfan Akça, bir vefa örneği göstererek
Özfatura’nın seçim bürosuna gider. O güne kadar etrafında yüzlerce insanın
bulunduğu Özfatura artık yalnızdır. Yanında sadece Talat Şimdi vardır. Otururlar, sohbet ederler ve öpüşerek
ayrılırlar. Her ikisinin de gözlerinde yaş vardır. Kolay değil, beş yıl; zaman
zaman eşten, çocuktan, aileden uzak kalınmış; birlikte çalışılmış ve Türkiye’ye
örnek olacak TANSAŞ yaratılmıştır.
TANSAŞ, uyguladığı politikalar ve ekonomik
kurallar çerçevesinde, satılan bazı ürünlerin fiyatlarına zam yapma kararı
alır. Bu olay Yüksel Çakmur’u çok sinir-lendirir. Kendisine komplo kurulduğunu
düşünür ve Akça’ya tavır alır. Oysa, yasa gereği Yüksel Çakmur, o günlerde
TANSAŞ’ın yönetim kurulu üyesi bile değildir.
Yaklaşık bir ay sonra genel kurul
toplantısı yapılır ve Çakmur, TANSAŞ Yönetim Kurulu Başkanı olur.
Bundan sonra anlatılacak olaylar,
herhalde Türkiye’nin hiçbir ilinde gerçekleşmemiştir. Buna, siyasetin cilvesi
demek galiba doğru olacak.
Yüksel Çakmur bir gün İrfan Akça’yı
çağırır. Kendisine başka bir görev önerir. Ancak Akça, bu teklifi kabul etmez
ve TANSAŞ’tan ayrılır. Artık TANSAŞ’ın yeni genel müdürü, 1999 seçimlerinin
galibi Ahmet Piriştina’dır. Ancak Çakmur’a ve siyasi baskılara daya-namadığı
için çok kısa bir süre sonra PİRİŞTİNA’da istifa eder. Koltuğunu, Genel Müdür
Yardımcısı Coşkun Süer’e bırakır.
İrfan Akça, makamından ayrılmadan önce
Piriştina’ya tek bir öneride bulunur:
—Sakın, mal ve eleman alımında politik davranma. Bu seni ve
TANSAŞ’ı çok yıpratır.
Tüm bu gelişmelerden sonra, elbette
kadro değişiklikleri de gerçekleşir. Özfatura döneminde görev yapan eşim de
görevinden ayrılır. TANSAŞ’ın Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü’ne; 1999
seçimlerinden sonra bir süre Ahmet Piriştina’nın Basın ve Halkla İlişkiler
Danışmanlığı görevini yürüten, 3 Kasım 2002’ de yapılan Milletvekili
seçimlerinde CHP’den aday olan, Piriştina’nın en yakın arkadaşı Ünal Ersözlü atanır.
Aylar, yıllar geçer…
TANSAŞ’ın gidişatında bir bozukluk başlar.
Kâr eden şirket, artık iyi gitmemektedir. Birçok partili TANSAŞ’a personel
olarak alınır.
Bir gün, randevu almadan ziyaretime
gelen Çakmur, bu sıkıntılarını şöyle dile getirmişti:
—Üzerimde yoğun parti baskısı var. Genel Merkez, il, ilçe herkes
herkesi işe almamı istiyor. Ben nasıl herkesi işe, TANSAŞ’a alırım? Yapamam ki.
Ama yılmayacağım. Kimseden korkum yok...
1990 yılının ilk aylarında, Yüksel
Çakmur ile birçok konuda ayrı düşen, yıldızı bir türlü barışmayan Bornova
Belediye Başkanı Ali Sözer; Çakmur’un,
partililerini per-sonel olarak yerleştirdiğini söylediği TANSAŞ’a, rakip olma
kararı alır. 1978 yılında Ecevit hükümeti dönemin-de yürürlüğe konmuş olan
yönetmeliği uygulayarak TANSA’ları
kurar. Oysa TANSA’lar, çoktan tarihe karışmıştır…
Ali Sözer, dokuz adet açacağını ilan
ettiği mağazalardan ilkini, Bornova - Çamdibi Kamil Tunca Bulvarı üzerinde açar. Açılışta şunları söyler:
…Açacağımız tanzim satış mağazaları, TANSAŞ fiyatları ile orantılı
olacak. Amacımız dar gelirliye katkıda bulunmak. Bir zamanlar İzmir’in en güçlü
belediyesi olan Bornova’yı eski günlerine kavuşturmak için ne gerekiyorsa
yaparız. Bu tür faaliyetlerimizle ekonomik ambargoyu kırmanın da yollarını
arıyoruz...
O dönemlerde açılan TANSA’ların
başarılı olup olma-dığı konusunda yorum yapmak yanlış olur; ama mağa-zalara
partililerin yerleştirildiği bilinen bir gerçektir.
1991 yılına gelindiğinde, dünyada ve
Türkiye’ de korkunç bir “Sığır Vebası” salgını başlar.
Besiciler başta olmak üzere herkes tedirgindir.
Halk kırmızı et yerine, beyaz ete
yöneliyor ve bu konuda hiçbir kuruma güvenmiyordu. Buna rağmen TANSAŞ, sığır
vebası krizinden kârlı çıkan bir kurum oldu. Çünkü etler, aynen bugünkü gibi
güvenli bir ortamda kesiliyor ve halka sunuluyordu. 1991 yılının 15 Kasım günü
bir açıklama yapan TANSAŞ Genel Müdürü Coşkun Süer, mevcut olan 81 mağazada
günde ortalama 600 ton et satışının yapıldığını açıklıyor ve şöyle diyordu:
…Sığır vebası salgınından sonra günlük satışlarımız 500 tondan 600
tona çıktı. Çünkü TANSAŞ’ta satılan etler kesilmeden önce ve kesimden sonra
ayrı ayrı veteriner hekim ve gıda uzmanlarınca kontrol ediliyor...
Zamanla Yüksel Çakmur; TANSAŞ’ı ve
TANSAŞ çalışanlarını, yakaladığı her fırsatta ilgisiz ve amacına aykırı işler
için kullanmaya başlar.
Aradan yıllar geçer…
Çakmur, SHP Genel Başkanlığı’na aday
olur. O dönem gazeteleri incelendiğinde görülecektir ki; seçim çalışma-ları
için TANSAŞ elemanları görevlendirilmiş, Ankara’ya gönderilmiş; delegelere
dağıtılan kumanyalar TANSAŞ tarafından sağlanmıştı. Hatta kurultay sonrası
İzmir’e dönüş yolunda meydana gelen trafik kazasında yaralanan bir bayan
elemanın, TANSAŞ çalışanı olduğu ortaya çıkmıştı.
Bir başka örnek ise 1992 yılında
görülür. Karşıyaka Sahil Yolu’nun yapımı sırasında, Karşıyaka Belediyesi ile
giriştiği kavgaların doruk noktasına ulaştığı günlerde, halkı bilgilendirmek
amacı ile Yüksel Çakmur, Karşıyaka’da bir toplantı düzenler. Ağaçları,
özellikle palmiyeleri kestiği için halktan büyük tepki gören Çakmur, kendisine
yönelik bir saldırıda bulunulabile-ceğini düşünerek, aşırı güvenlik önlemleri
alır ve bu güvenlik önlemlerinde, hiçbir görev ve sorumluluğu olmadığı halde
TANSAŞ’ın güvenlik görevlilerini kullanır.
Çakmur’un bu yıl içinde TANSAŞ’ı
kullanarak yaptığı çalışmalar, basına birçok kez haber olur.
İşte 31 Mayıs 1992 tarihinde, günümüz
SABAH, döne-min Yeni Asır Gazetesi muhabiri Esen Evran’ın bir
haberi:
Törene katılmaya değil, bedava yemeğe geldiler
Karşıyakalıların kendilerini ağaçlara bağlayarak yapılmasını
protesto ettikleri, Çok Katlı Otopark ve Kompleksi’nin temel atma töreninde
bedava ekmeğe hücum yaşandı. Temel atma töreninin yapıldığı alana gelenler,
konuşmaların bitmesini beklemeden TANSAŞ görevlilerinin dağıttığı dönerli
sandviç ve kola kuyruğuna girdiler. Meraklılar, törenin bitmesini beklemeden
bedava yemeğe hücum ettiler.
1992 yılının TANSAŞ açısından en önemli
olayları, 100. mağazanın açılışı ve Genel Müdür’ün istifasıydı. Gaziemir’de
yapılan ve 3 milyara mal olan mağazanın, 15 Temmuz’da düzenlenen açılış
töreninde konuşan Başkan Çakmur, halkın TANSAŞ’a duyduğu güveni belirtiyor;
hızını alamayıp yurtdışında da şubeler açıla-cağını müjdeliyordu.
Ancak bu şubeler, hiçbir zaman
açılmadı.
Diğer bir olay ise, TANSAŞ’ın ikinci
Genel Müdürü Ahmet Piriştina’nın ayrılmasıyla yerine getirilen Coşkun Süer’in
de Çakmur ile yaşadığı sorunlara dayanamayıp istifa etmesiydi. 27 Kasım 1992
Cuma akşamı istifa eden Coşkun Süer, yoğun politik baskıları ve bağımsız
çalışa-mama ortamını istifa gerekçesi olarak gösteriyordu. Aslında Süer, birkaç
ay önce istifa etmeyi düşünüyordu; ama istifasını geciktiriyordu. Çünkü, Et
Entegre Tesisleri’nin yapımında büyük emeği vardı; en azından deneme üretimini
görmek istiyordu, haklı olarak. Tesisin deneme üretimini yaptırarak emeğinin
karşılığını gördü; ancak istifa etmiş olduğundan açılışa katılmadı. (Bir ay sonra da, başkan adayı çıkmayınca,
Divan Başkanı olduğu için, Karşıyaka Spor Kulübü’nün Başkanı oldu.)
Coşkun Süer’in genel müdür olması,
ilginç olaylar zinci-ridir. O dönemlerde Ege’nin en güçlü kuruluşu olan Ege
Yatırım Grubu’nun DEMAŞ şirketinde Yönetim Kurulu Danışmanı olarak görev yapan
Süer’e, Büyükşehir Belediyesi Gelirler Müdürü Güven Kayan’dan, birlikte çalışma
önerisi gelir. Kayan, konuyu Çakmur’a açar. İlerleyen günlerde Süer, Çakmur’la
İZFAŞ’ın Yönetim Kurulu odasında bir araya gelir. Çakmur’un teklifi üzerine
Süer, mevcut bir işinin bulunduğunu belirtirse de Çakmur, bu konuyu Ege
Yatırım’ın patronlarıyla konuşarak kendisinin halledeceğini söyler. İkinci
görüşme; uzun yıllar belediye misafirhanesi, günümüz-de ise belediyeye ait
birçok şirketin yönetim merkezi olarak kullanılan, Güzelyalı TANSAŞ karşısında
yer alan Büyükşehir Apartmanı’nın en üst katında gerçekleşir. Süer, birkaç gün
sonra Ahmet Piriştina’nın yardımcısı olarak göreve başlar.
O dönemlerde bu görevlendirme, birçok
dedikoduya yol açmıştı. Söylentilere göre Çakmur; kendisi ile birlikte çalışan
hiç kimsenin politika yapmasını istemiyor ve buna izin vermiyordu. Ahmet
Piriştina’nın ise çok med-yatik olduğu bilinen bir gerçekti. TANSAŞ ile ilgili
konularda, haklı olarak Piriştina ön plana çıkıyor; Çakmur ise bunu
hazmedemiyordu. Sonunda Çakmur, Piriştina’nın istifasını istedi ve Süer,
TANSAŞ’ta göreve başladıktan bir ay gibi kısa bir süre sonra TANSAŞ Genel
Müdürü oldu.
Süer’in o günlerde en yakın dostu,
İZFAŞ Genel Müdürü, TANSAŞ Yönetim Kurulu Üyesi Selami Gürgüç’tü. Gürgüç,
Süer’i basınla tanıştırıyor ve onun basınla iyi diyalog kurmasını sağlıyordu.
Süer’in bu dönem içinde basınla hiçbir tartışmasının olmadığı bi-linen bir
gerçektir. Süer yönetimdeyken, iz bırakan olaylarından biri şudur:
Piriştina’nın genel müdür olduğu
dönemde TANSAŞ mağazalarında, büyük indirimlerle Lever Grubu deter-janlarının
satışı başlamıştı. Rakip firma, bunu bir türlü hazmedemiyor; TANSAŞ’ı çeşitli
yerlere şikayet ediyor-du.
Süer genel müdür olarak göreve başlar
başlamaz, her iki firmayı da makamına çağırır. Çağırılan firmalar Lever Grubu
ile Procter and Gamble Grubu’dur. Süer, her iki grubu birbiri ile çatıştırır ve
Lever Grubu’ndan 7,5 milyar liralık promosyon elde eder. Süer’in tek hedefi, bu
parayı yapımı devam eden Et Entegre Tesisleri’ne aktarmaktır. Ancak Çakmur buna
engel olur ve bu para ile ölünceye kadar Mütevelli Heyeti Üyesi olarak kalacağı
Ege Sağlık Vakfı’nı kurar. Bu vakıf günümüzde faaliyetini sürdürmektedir.
Çakmur, mülkiyeti Belediye’ye ait olan binada görev yapmaktadır ve halen bu
vakfın başkanıdır.
Çakmur, söz konusu 7,5 milyar liralık
bu paranın tama-mını, ilerleyen aylarda TANSAŞ’ta sermaye artırımı yaparak
Belediye bütçesinden TANSAŞ’a aktarır.
Lever’in bu promosyonu, rakip firmayı
çok kızdırır. Rüşvet iddiaları ortaya atılır. Dönemin Maliye Bakanı (eşi Füsun Kahveci ile 5 Şubat 1993
tarihinde Gerede yakınlarında geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını
kaybeden) Adnan Kahveci, müfettişlerini yıldırım hızı ile İzmir’e gönderir.
Müfettişler; birkaç saat süren incelemeler sonucunda, yapılan her şeyin
yasalara uygun olduğuna karar verir.
Bir süre sonra Coşkun Süer de istifa
etti ve yerine, Çakmur’un eşi Gülay Çakmur’un yeğeni Nusret Tuncer getirildi. Nusret Tuncer de bu görevi, ancak iki ay
sürdürebildi. Ayrılan Tuncer’in yerine, Zeki
Haktar Genel Müdür Vekili olarak atandı ve bu görevi hep vekil kalarak 1994
yılına kadar sürdürdü.
Nusret Tuncer’in bu görevlendirilmesi
bile, TANSAŞ’ın, siyasilerin elinde nasıl kullanıldığına somut bir örnektir.
Aynı Özfatura’nın ikinci döneminde
olduğu gibi…
1992 yılında, benzine ve una büyük
zamlar yapıldı. Benzine yapılan zam, dolayısıyla tüm ürünlere yansı-yordu.
Bundan her gıda ürünü payını alırken, en büyük payı ise yine ekmek alıyordu.
Bir yandan benzine, diğer yandan una
yapılan zam, İzmir’deki ekmek fiyatlarını da etkilemişti. Fırıncılar Odası bu
zamları öne sürerek 1.000.-TL’lik ekmeği 9 Ekim tarihinden itibaren
1.700.-TL’ye satmaya başlı-yordu. Her zaman tüketicinin yanında olduğunu
söyle-yen TANSAŞ ise, bu durum karşısında boş durmuyor ve aynı bugün olduğu
gibi tüketiciyi düşünerek ekmeğin fiyatını değiştirmiyordu. Yani ekmek, tüm
TANSAŞ’larda yine 1.000.-TL’den satılmaya devam ediyordu.
1989-1994 döneminde Çakmur’un TANSAŞ
için gerçek-leştirdiği en başarılı çalışma, kuşkusuz Et Entegre Tesisleri’nin
yapımıydı. 1990 yılının 3 Mart günü, dönemin SHP Genel Başkanı Erdal İnönü
tarafından temeli atılan ve 1991 yılında açılması gerekirken, çeşitli kredi ve
ödeme zorlukları nedeniyle (24.7 milyar Lira’ya ihale edilen tesislerin
maliyeti, erteleme sebebiyle 43 milyar 31 milyon Lira’ya yükselmişti.) 30
Haziran 1992 tarihinde açılan tesislerde bugün, TANSAŞ mağazaları-nın
raflarında bulunan birçok et ürününün üretimi gerçekleştirilmektedir. TANET markalı sucuk, salam, sosis gibi
ürünler, bu tesislerde sağlıklı bir ortamda üretilmekte ve TANSAŞ’ta
satılmaktadır. Böyle bir tesis kurulduğunda, bunun tek örneği yoktu.
TANSAŞ’la ilgili olarak KADER ve KARAR ANI denilebilecek başka bir olayın bilgisine, bu kitabın
baskı günlerinde ulaştım ve bu bilgiyi kitaba eklemeyi uygun gördüm.
1991’in ortaları…
Metro ihalesinden sonra Belediye’ye,
yaklaşık 3 milyon dolarlık bir köprü kredisi çıkar. Ancak krediyi verecek olan
banka, kefalet ister. Çakmur bu kefalet listesine TANSAŞ’ı da eklemek ister. TANSAŞ’ın o dönem yöne-ticilerinden,
gerek Genel Müdür Coşkun Süer ve
gerekse Genel Koordinatör Güven Kayan,
buna karşıdırlar. Çakmur ve belediye yönetimi, bu direnişe çok sinirlenir.
Sonuçta TANSAŞ kefalet listesine yazılmaz; ama TANSAŞ’ı temsilen düşüncelerini
açıklayan Güven Kayan, çok kısa süre sonra Çakmur tarafından görevin-den
alınır.
Eğer TANSAŞ kefil gösterilseydi ne
olurdu?
Kuşkusuz kredinin gelişi kolaylaşırdı.
Peki ya, öde-melerde bir aksaklık olsaydı ne olurdu? İşte bunu dü-şünmek ve
yazmak bile istemiyorum.
Bu olaydan sonra Çakmur’un TANSAŞ
yönetimine inancı kalmaz. Çakmur’un çevresindeki bazı insanlar, birçok bilgi ve
evrakın TANSAŞ tarafından saklandığını öne sürerek; Genel Müdür’ün odasında
bulunan, büyükçe, şifreli çelik bir kasayı alırlar; ancak açamazlar.
Yönetim ile yapılan uzun görüşmelerden
sonra kasa geri getirtilir ve Coşkun Süer başta olmak üzere, özellikle Özel
Kalem Görevlisi Muzaffer Soykan’ın da katıldığı bir grup içinde
açılır. Kasadan sadece Et Entegre Tesisleri ile ilgili teknik bilgiler çıkar.
Yani Çakmur’un aleyhine hiçbir evrak bulunmaz...
Hafızalarımızı şöyle bir zorlarsak
hatırlarız ki aynı güvensizlik ortamı ile, Özel Kalem Müdürü Ömür Demirtaş da karşılaşmıştı.
Nasıl mı?
Çakmur, artık Ömür’e inanmadığı ve ona
güvenmediği için, Ömür’ün odasını kapattırır ve onun içeriye girme-sini
engeller.
Kaderin ve hatta siyasetin cilvesi ise
şöyledir: 1984 yılında TANSAŞ Genel Müdürü olan İrfan Akça; 15 yıl sonra, yani
1999 seçimlerinin ardından; 1989 yılında Genel Müdürlük koltuğunu devretmiş
olduğu günümüz Belediye Başkanı Ahmet Piriştina’nın Genel Sekreteri olur.
TANSAŞ’ın kurulduğu yıllarda TANSAŞ Genel Müdür Yardımcısı olan Cumhur Utkan
ise İrfan Akça’nın 2000 yılında görevinden ayrılmasıyla, Piriştina’nın Genel
Sekreterliğine getirilir. 1989 yılında TANSAŞ Genel Müdürü olan Ahmet Piriştina
ise, 1999 seçimlerinde, kendisine bu görevi veren Yüksel Çakmur ile birlikte
seçimlere girer ve seçimi kazanır; başkan olur.
1989-1994 döneminde yaşanan diğer
olayları, ilerleyen sayfalarda ilgili kişilerin anlattıklarıyla aktarmayı
tercih ederek, Burhan Özfatura’nın ikinci TANSAŞ dönemine geçmeyi uygun
görmekteyim.
1994-1999 arası, Burhan Özfatura ve
TANSAŞ açısından ilginç bir dönemdir.
Seçimlerin galibi bu kez, Turgut ÖZAL
ile birlikte hare-ket ederek ANAP’tan ayrılmayı ve ileride Özal tarafın-dan
kurulacak olan partiye geçmeyi düşünen; ancak Tansu Çiller tarafından DYP’den
aday gösterilen; ama bu arada ANAYOL formülünün gerçekleşmesi için çalışan Burhan
Özfatura’dır. Rakipleri ise Yüksel Çakmur, Işın Çelebi, Ayla Selışık Tamar ve
Süleyman Akdemir idi.
Ancak Özfatura’nın bu dönemi, ilginç
olduğu kadar farklı bir yönetim anlayışının hakim olduğu bir dönem-dir. Önceki
döneminde, “Hiçbir kişiye, hiçbir akrabama
iltimas geçmem, kimseye torpil yapmam. Bunun için kimse benim yanıma gelmesin.
Kimsenin gözünün yaşına bakmam.” diyerek büyük takdir toplayan ve bunu
uygulayan Özfatura, bu dönemde tam tersi davranmıştır. Belediyenin en kritik
müdürlüklerine yeğenini, bacana-ğını ve en yakın akrabasını atamıştır. Bunu
yaparken de, “Kendi akrabalarıma
güvenmeyeceğim de başkalarına mı güveneceğim? Elbette onları kritik görevlere
getireceğim.” demekten geri durmamıştır.
Bunlardan biri ve en önemlisi, kendi
elleriyle büyüttüğü, halka açtığı, İzmir’in ekonomisine büyük katkı sağlayan
TANSAŞ’ın başına, bacanağı Bülent Sezen’i getirmesidir. Özfatura, bu
yaptığının doğru olduğunu kendi açısından savunmuştur; ama bu hiç de kabul
edilir bir yönetim anlayışı değildir.
Özfatura göreve başlar başlamaz, hemen
TANSAŞ’ın kasasına el koyar ve sayım yaptırır. Yaptırdığı sayım sonucu, kasa
hesabında, yaklaşık 1 milyar 200 milyon TL açık görülür. Soruşturmalar başlar
ve sonuçta, eski Genel Müdür Vekili Zeki
Haktar başta olmak üzere, Muhasebe Müdürü Nurettin Türkeli ile Finansman Müdürü Vedii Yukaruc hakkında dava açılır. Her üç kişi de cezalandırılır.
TANSAŞ’ın, 1989-1994 dönemini inceleyen
müfettişler, büyük bir şok yaşar. Özfatura bu dönemi şöyle anlatır:
…Görevi devraldığımızda, korkunç bir tablo ile karşılaştık.
Raflarda mal kalmamıştı. Hiçbir firma bize mal vermiyordu. Ödemeler
yapılamıyor, firmalar isyandaydı. Kelimenin tam anlamı ile TANSAŞ batmıştı.
Müfettiş ve denetim raporlarında görülecektir ki, bu dönemde
sadece ve sadece YÜKSEL-GÜLAY ÇAKMUR adı altında yaklaşık 300 milyon liralık
çiçek faturaları karşınıza çıkar. Ayrıca, Genel Başkan adaylığı sırasında
TANSAŞ ve elemanları kullanılmıştır. Sürekli yemekler verilmiştir. Bütün
kayıtlar mevcuttur. Kimler nereye gitti, nasıl gitti hepsi belge-lidir. Çok
yoğun partili işe alınmıştır. İhtiyaç fazlası eleman vardır.
İşin en vahim tablosu ise şudur: Görevi devraldığımızda TANSAŞ’ın
460 milyar lira borcu vardı. Yani 23 milyon dolar. Bu rakam 1 Nisan 1994 tarihi
itibariyledir. TANSAŞ’ı yeniden ayağa kaldırmak gerekiyordu.
Tüm mal veren firmalarla Belediye sarayında bir toplantı yaptım.
Ben ve İrfan, kendimizi ortaya koyduk. Yeniden mal akışı sağlandı ve çok kısa
sürede TANSAŞ yeniden ayağa kalktı. TANSAŞ’ın en kötü yönetildiği dönem, ne yazık
ki 1989-1994 dö-nemi arasıdır. Göreve geldiğimizde hemen, bu dönemler içinde
işe alınan, birçoğunun işe bile gelmediği, ban-kamatik elemanı olarak görünen
bin kişiye yakın elemanın işine son verdik. Tam anlamı ile TANSAŞ o dönemde
arpalık olarak kullanılmıştı...
Kendisiyle yaptığım bir sohbet
sırasında bunları söyle-yen Özfatura’nın benzer iddiaları, dönemin gazete
sayfalarında da yer aldı. İddia büyüktü. Suçlamalar vardı Çakmur için.
Ancak Çakmur, bu suçlamalara sessiz
kalmıyor ve o da çok ağır eleştirilerde bulunuyordu. İşte, 13 Mart 1995
tarihli, suçlamalarla dolu dört sayfalık metinden bazı bölümler:
TANSAŞ A.Ş.’NİN, BELEDİYE BAŞKANI’NIN BACANAK, AKRABA VE ORTAKLARI
TARAFINDAN HAZIRLANAN DENETİM RAPORUNA CEVAPTIR.
3 Şubat günü gazetem Hürriyet’te TANSAŞ’ta büyük yolsuzluk raporu
başlığıyla bir haber çıktı.
İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı Burhan Özfatura’nın
kayınbiraderi, İ. Olcay Altuğ’un başkanlığında, Yeminli Mali Müşavirlerden
oluşan denetim grubunda, Yine Burhan Özfa-tura’nın ortağı bulunduğu Elit Mali
Müşavirlik A.Ş.’nin ortaklarından Mesut Çırak ile Kerim Turan, Ferit Gültekin,
İhsan Eyibirlik ve Şerafettin Deniz bulunmaktadır. Bu koşullarda tarafsız
olduklarından kuşku duyulacak bir heyetin, kusur bulma çabaları sonucunda otaya
çıkan rapor, gerçeği yansıtmaktan uzaktır.
Oluşum şeklinin tarafsızlığı münakaşalı olan, Yeminli Mali
Müşavirler grubunun tespitlerinde pek çok tutarsızlıklar, haksız ve mesnetsiz
ithamlar mevcuttur.
TANSAŞ satınalma personeline verilen 250 kişilik yemek bedeli
20.325. 203.-TL, TANSAŞ merkez personeline verilen 26 kişilik yemek, 3.910.
569.-TL ve KDV’leri matrah farkı ola-rak kabul edilmiştir. Et Entegre
Tesisleri’nde verilen iki günlük yemek bedeli, 29.936.368.-TL’da kabul
edilmemiş. “Hepsinde ortak taraf Yüksel Çakmur’un Belediye Başkanı sıfatıyla
veya siyasi kişiliği nedeniyle yapılan harcamalara yöneliktir” deniliyor.
Büyükşehir Belediye Başkanı Yüksel Çakmur’un TANSAŞ Yönetim Kurulu Başkanı
olduğu göz ardı edilmiştir:
671.594.000.-TL’lik çiçek faturaları, özel harcama kabul
edilmiştir. Raporda “çiçek siparişlerinin İzmir Büyükşehir Belediyesi
tarafından verildiği; çiçekleri gönderenlerin İzmir Büyükşehir Belediyesi veya
Yüksel Çakmur yada Gülay-Yüksel Çakmur olduğu, çiçeklerin gönderildiği yerlerin
ise TANSAŞ A.Ş.’nin ticari ilişki içerisinde bulunmadığı kuruluşlar olduğu
tespit edilmiştir” deniliyor. Çiçek gönderen Yönetim Kurulu Başkanı’nın,
TANSAŞ’ın özellikle binasına girerek, bizzat talimat vermesi gibi bir
mecburiyetin varlığını da, sözünü ettiğimiz taraflı ve amaçlı Denetim Grubunun
raporundan öğrenmiş bulunuyoruz!.
Toplumun, kavgaya, kavgacılarına, yeni kavga bahanelerine değil,
sevgiye, barışa, sağduyuya ihtiyacı var.
1994 yılında koltuğa oturduğunda bu
manzara ile karşı-laştığını öne süren Özfatura, çıkış yolları ararken, o
sıralarda Ankara’da Beğendik Grubu’nda Genel Müdür olarak görev yapan İrfan
Akça’nın telefonu çalar. Arayan, kendisine takım elbise borcu olan Yusuf
Uz’dur:
—İrfan hemen atla gel. Sana ihtiyacımız var. TANSAŞ felaket bir
halde. Bu kadarını hiç tahmin etmiyorduk. Bekliyoruz...
Akça, bu konuda yardımcı olmaya hazır
olduğunu; ancak patronu Mehmet Beğendik’ten izin alınması gerektiğini ifade
eder. Beğendik bu izni verir ve Akça İzmir’e gelir. Gördüğü manzara karşısında
biraz şaşırır.
Bu kez, TANSAŞ’ın Yönetim Kurulu
Başkanlığı görevin-de Özfatura yoktur. Onun koltuğunda bacanak Bülent Sezen
oturmaktadır. Bu kadrolaşma Akça’ya ters gelir. Bu sebeple görev almak
istemez.
İrfan Akça ikna edilir ve Genel Müdür,
Murahhas Üye sıfatı ile işe başlar.
Ancak, aradan yıllar geçmiştir.
Benzetme yapmak gere-kirse, köprünün altından çok sular akmıştır. Farklı bir
yönetim anlayışı hakimdir TANSAŞ’a. Aynı heyecan, aynı ruh artık yoktur.
Personel ve mal alımlarındaki farklı anlayışlar ve politikalarla birlikte,
birtakım olay-ların da gelişmesi nedeniyle İrfan Akça, bir yıl bile dolmadan bu
görevinden istifa eder.
TANSAŞ’ın tamamının satış işlemleri,
Burhan Özfatura’nın ikinci dönemine rastlar. İzmir iyice büyümüştür ve
yatırımlar da devam etmektedir. Öz-fatura’nın hemen hemen her yerde anlattığı,
en büyük yatırımı olan Büyük Kanal Projesi için, kaynak bulmakta zorluk
çekilmektedir. Elde tek kuruş para kalmamıştır bu proje için.
1994 yılının ortalarına doğru TANSAŞ’ın
satış kararı alınır. İlk talip, Koç Holding olur.
Koç; TANSAŞ’ı da alarak, Migros
mağazalarının sayısını bu yolla artırmayı hedeflemişti. Uzun süren görüşmeler
yapıldı; ama bu çaba sonuçsuz kaldı.
Ardından Hüsnü Özyiğin’e ait Fiba
Holding-Finansbank ile görüşmeler başladı ve anlaşma sağlandı. Yaklaşık bir ay
süre ile Fiba Holding tarafından yönetilen TANSAŞ’ın bu satışından Büyükşehir
yine nasibini alamadı. Holding alımdan vazgeçti, satış iptal oldu.
Aylar ilerliyordu. Mal-mülk sahibi,
oldukça zengin, gelinlik giyme yaşına gelmiş bir genç kız gibi İzmir’de damat
bekleyen TANSAŞ; kuşkusuz tüm kuruluşların iştahını kabartıyordu.
Bu kez, Doğuş Holding bünyesinde yer
alan Garanti Bankası ile görüşmeler başladı. Uzun süreli görüşmeler sonucu
TANSAŞ, Doğuş Holding bünyesine
katıldı. Görüşme ve satış işlemleri bir hayli uzun sürdü. Bu dönemlerde eski
Başkan Yüksel Çakmur, peş peşe dava açarak satışın iptalini istediyse de dava
açtığı mahkeme-ler Çakmur’u yeterince haklı bulmadı. Çünkü satıştaki tüm
işlemler, yasalara uygun görüldü.
Ve finale, 1999 yılında, Ahmet
Piriştina’nın başkanlık döneminin ilk aylarında ulaşıldı.
TANSAŞ, resmen ve tamamen Doğuş
Holding’in bünye-sine katıldı. Unvanı da,
TANSAŞ Perakende Mağazacılık Ticaret
Anonim Şirketi oldu.
Satış kararının Özfatura’nın ikinci
dönemine rastladığını belirtmiştik. Özfatura; bu kararın alınmasında en büyük
nedenin, Büyük Kanal Projesi olduğunu ısrarla söyler-ken; Ankara’nın bu projeye
tek kuruş para vermediğinin de altını çiziyordu:
…Büyük bir proje. Şehri bir ucundan diğer ucuna bağlayacak bir
proje. Başlattık; ama sonunun da gelmesi bekleniyordu. Hiçbir destek
görmüyorduk devletten. Sonunda TANSAŞ’ ın belediyeye ait olan tüm hisselerinin
satışına karar verdik. Her yöneticinin, bir ihtiyaçlar piramidi vardır. Biz de
bunu uyguladık ve TANSAŞ’ ın satışından elde ettiğimiz 150 mil-yon doların
tamamını bu projeye yatırdık...
Bir hayli uzun yazma gereğini duyduğum
TANSAŞ bölümü, kuşkusuz, birçok insana birinci elden bilgilerin ve belgelerin
aktarıldığı ilginç bir bölüm oldu. Çünkü TANSAŞ her uygulamasıyla, geçmişte
olduğu gibi günümüzde de hâlâ vatandaşın bütçesini çok yakından ilgilendiriyor.
Görüldüğü gibi, 17 yıl önce iyi niyetli
çabalarla başlayan; halka ucuz gıda maddeleri satma çalışmaları, nerelerden
nerelere uzanıyor.
Halen Doğuş Holding bünyesinde bulunan TANSAŞ;
ilk günlerdeki gibi, gerek İzmir’in ve gerekse mağazalarının bulunduğu diğer
tüm il ve ilçelerin ekonomik, sosyal ve kültürel gelişimine katkıda bulunmayı
da sürdürüyor.
Bu anlayışın sürekliliğinin bir örneği
olarak, 2005 yılında İzmir’de yapılacak olan Dünya Gençlik Olimpiyatları’na
(Universiade) 15 Nisan 2002’de Büyükşehir Belediyesi ile yapılan sözleşmeyle,
ana sponsor olunması gösterilebilir.
***
Bu kitabın ilk yayınlandığı yıldan
günümüze on yıl geçti.
Peki bu on yılda TANSAŞ açısından bir şeyler değişti mi?
Hem de çok.
Eğer bu değişiklikleri yazmazsak, hem
okura, hem TANSAŞ’ın emekçilerine ve hem de müşterilerine haksızlık olurdu.
Öncelikle belirtelim, TANSAŞ, 2005 Dünya Gençlik Olimpiyatları’nın
ana sponsoru oldu ve bu süreci başarı ile tamamladı.
Peki başka var mı? diye sorarsanız, biz de “anlatalım o zaman” deriz ve başlarız
anlatmaya:
Geçen süreç içerisinde TANSAŞ, yeniden
el değiştirdi.
1994 yılında TANSAŞ’ı alarak Migros mağazalarının sayısını
çoğaltmayı hedefleyip TANSAŞ’a talip
olan, Migros, talip olduğu yıldan tam 11 yıl sonra yani 2005 yılında
Türkiye’nin en güçlü kuruluşu olan Koç Holding bünyesindeki Migros
Ticaret A.Ş’ye, katıldı.
Ayrıca, Genel Müdürlük, yıllar önce olduğu gibi, yeniden İzmir’e taşındı.
Bunun yanında, 2003 yılında mağaza
sayısı 193 olan TANSAŞ, Ege ve
Akdeniz’de yaygınlaşarak dostlarına daha da yakınlaştı. Bunun gereği olarak,
Ege’nin canlılığını ve renkliliğini en iyi şekilde temsil eden bir marka olarak
gelişimini sürdürdü ve mağaza sayısını 220
ye çıkardı.
Müşteri odaklı anlayışı, kurulduğu yıldan günümüze
kadar hiç değiştirmeyen, müşteri haklılığını ilke edinen
TANSAŞ, her yere hitap eden ve Ege’ye
de, geçiyordum uğradım (!) anlayışlı
bir marka olmak yerine, tamamen Egeli olan, sadece bu bölgeye odaklanan ve
Egelilerin o sıcak insanlarını ve yüreklerini kucaklayan ayrı bir marka
olarak gelişimini sürdürdü ve günümüzde de sürdürmeye devam ediyor.
Bunun yanında TANSAŞ, insana ve insani değerlere sahip çıkarak, engelli müşterilerine,
mağazalarında kişisel asistanlık hizmeti
sunarak Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmenin haklı gururunu yaşıyor.
Tüketiciye olan inancı ve saygısı gereği; müşterisi olsun veya olmasın, ev ziyaretleri
gerçekleştirerek müşterileri dinleyen, onların önerilerini değerlendiren
TANSAŞ’ın, 65 yaş üstü müşterilerinin, ne kadar alışveriş yaparsa yapsın,
TANSAŞ torbalarını evlerine kadar taşıması da, tüketiciye, büyüklere ve geçmişte bu ülkeye ve İzmir’e hizmet etmiş
olan insanlara saygısının bir başka
örneği olarak karşımıza çıkıyor.
Kurulduğu yıldan
günümüze kadar, yani 27 yıldır üreticilerin
dostu olmaya özen gösteren TANSAŞ’ın, sadece ticari ilişkilerde değil, çocuklarda,
anne ve babalarda, ailelerde, kısacası
yüreklerde iz bırakan, sımsıcak sosyal, kültürel ve sanatsal etkinliklere de destek
olduğunu yazmamak, yine haksızlık olurdu.
Bununla ilgili bilgileri sizlere,
TANSAŞ’ın kendi raporlarından aktarmayı uygun görmekteyim:
“…Ege ve Akdeniz’de herkesten farklı olarak hızlı büyümeyi,
Egelilere kazandırarak kazanmayı, odaklanmayı çok önemli buluyoruz. Bu sebeple
Tansaş’ı İzmir’den yönetmeye, kazanmaya ve Egeli’ye kazandırmaya karar verdik.
Tansaş, 2011 yılı başından bu yana uyguladığı strateji çerçevesinde Egeli’yi
dinliyor ve Egeli’nin ihtiyaçlarına uygun hizmetler sunuyor. Bu hizmetler; mağazalarda
düzenlenen çarpıcı indirim ve kampanyalardan Egeli’ye sağlanan sabah sporu
imkanına, birbirinden özel sanatçıların Tansaş müşterileri için sahne aldığı
konserlerden, müşterileri kucaklayan sosyal projelere kadar çok geniş bir
yelpazede yer alıyor. Tansaş bu bölgenin markası olarak bölgesine sahip
çıkıyor, Egeli üreticilerin ürünlerini raflarına taşıyor.
Diğer taraftan da sosyal ve kültürel faaliyetlere yatırım
yapmaktan kaçınmıyor. Egeli’nin daha ilgisini çeken ürünlerle dolan Tansaş
mağazaları, Ege’li üreticilerin ürünlerini raflarına taşıyor, hem fiyat hem
tazelikle çok başarılı sonuçlar yakalıyor.
Egeli markaları Tansaş raflarında kucaklıyoruz. Meyve sebzeden,
ete kadar denetimlerden geçemeyen hiçbir ürün rafta yer bulamıyor. Tanet et
entegre tesislerimiz taze etimizin kaynağı. Egemizin cibesini, radikasını,
incirini ve daha onlarca ürünü yerel üreticilerden de temin ediyoruz. Yerel
ekonomiye katkıda bulunuyoruz. Ege Orman Vakfı zeytini ile hem Ege’nin
tazeliğini müşterilere ulaştırıyor hem de yanan orman alanlarına 400.0002’in
üzerinde fidanlık ormanı Ege’ye armağan ediyoruz.
Tansaş ile, Ege ve Akdeniz’e odaklanma stratejisi çerçevesinde
tüketicilerin güvenini kazandı. Çok daha
sıcakkanlı, hareketli ve yakın oldu. Tansaş ; 27 yıl önce İzmirlilerin
gereksinmelerini karşılamak üzere doğdu, gelişti ve İzmirliler ile bütünleşerek
tüm Ege'lilerin sevgisini, güvenini kazandı. Kurulduğunda 20 yaşlarında olan
Ege'liler bugün 3. kuşaklarına doğru Tansaş ile birlikte yol alıyorlar. Tansaş
son iki yıldır Ege'ye odaklanma kararı alarak başta İzmir olmak üzere tüm
Ege'de yatırımlarını hızlandırdı..”
Bunun yanında TANSAŞ’ın, Türkiye’nin ve
İzmir’in en önemli eğlence ve ticaret merkezlerinden biri olan İzmir Fuarı ile
ilgili çalışmaları da dikkat çekici çalışmalar olduğunu söylemek mümkün.
TANSAŞ; özellikle, geçtiğimiz yıl
açılan fuar çerçevesinde; fuar boyunca ‘İzmir Aşkıyla Tansaş Farkıyla, Yepyeni
Heyecan Bambaşka Fuar’ sloganıyla Egeliler ile buluşturdukları etkinlik ve
kampanyalarla birçok proje yarattı. Fuarın içine kurulan Tansaş Mağazası ve
Tansaş Sokağı ile yüzlerce çeşit Tansaş markalı ürün, fuara özel fiyatlarla
ziyaretçilerle buluştu. Tansaş ‘a ürün tedarik eden firmalardan 46’sı,
kurulan Tansaş Sokağı’nda ürün adaları açıp, müşterle doğrudan buluşma fırsatını
yakaladı.
Ege topraklarında doğup büyüyen ve hayata
geçirdiği yeniliklerle Egeli ile arasındaki bağı kuvvetlendirerek 81. İzmir
Enternasyonal Fuarı’nın ana sponsorluğunu üstlenen Tansaş’ın, fuar süresince
pek çok ilke ev sahipliği yaptı.
Bugüne kadar gerek sosyal gerekse temel
ihtiyaçları göz önüne alarak düzenlenen etkinlik ve kampanyalar, müşterisinin
Tansaş’a olan güveninden ilham alarak belirlendi. Bu güveni veren İzmirlilere
teşekkür etmek için doğru zamanda, doğru strateji ile hazırlanan Tansaş sadece
İzmir’in değil, Türkiye’nin gözbebeği olan bu fuarın ana sponsorluğunu
üstlendi. Her projesinde ‘Ege İçin Neler Yapıyoruz’ sorusuna yanıt veren
Tansaş, bugüne kadar yaptıkları ile hem Egeli’nin güvenini hem de büyük
kitlelerin takdirini kazandı. Geliştirilen her proje, yapılan her kampanya ile
mutlaka bir Egeliye dokunuyor.
81.İzmir Enternasyonal Fuarı’nın ana
sponsorluğunu üstlenerek İzmir’in sembolü fuarın yeniden yapılanmasına ve
festival havasına dönmesine katkıda bulunan Tansaş, İzmir’in coğrafi, kültürel
ve manevi anlamda kalbi olan fuarın, her yaş grubundan ve her kesimden insana
hitap ederek sanatsal ve kültürel aktivitelere ev sahipliği yaptı. İzmirlilerin
yanı sıra şehir dışından ve yurt dışından gelen fuar ziyaretçilerini, birbirinden
özel sürprizlerle buluşturan Tansaş “Fuar boyunca birbirinden keyifli sürpriz
showlar, gösteriler ve konserlerle 7’den 70’e herkese unutulmaz günler yaşattı.
***
Evet, yaşanmış olan bu olayları okuduktan sonra akla şöyle bir
soru gelebilir:
Siyasilerin elinde bu kadar oyuncak olan, çiftlik gibi
kullanılan TANSAŞ, nasıl oldu da batmadı?
Kitabın yazarı olarak şöyle
düşünüyorum:
Eğer TANSAŞ; siyasilerin elinde oyuncak olmasaydı, bu kadar
kullanılmasaydı, bugün bir dünya markası ve bir dünya şirketi olurdu...
E, şimdi bu engel de kalmadığına ve
halen böylesi güçlü bir kurumun elinde olduğuna göre…
Bu bölümü de, yine TANSAŞ’ın kendi raporlarında yer alan küçük bir kısmı aktararak
bitirelim:
“…Her projesinde ‘Ege İçin Neler
Yapıyoruz?’ sorusuna yanıt veren TANSAŞ, bundan sonrada bu soruya yanıt
vermeye devam edecek…”
Vecdi ALTAY
( 1958 )
Mesleki Çalışmalar:
Gazeteciliğe, 1978 yılında Trabzon'da başladı.
Yerel gazetelerde Genel Yayın ve Yazı İşleri Müdürlüğü görevlerinde bulundu. Günaydın Gazetesi'nin Trabzon
temsilciliğini üstlendi.
İzmir Demokrat Ege Gazetesi'nde muhabir ve
daha sonra da Yayın
Kurulu Üyesi olarak
çalıştı.
Kültür, sanat ve politika dergisi olan ve İzmir'de yayımla-nan Temmuz Dergisi'nin Yayın Danışmanı ve
daha sonra da Yazı
İşleri Müdürü oldu.
Bir doğa dergisi olan Avcı Rasgele'nin Genel
Yayın Müdürlü-ğü görevini
üstlendi.
TRT 1 ortak yayını İzmir Radyosu'nda kültür-sanat program-larının yapımcılığını ve sunuculuğunu gerçekleştirdi.
İki yıl, TRT 1 TV'de yayınlanan belgesellerin seslendirme-lerini
gerçekleştirdi.
İzmir'in ilk özel radyosu olan Radyo Karşıyaka'yı kurdu ve Genel Müdür olarak görev yaptı.
Günaydın Gazetesi grubunda yer alan Politik ve Ekonomik Bülten Gazetesi'nin Ege BölgeTemsilciliği'ni kurdu ve Tem-silci olarak atandı. Aynı zamanda Günaydın Gazete-si'nde köşe yazıları yazdı.
İzmir'in ilk dış yapım firması olan Ekin Film Prodüksiyon'u kurarak TV'lere programlar, kuruluşlara ve adaylara
tanıtım ve belgesel filmler gerçekleştirdi.
Finansal Forum Gazetesi'nin Ege Bölge Temsilciliği'ni kurdu ve Temsilci olarak atandı.
Türkiye'nin ilk ve tek Çocuk Gazetesi olan Kıpırdak'ı
kurdu ve Yayın Sahipliği'ni üstlendi.
NTV'nin Ege Bölge Temsilciliği görevinde
bulundu.
Uluslararası Gazeteciler Federasyonu (FIJ) Üyesi.
Türkiye Gazeteciler Cemiyeti (TGC) Üyesi.
İzmir Gazeteciler Cemiyeti Şeref
Divanı (İGC) Üyesi.
Uluslararası Basın Kartı ve
Sürekli Basın Kartı Sahibi.
Kamu Kuruluşu Görevleri:
Trabzon Akçaabat Belediyesi'nde çalıştı.
Karadeniz Teknik Üniversitesi'nde Basın Halkla İlişkiler sorumluluğu ile birlikte, Güzel Sanatlar Bölümü, Bölüm Şefi görevini yürüttü.
Bu görevler devam ederken; Rektör onayı ile bir
öğretim yılı boyunca, El
Sanatları Dersi Öğretim Görevlisi olarak görev yaptı.
1986 yılında İzmir'e yerleşti ve Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nde idari görevde bulundu.
1989 yerel seçimleriyle birlikte T.C. Karşıyaka Belediyesi'nde beş yıl süreyle; Başkanlık Basın, Halkla İlişkiler, Kültür-Sanat
Danışmanı, Protokol ve Özel Kalem Müdürlükleri görevlerini yürüttü.
Özel Sektör çalışmaları:
EGS Holding bünyesinde yer alan ve bir eğitim-öğretim kurumu
olan Tekstil
Araştırma ve Geliştirme Vakfı’nın Genel Sekreterliği görevi.
Ödülleri:
1992 yılında Gustav Heinemann Burgerhaus' un konuğu olarak bir süre Almanya'da Belediyecilik ve Halkla İlişkiler konularında incelemelerde bulundu. İki ülke arasındaki
ilişkilere katkılarından dolayı Bremen-Vegesak Belediyesi tarafından FAHRİ VATANDAŞ ilan edildi.
Denizli Belediyesi'nin ve düzenlediği Uluslararası Gençlik Yılı Resim Yarışması'nda, Türkiye üçüncülüğü,
TARİŞ tarafından düzenlenen gazetecilik yarışmasının röportaj dalında, birincilik,
Özel Ekin Lisesi tarafından düzenlenen yarışmada, jüri özel ödülü,
Kıpırdak Çocuk Gazetesi nedeniyle, Altın Örümcek En iyi web sitesi
yarışması, EĞİTİM Kategorisinde Türkiye beşinciliği ödülü.
Kültür - Sanat Çalışmaları:
1980-1987 yılları arasında, 5 kişisel resim sergisi,
2001 yılında Konak Belediyesi’nin, 2003 yılında da Ege Bölgesi Sanayi Odası’nın desteği ile, 1923 tarihli BASINDA CUMHURİYET’İN İLANI sergileri,
İzmir Büyükşehir Belediyesi ile 10 Kasım 2006
tarihinde ANITKABİR
İZMİR’DE sergisi
28 Mart 2007 tarihinde ANITKABİR AZERBAYCAN’DA sergisi,
18 Mayıs 2007 tarihinde ANITKABİR BOSNA HERSEK’TE sergisi,
8 Haziran 2007 tarihinde ANITKABİR SREBRENİCA’DA sergisi,
10 Kasım 2008 tarihinde ANITKABİR KUZEY KIBRIS’TA sergisi,
Kuşadası Belediyesi ile, 28 Eylül 2009 tarihinde ANITKABİR KUŞADASI’NDA sergisi,
Karadeniz Ereğli Belediyesi ile 29 Ekim 2009
tarihinde ANITKABİR
KARADENİZ EREĞLİ’DE
sergisi,
Konak Belediyesi ile 29 Ekim
2009 CUMHURİYET’İ ANLATIYORUZ sergisi,
Bergama Belediyesi ile 14 Eylül 2011
tarihinde
CUMHURİ-YET KAHRAMANLARI BERGAMA’DA sergisi,
Bornova Belediyesi ile 29 Ekim 2011
tarihinde CUMHURİ-YETÇİLER BORNOVA’DA sergisi,
Konak Belediyesi ile 11 Temmuz 2011 tarihinde Bosna Katliamı’nı
anlatan “NEDEN, WHY, ZAŞTO?” sergisi,
Konak Belediyesi ile 29 Ekim 2011 tarihinde CUMHURİ-YET’İN İLANI GAZETELERİNDEN OLUŞAN dergi dağıtımı,
Bergama Belediyesi ile 11 Temmuz 2012
tarihinde Bosna
Katliamı’nı anlatan
“NEDEN, WHY, ZAŞTO?” sergisi,
Karabağlar Belediyesi ile 29 Ekim 2012 tarihinde CUMHURİYET KAHRAMANLARI KARABAĞLAR'DA sergisi,
Muğla Belediyesi ile 10 Kasım 2012
tarihinde ANITKABİR
MUĞLA'DA sergisi,
Konak Belediyesi ile 10 Kasım 2012 tarihinde ANITKABİR ALBÜMÜ dağıtımı.
Kitap ve yazıları:
İkinci Baskısı yapılan Türkiye’nin ilk Yerel Yönetim Belgese-li olan, REİS BEY ve
Türkiye’nin 1918 ile 1938 dönemini anlatan BENİ HATIRLA-YINIZ adlı kitapları bulunuyor.
Yeni Asır, Milliyet, Yenigün ve Haber Ekspres Gazetelerinde
çeşitli dönemlerde inceleme-araştırma ve belgesel dizi yazıları yayınlandı.
Eşi Nazan, kızı Ekin Belce ile
birlikte İzmir Karşıyaka’da yaşıyor.
İletişim:
0533 523 15 14
http://tr.wikipedia.org/wiki/Vecdi_Altay
www.vecdialtay.net
altay@vecdialtay.net
vecdialtay@gmail.com
http://tr.wikipedia.org/wiki/Vecdi_Altay
www.vecdialtay.net
altay@vecdialtay.net
vecdialtay@gmail.com