Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

27 Şubat 2014 Perşembe

Sana...















Sana…

ÇOK mu şaşırdınız,
Baba-oğul arasında geçen telefon konuşmalarına?
Niye şaşırdınız ki?
Daha iktidara gelmeden önce O,
Muhammed Müslüman ümmetindenim. Türkiye dinsiz, laik bir memleket haline gelmiştir. Hayatımı Mustafa Kemal dinsizliği ile savaşa adayacağıma, Türkiye'yi bir din ve şeriat devleti haline getirmek için mücadele edeceğime, Kemal Paşa zamanında çıkarılan dinsiz kanunların tatbikini önleyeceğime, kısa zamanda ümmet esasına dayanan, şeriat devletinin kurulması için çalışacağıma, dinim, Allahım ve bütün mukaddesatım üzerine yemin ve kasem ederim.” dememiş miydi?
Niye şaşırdınız ki?
Daha iktidara gelmeden önce O,
Demokrasi bizim için bir amaç değil, araçtır… Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir, yalan koskoca bir yalan… Ben ülkemi pazarlamakla mükellefim…” dememiş miydi?
Niye şaşırdınız ki?
Daha iktidara gelmeden önce O,
Referansımız islamdır. Tek hedefimiz islam devletidir. Sana mı kaldı türban konusunda karar vermek, bu ulemanın işidir. Ulema ne diyorsa o olur…” dememiş miydi?
Niye şaşırdınız ki?
İktidara geldikten sonra O,
Senin oğlun da işsiz kalsın…Yırtık dondan çıkar gibi çıkma…Babalar gibi satarız… Parayı veren kızımızı da görür… Demokrasi bir tramvaydır, gittiğimiz yere kadar gider, orada ineriz…” dememiş miydi?
Niye şaşırdınız ki?
İktidara geldikten sonra O,
" Oğlumunki gemi değil, gemicik... Bana verilen maaş çok düşük, yetmiyor” dememiş miydi?
Yani demek istiyorum ki,
Bugünlerin yaşanacağını yıllar öncesinden biliyorduk.
Çünkü bunların kafasının arkası hep karanlıktı…
Çünkü bunlar, din üzerinden siyaset yapıyorlardı…
Din üzerinden siyaset yapanların da,  
Yine din üzerinden ticaret yapmaları,
Paranın esiri olacakları ve de paranın onları kazanacağı kaçınılmazdı…
Tahmin edebiliyorum onurunuzun kırıldığını...
Diyorsunuz ki,
“ Egemenliğin korunması ve savunulması, cumhuriyetin kurulması ve yaşatılması için bunca mücadelelerin verildiği Türkiye Cumhuriyeti’nin bir başbakanı, böyle mi olmalıydı? ”
Yakıştıramıyorsunuz değil mi, 91 yıllık Türkiye Cumhuriyeti’ne böyle bir başbakanı...
Utanıyorsunuz ve ülke adına üzülüyorsunuz değil mi, böyle bir başbakan olduğu için…
Türkiye Cumhuriyeti başbakanına, “ Hırsız, rüşvetçi, başçalan, yalancı, diktatör, padişah, faşist” denmesini hazmedemiyorsunuz...
Ne demişti O, Salı günkü grup toplantısında:
Bu saldırı Recep Tayyip Erdoğan'a yapılan saldırı değil, AK Parti genel başkanına yapılan saldırı değildir. Bu saldırı TC Başbakanı’na yapılan saldırıdır…”
Hadi oradan…
Sen Türkiye Cumhuriyeti’ne yakışan bir başbakan olsaydın da, bunlar gündeme gelmeseydi…
Bil ki,
Yazdıklarımız ve söylediklerimiz, Türkiye Cumhuriyet’i Başbakanı’na değil…
Türkiye Cumhuriyeti Başbakanlık Makamı’na artık hiç yakışmadığın ve oğluna
"Bilal, evdeki tüm paraları sıfırladın mı? diyerek, aslında kendini de sıfırladığın
Sana…








Hahaha! :))))
Yahu yapmayın şunlara orantısız zeka muamelelerini.
Devreler yanıyor, sonra biz çekiyoruz ceremesini...:))))
Reyhan KOÇYİĞİT'e teşekkürler...


İşte o konuşma metni...

Başbakan'ın oğlu Bilal ile aralarında geçen konuşma kayıtları, internetten kaldırıldı, yasaklandı. 
Arşivlerinizde kalsın ve tarihe not düşelim diye o konuşmaları yayınlıyoruz:

1. konuşma:
Tayyip Erdoğan (Ankara) – Bilal Erdoğan (İstanbul) 17.12.2013 – 08.02
Tayyip Erdoğan: Evde misin oğlum?
Bilal Erdoğan: Evet babacığım.
Tayyip Erdoğan: Sabah şeyler operasyon yaptılar, bu Ali Ağaoğlu, Reza Zerrab, işte bizim Erdoğan’ın oğlu, Zafer’in oğlu, Muammer’in oğlu filan, bunların şu anda evlerinde arama yapıyorlar.
Bilal Erdoğan: Bir daha söylesene babacığım.
Tayyip Erdoğan: Diyorum ki Muammer beyin oğlu, Zafer’in oğlu Erdoğan’ın oğlu, Ali Ağaoğlu, Reza Zerrab filan 18 kişiyi şu anda büyük yolsuzluk operasyonu şeyiyle evlerinde arama yapıyorlar filan falan.
Bilal Erdoğan: Evet.
Tayyip Erdoğan: Tamam mı, şimdi diyorum ki, senin evinde ne var ne yok, sen bunları bir çıkar. Tamam mı?
Bilal Erdoğan: Ben de ne olabilir baba senin para var kasada.
Tayyip Erdoğan: Onu diyorum işte. Ondan sonra ben şimdi gönderiyorum kardeşini. (Sümeyye Erdoğan) Tamam mı?
Bilal Erdoğan: Kimi gönderiyorsun?
Tayyip Erdoğan: Kardeşini gönderiyorum diyorum.
Bilal Erdoğan: Hı tamam.
Tayyip Erdoğan: Ondan sonra aynı şekilde o bilgiler onda var tamam mı, abinle konuş.
Bilal Erdoğan: Evet.
Tayyip Erdoğan: Onda, onu şey yapalım, amcanla filan konuş. O da aynı şekilde çıkarsın, eniştenle konuş, o da.
Bilal Erdoğan: Ne yapalım bunları baba nereye koyalım?
Tayyip Erdoğan: Belirli yerlere oralara şey yap işte. (Alttan Emine Erdoğan’ın “Berat” diye sesi geliyor)
Bilal Erdoğan: Berat’ta da var.
Tayyip Erdoğan: Onu söylüyorum işte, şimdi bir araya gelin amcanı da al, Ziya enişten de var mı yok mu bilmiyorum da tamam mı, Burak abine de hemen şey yap. Tamam mı?
Bilal Erdoğan: Tamam baba, Sümeyye yani çıkarıp, Sümeyye bana nereye götüreceğimi söyleyecek.
Tayyip Erdoğan: Ya tamam, hadi şey yap, sizinkileri düşünün aranızda eniştenle filan.
Bilal Erdoğan: Ne yapalım diye.
Tayyip Erdoğan: Evet evet, hemen irtibat kuralım saat 10’a kadar, çünkü Konya'ya gideceğim.
Bilal Erdoğan: Tamam baba.
Tayyip Erdoğan: Tamam mı, irtibatta kalın.
Bilal Erdoğan: Tamam babacım.

2. konuşma:
Tayyip Erdoğan (Ankara) - N. Bilal Erdoğan (İstanbul) 17.12.2013 11.17
N. Bilal Erdoğan: Baba Hasan Abi ile filan bir araya geldik, abim Berat Berat, amcam beraber, bir şeyler düşünüyoruz, bu arada bir fikir daha geldi Berat’a, bir kısmını diyor Faruk’a diğer işler ilgili hemen vereyim diyor, öbür paraları işlediği gibi işlesin zaten konuşmuşsunuz önceden, onu yapalım mı ciddi bir miktarı o şekilde halledebiliriz.
R. Tayyip Erdoğan: Olabilir.
N. Bilal Erdoğan: Tamam, öbür bir kısmını da Mehmet Gür ile ortak işe başladığımız için, bir kısmını al sende dursun, projeler geldikçe oradan kullanırsın diye verelim mi diyoruz, böylelikle azaltıp geri kalanı da başka bir yere taşıyacağız.
R. Tayyip Erdoğan: Tamam işte onları şey yapın da.
N. Bilal Erdoğan: Tamam.
R. Tayyip Erdoğan: Sümeyye geldi mi?
N. Bilal Erdoğan: Sümeyye eve gelmiş, şimdi buraya gelecek, yanımıza gelecek, tamam babacım,hallediyoruz bugün inşallah, başka bir şey var mı?
R. Tayyip Erdoğan: Şey yapmanızda fayda var, (parayı) tamamiyle sıfırlamanızda fayda var.
N. Bilal Erdoğan: Evet, tamamiyle sıfırlayacağız inşallah.

3. konuşma:
Tayyip Erdoğan (Ankara) – Bilal Erdoğan (İstanbul) 17.12.2013 15.39
Tayyip Erdoğan: Sana diğer verdiğim görevler tamam mı?
Bilal Erdoğan: İşte akşam bitirmiş oluyoruz. Bir kısmını hallettik. Berat ile ilgili olan kısmını hallettik. Şimdi Mehmet Gür ile ilgili olan kısmı herhalde önce halledeceğiz. Geri kalan kısmını da artık karanlık olunca halledeceğiz.
Tayyip Erdoğan: …
Bilal Erdoğan: İnşallah.
Tayyip Erdoğan: Sümeyye ne yaptı?
Bilal Erdoğan: Sümeyye de işte onları çıkardı getirdi filan, konuştuk filan.
Tayyip Erdoğan: Her iki tarafı halletti mi?
Bilal Erdoğan: Verdi herhalde babacığım. İkisini de boşalttım dedi.
Tayyip Erdoğan: Her iki tarafı.
Bilal Erdoğan: Evet. İkisini de boşalttım dedi ama iki taraf derken onu diyorsun değil mi?
Tayyip Erdoğan: Neyse tamam.
Bilal Erdoğan: Siz kaçta geliyorsunuz?
Tayyip Erdoğan: On ikiyi filan bulur.
Bilal Erdoğan: Yolunuz açık olsun.
Tayyip Erdoğan: Telefonlarla konuşmayın.

4. konuşma:
R. Tayyip Erdoğan (Ankara) - N. Bilal Erdoğan (İstanbul) 17.12.2013 23.15
Bilal Erdoğan: Şimdi babacığım, şey için aradım. Büyük ölçüde şey yaptık. Siz mi aradınız babacığım şimdi beni?
Tayyip Erdoğan: Yoo ben aramadım. Sen arıyorsun.
Bilal Erdoğan: Gizli numaradan arandım da. Şey şimdi,
Tayyip Erdoğan: Büyük ölçüde derken sıfırladınız mı yoksa...
Bilal Erdoğan: Sıfırlamadık babacığım, şöyle ki, ııı, bir 30 milyon Avro gibi bir miktar daha var, şey yapamadık, eritemedik henüz. Bu şey aklına geldi Berat’ların, bu Ahmet Çalık’ın alacağı ekstra bir 25 milyon dolar kalmış. Onu oraya verip o para gelince onu şey yaparız diyorlar, üstüyle de Şehrizar’dan daire alabiliriz diyor, sen nasıl bakarsın baba?
(Alttan “Ayy” sesi geliyor)
Bilal Erdoğan: Hı, babacım.
Tayyip Erdoğan: Sümeyye yanında mı senin?
Bilal Erdoğan: Yanımda çağırayım mı?
Tayyip Erdoğan: Yok bir ses karıştı da onun için dedim.
Bilal Erdoğan: Hıı, yani 25 milyon dolar Çalık’a aktarıp, geri kalan kısımla da Şehrizar’dan daire alabilir.
Tayyip Erdoğan: Neyse nasıl şey yapıyorsanız yapın, halledin.
Bilal Erdoğan: Öyle mi yapalım?
Tayyip Erdoğan: Tamam yapın, yapın.
Bilal Erdoğan: Tamamen sıfır mı kalsın baba, yoksa senin elinde biraz para kalsın mı?
Tayyip Erdoğan: Kalsın olmaz zaten oğlum, şeye öbür tarafa, Mehmet’le şey yapsaydınız onu da oraya aktarsaydınız.
Bilal Erdoğan:  He onlara verdik tamam, 20 (milyon) dolar verdik.
Tayyip Erdoğan: Allah allah, ya aktarsaydınız sonra şey yapardınız.
Bilal Erdoğan: Ya ne bileyim, şimdilik bu kadar verebildik. O da zaten zor yer kaplıyor falan, başka bir kısmını başka bir yere koyuyoruz, bir kısmını bizim şeye verdik, işte ıı Tunç Abi’ye verdik, ondan sonra...
Tayyip Erdoğan: Tunç’a tamamını aktardın mı?
Bilal Erdoğan: (Sümeyye bakar mısın) Nereye baba?
Tayyip Erdoğan: Tunç’a.
Bilal Erdoğan: Hı?
Tayyip Erdoğan: Tunç’a diyorum, tamamını aktardın mı?
Bilal Erdoğan: Ya sormuşlar, 10 milyon Avro alabiliriz demişler herhalde.
Tayyip Erdoğan: Neyse bu kadar şeyleri konuşma şeyde, böyle de olsa konuşma.
Bilal Erdoğan: Tamam biz hallediyoruz o zaman.
Tayyip Erdoğan: Halledin şimdi tabi ben bu akşam ben gelemiyorum, biz Ankara’da kalacağız.
Bilal Erdoğan: Tamam baba, biz hallediyoruz sen merak etme.

5. konuşma:
Tayyip Erdoğan (Ankara) – Bilal Erdoğan (İstanbul) 18.12.2013 10.58
Tayyip Erdoğan: Bir arayayım dedim, bir şey var mı yok mu diye.
Bilal Erdoğan:  Yani herhangi bir şey yok, şeyleri, o verdiğin işleri bitirdik Allah’ın izniyle.
Tayyip Erdoğan: Tamamen sıfırlandı mı?
Bilal Erdoğan: Tamamen, yani sıfırlandı derken, nasıl diyeyim, işte bende bir, bu ıı Samandıra’nın ve Maltepe’nin paraları vardı, 730 bin dolar ve 300 bin lira, onları da şey yapacağım bizim Faik Işık’a borcumuz vardı 1 milyon lira, ona vereceğim, üstünü de akademiye aktar diyeceğim.
Tayyip Erdoğan: Şey konuşma, açık konuşma.
Bilal Erdoğan: Konuşmayayım mı?
Tayyip Erdoğan: Konuşma, tamam mı?
Bilal Erdoğan: Tamam babacığım.
Tayyip Erdoğan: Yani, şeyi Samandıra vs. nerenin olursa olsun üzerinde tutma, yerine gönder niye üzerinde tutuyorsun.
Bilal Erdoğan: Tamam babacığım ama güncel olarak herhalde takip altındayız, güncel olarak takip edildiğimi düşünüyorum.
Tayyip Erdoğan: Biz sana ne diyoruz, ta baştan beri sana.
Bilal Erdoğan: Ama işte koruma ekibi mi yapıyor, kim takip ediyor baba bizi.
Tayyip Erdoğan: Oğlum dinleniyorsunuz.
Bilal Erdoğan: Ama görüntülü de takip ediyorlarmış.
Tayyip Erdoğan: Doğrudur, şimdi işte İstanbul’da, Emniyet’te bazı şeyler şu anda yaptık.











* 35'LİĞİ takip eden, başta Türkiye olmak üzere; Amerika, Almanya, Avusturya, Avustralya, Arnavutluk, Azerbaycan, Arjantin, Belçika, Belarus, Birleşik Arap Emirlikleri, Bulgaristan, Bosna Hersek, Brezilya, Cezayir, Çin, Danimarka, Ekvador, Endonezya, Fransa, Finlandiya, Güney Afrika, Güney Kore, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Hırvatistan, Hindistan, Hollanda, Irak, İngiltere, İspanya, İsviçre, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Katar, Kazakistan, Kenya, Kosta Rika, Kuveyt, Makedonya, Malta, Malezya, Libya, Litvanya, Lübnan, Nijerya, Norveç, Özbekistan, Pakistan, Portekiz, Polonya, Rusya, Senegal, Sırbistan, Singapur, Suudi Arabistan, Tayland, Ukrayna, Venezuela, Vietnam ve Yunanistan'da yaşayan ve de yazılarıyla katkı koyan, önerilerini paylaşan tüm dostlarımıza teşekkür ederiz…

Not : Bu veriler, Blogspot'un kontrol panelinden aktarılmıştır...



Yorum, istek ve önerilerinizi yazabilir, 
paylaşabilirsiniz...
Eğer yorumunuzu yazdığınız halde
gönderemiyorsanız veya teknik arıza çıkıyorsa,
lütfen, altay@vecdialtay.net mail adresine
mail gönderiniz...




altay@vecdialtay.net








BU SİTE, BASIN ETİK YASASINA, ÇOCUK, KADIN, İNSAN VE 
HAYVAN HAKLARINA UYMAYI TAAHHÜT EDER...

BU SİTEDE YAYINLANAN YAZILARI PAYLAŞABİLİR, 
ALINTI YAPABİLİR VE KULLANABİLİRSİNİZ...









24 Şubat 2014 Pazartesi

Ergenekomik...













Ergenekomik...

ŞARTLI tahliye edilen ve altı ay sonra belki yeniden cezaevine girecek olan Fatih hoca, Silivri çıkışı şöyle demişti:
“...Ortada ne Ergenekon örgütü ne de darbe teşebbüsü vardır. Eğer Ergenekon diye bir örgüt varsa başı kimdir? Kanaryasevenler Derneği’nin bile başı varken böyle bir örgütün başının olmaması nasıl izah edilebilir?"
Haklıydı Fatih hoca… 
İzahi yok bunun...
2007 yılında, cadı avı gibi başlayan gözaltına alma ve tutuklamalarla ilgili iddialara göre, örgüt de vardı, lideri de...
Ancak gelişmeler gösterdi ve gösteriyor ki, ne örgüt var, ne de lideri... 
Ama her nedense, örgüt üyeleri olduğu sanılanlar var ve hala hapiste… Hem de yıllardır…

Aşağıda okuyacağınız ana yazının bir bölümü, 8 Eylül 2008 günü, Cumhuriyet Gazetesi köşe yazarı, değerli meslektaşım Işık Kansu’nun, Ankara Kulisi adlı köşesinde ”Sorgulanan Yazı” başlığı ile yayınlandı.
Önce bu yazıyı okuyalım.
Sonra da, yıllardır hapiste yatanların nasıl bir dava ile uğraştıklarını, boğuştuklarını, benim de başımdan geçen ve kara mizah diyeceğimiz bir olayla anlatmaya çalışalım:
Gazeteci Vecdi Altay’ın cep telefonu çaldı.
Arayan, İstanbul Emniyet Müdürlüğü’nden polis memuru Muzaffer’di…  
Ergenekon soruşturması çerçevesinde, elindeki bir evrak hakkında bilgi istiyordu Vecdi Altay’dan.  
‘Evrak’ dediği, ADD Genel Başkanı Şener Eruygur’un, Vecdi Altay’a 15 Mayıs 2007 tarihinde gönderdiği bir yazıydı. Araştırdığı ise yazının ‘teyit’ edilmesi, aslı ile suretinin aynı olup olmadığıydı.
Soruşturulan yazı ne mi? Şu:
Sayın Vecdi Altay,
19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı kutlama etkinlikleri kapsamında düzenlenen sergiye davetiniz için teşekkür ederim. Sergiye katılamayacağım için üzgünüm.

Atatürkçü Düşünce Derneği olarak bu kadirşinast davranışınız için sizi kutlar, emeği geçen herkese içten sevgi ve saygılarımı sunarım.  
M. Şener Eruygur,  (E. Orgeneral), Genel Başkan.
                                                                      ***
Bundan sonra okuyacaklarınız da, benim  başımdan geçen ve aldığım notlardan sonra  yazdığım olayın tamamıdır.
Buyrun, kara mizah bir soruşturma okumaya:
"...Tatilimi ve çalışmalarımı sürdürdüğüm Foça’da, 16 Temmuz 2008 Çarşamba günü saat 11.22 sıralarında cep telefonum çaldı. Telefonun ekranında numara yazmıyordu. Gizli numara veya özel numara ifadeleri de yoktu. Oysa, bağlı bulunduğum cep telefonu operatörlüğüne, gizli numaraları kabul etmeyeceğime ilişkin önerdikleri teknik yönlendirmeleri de, aylar öncesinden yerine getirmiştim.
Telefonum ısrarla çalmaya devam edince açtım. Karşımda, tok ama biraz da sert bir ses tonu olan bir erkek vardı:
- İyi günler Vecdi Altay ile mi görüşüyorum?
- Evet buyrun benim.
- Vecdi bey sizi İstanbul Emniyet Müdürlüğü'nden arıyorum. Bir soruşturma çerçevesinde, elimizde bulunan bir evrak hakkında bilgi almam gerekiyor.
- Ne evrakı, ben kiminle görüşüyorum?
- Ben Muzaffer. Biliyorsunuz, Ergenekon soruşturması sırasında gözaltına alınan Şener Eruygur’un, Atatürkçü Düşünce Derneği Genel Başkanlık adına size yazdığı 15 Mayıs 2007 tarihli bir yazısı var. Şimdi ben bu yazıyı suretinden okuyacağım, siz de aslından (gazeteci refleksi ile, oysa tam tersi olmalı dedim içimden ama, bu arada da yazıyı bulmak için zaman kazanmak istiyor ve konuşmaları da not almaya çalışıyorum).
- Tamam da, tarih olarak ne demiştiniz Muzaffer bey?
- Söyledim ya az önce 15 Mayıs 2007 diye.
- Doğru haklısınız söylediniz de, yazıda derneğin orijinal logosu var mı?
- Var tabii.Olmaz olur mu?
- Kaç sayfalık bir yazı acaba?
- Tek sayfa olacak (ben de bu arada yazıyı buldum).
- Anladım. Peki ne var bu yazıda, size göre evrak ama evrak değil ki bu, sadece bir teşekkür yazısı. Ayrıca benim hiçbir yasadışı ilişkim yoktur ve olamaz da. Hele hele bu kapsamda.
- Vecdi bey, biz de sadece yazıyı teyit etmek istiyoruz. Yazının aslı ile sureti aynı mı diye.
- İstiyorsanız size fotoğrafını çekip mail olarak göndereyim. Yazıyı tarama şansım yok ne yazık ki.
- Gerek yok Vecdi bey. Ben sadece verilen emri yerine getiriyorum. Soruşturma kapsamında sadece sözlü teyit alacağız. Yapacağımız şey, bu evrakı satır satır birlikte okuyacağız. Ben bir kelime,siz bir kelime okuyacaksınız.
- Ya gerçekten ilginç bir durum bu ama, yapalım bakalım.İsterseniz cümleler olarak ilerleyelim. Bu arada büyük veya küçük harflere dikkat edecek miyiz?
- Gerek yok.
- Buyrun başlayalım.
- Yazı 15 Mayıs 2007 tarihli. Bunda mutabıkız değil mi?
- Evet doğrudur.
- Başlıyorum. Sayın Vecdi Altay
- Sayın Vecdi Altay,
- 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı
- 19 Mayıs Gençlik ve Spor Bayramı,
- Kutlama etkinlikleri kapsamında 
- Kutlama etkinlikleri kapsamında,
- Düzenlenen sergiye davetiniz için teşekkür ederim
- Düzenlenen sergiye davetiniz için teşekkür ederim. Pardon bu arada satırbaşı var. Yani bir boş satır atlayacağız değil mi?
- Vecdi bey lütfen. Burada bir yazıyı teyit etmeye çalışıyoruz. Lütfen devam edelim. Sergiye katılamayacağım için üzgünüm.
- Sergiye katılamayacağım için üzgünüm,
- Atatürkçü Düşünce Derneği olarak
- Atatürkçü Düşünce Derneği olarak,
- Bu kadirşinast davranışınız için sizi kutlar
- Bu kadirşinast davranışınız için sizi kutlar,
- Emeği geçen herkese içten sevgi ve saygılarımı sunarım
- Emeği geçen herkese içten sevgi ve saygılarımı sunarım.
- M.Şener ERUYGUR. E.Orgeneral. Genel Başkan
- M.Şener ERUYGUR. E.Orgeneral. Genel Başkan. Evet yazı burada bitiyor. Sayın paşanın adı üzerinde de mavi renkli kalem kullanılmış imzası bulunuyor.
- İmzayı bilemem ama yazı aynen teyit ettiğimiz şekilde. Peki bu yazı size ne zaman ve nasıl ulaştı?
- Bakın, ben yurtiçi ve yurtdışında Atatürk, Cumhuriyet ve Anıtkabir konularında çalışmalar yapan bir insanım. Sayın paşa bu mesajı bana, 18 Mayıs 2007 günü Bosna Hersek’in başkenti Saraybosna’da açtığım Anıtkabir Bosna Hersek’te sergisinden bir gün önce kargo ile geldi. 29 Mart 2007 tarihinde Azerbaycan’da açtığım sergi günü de, bu çalışmaya destek veren derneğin başkanına göndermiş olduğu faks mesajını da, Atatürkçü Düşünce Derneği adına ben sunmuştum. Sadece bir mesaj bunlar.
- Kendisi ile tanışıyor musunuz?
- Hayır tanışmıyorum.
- Hiç beraber olmadınız mı, toplantı, sohbet falan. Ankara’da, İstanbul’da veya İzmir’de?
- Hayır hiç olmadı. Hiçbir ortamda bir araya gelmedik. Peki nedir isteğiniz, nereye varmak istiyorsunuz ve ifadelerinizle ne bulacağınızı sanıyorsunuz?
- Vecdi bey daha öncede söyledim. Ben, bana verilen görevi yerine getirmeye çalışıyorum. Yapılan sadece, size gelen evrakta yazılanla, suretinde yazılı olanları aynı olup olmadığının teyidini almaktır. Ben teşekkür ederim size. İyi günler.
- Pardon bir saniye lütfen…den sonra telefon kapandı.
Bu telefon görüşmesinin, 1 Temmuz 2008'de gözaltına alınan, Orgeneral Hurşit Tolon, Orgeneral M.Şener Eruygur, değerli meslektaşım Mustafa Balbay ve ATO Başkanı Sinan Aygün’den yaklaşık 16 gün sonra yapılması, oldukça ilginç geliyor.
Demek ki, sayın Eruygur’un imzaladığı geçmişe yönelik tüm yazılar ve belgeler tek tek incelenmiş, bir şeyler bulunur diye.
Aslında böylesi bir görüşmenin varlığını, yaşanmışlığını unutmak ve yazmamak gerekirdi ancak, 25 Temmuz 2008'de açıklanan ve günümüzde bile hala önemli görülen bölümleri çarşaf çarşaf açıklanan 2455 sayfalık Ergenekon İddianamesi’ndeki saçmalıkları ve komiklikleri ve de Atatürk’ün, Bursa Söylevi’nin varlığının bile polis ve savcılık tarafından sorgulandığını okuyunca, ben de yaşanan bu olayı yazma ve anlatma gereğini hissettim ve de Ergenekon İddianamesi'ne, Ergene-komik bir katkı koymak istedim...
Bursa Söylevi’ni soruşturan bu zihniyetin, Atatürk’ün yaşayıp yaşamadığını, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Mezarlıklar Müdürlüğü’ne sormuş olabileceğini bile düşünebilirsiniz…
İnanın merak ediyorum: Acaba yazının suretinde yazılı olanlar, birileri tarafında değiştirilip aslı ile farklı olsaydı, ben ne olacaktım? Bir kurumun yazdığı bir yazının aslında farklı, suretinde farklı yazılar yer alabileceğini düşünmek, bunu soruşturma kapsamında araştırma gereğini hissetmek, bir teşekkür mektubunda yazılanları sanki, şifreli özel bir mesajmış gibi yorumlamak, algılamak ve araştırma yapmak paranoyaklığın en somut ve en son örneği olsa gerek.
Bu yaşananları gerçekten paranoyaklık olarak mı, yoksa, ”Helal olsun adamlara, birileri tarafından yönlendirilen soruşturmada sonuca ulaşmak için her şeyi didik didik inceliyorlar ve araştırıyorlar” diye mi yorumlamak gerekir? "
Eskiden, iki şahitle insanlar içeri atılırdı. Günümüzde ise artık gizli (ki bu bile şüpheli. Sokaklarda dolaşıyorlar) tanıklarla insanlar içeri atılıyor.
Eğer bunun adı, ileri demokrasi ise, daha çok şeyler yazılır ve söylenir. 
Çünkü yazı da söz de bitmez...
Dayanın, lideri de, varlığı da olmayan örgütün, var olduğu iddia edilen elemanları…
Dayanın, bu ülkenin namuslu, onurlu, şerefli, yurtsever insanları...
Dayanın…
"Ben bu davanın savcısıyım" diyen Alo Fatih'çi başta olmak üzere,
Hepsinden hesap sorma zamanınıza, zamanımıza az kaldı…










BU ADAMDAN BELEDİYE BAŞKANI OLMAZ...
DOMALAN HALKINA, NEYİ BÜYÜK
DÜŞÜNECEĞİNİ 
SÖYLEMEMİŞ... 
YANİ HALKI BİLGİLENDİRMEMİŞ...
  
HALKI BİLGİLENDİRMEYENLERDEN
BELEDİYE BAŞKAN OLMAZ..
.










TAMÂMÎ ve NAZÎRE

Ben bilirim o da bilir

Dursun ATILGAN
Avrupa Atatürkçü Düşünce Dernekleri Federasyonu
Genel Başkanı




Eşim çocuk yapacaksa
Sayısını soracaksa
Nasıl, nerde olacaksa
Ben bilmem, liderim bilir…

Çocuk dindar mı olacak
Yoksa kindar mı olacak
Buna kim karar kılacak
Ben bilmem, liderim bilir…

Nerde AVM yapılır
Hangi ağaçlar sökülür
AOÇ nasıl yok olur
Ben bilmem, liderim bilir…

"Gezi" dense su sıkılır
Hatta kafalar kırılır
Biber gazıyla kör olur
Ben bilirim o da bilir…

ODTÜ başının belası
Çağdaş bilimin kalesi
Yol Reis'in bahanesi
Ben bilirim o da bilir…

Konuşanlar susturulur
Yazanlar işten kovulur
Medyası yandaş kılınır
Ben bilirim o da bilir…

Aralığın onyedisi
Büyük yolsuzluk sillesi
Kim Reis'tir kim çetesi
Ben bilirim o da bilir…

"Ben onun kılı olamam"
Onsuz "yolumu" bulamam!
"Kumpas ve düzen" kuramam
Ben bilirim o da bilir…

Kırk haramiden biriyim
Yoksulum, onun kuluyum
Gittiği yol, benim yolum
Ben bilirim o da bilir…

"Allah'ın vasfı bulunur" 
Rızkımız ondan sorulur
Ona söz atan kovulur
Ben bilirim o da bilir…

"Liderim kimdir?" sorulur..!
Aklımın erdiği şudur:
"Dokunmak ibadet olur"
Ben bilirim o da bilir…

Demokratlık yoktur onda
Diktatörlük yakın, yolda
Dilerim ki 30 Mart'da
Ben bilmem halkımız bilir…










Şavşat'tan Aylin Köroğlu'na teşekkürler...
( Şavşat Karagöl )















* 35'LİĞİ takip eden, başta Türkiye olmak üzere; Amerika, Almanya, Avusturya, Avustralya, Arnavutluk, Azerbaycan, Arjantin, Belçika, Belarus, Birleşik Arap Emirlikleri, Bulgaristan, Bosna Hersek, Brezilya, Cezayir, Çin, Danimarka, Ekvador, Endonezya, Fransa, Finlandiya, Güney Afrika, Güney Kore, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Hırvatistan, Hindistan, Hollanda, Irak, İngiltere, İspanya, İsviçre, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Katar, Kazakistan, Kenya, Kosta Rika, Kuveyt, Makedonya, Malta, Malezya, Libya, Litvanya, Lübnan, Nijerya, Norveç, Özbekistan, Pakistan, Portekiz, Polonya, Rusya, Senegal, Sırbistan, Singapur, Suudi Arabistan, Tayland, Ukrayna, Venezuela, Vietnam ve Yunanistan'da yaşayan ve de yazılarıyla katkı koyan, önerilerini paylaşan tüm dostlarımıza teşekkür ederiz…

Not : Bu veriler, Blogspot'un kontrol panelinden aktarılmıştır...



Yorum, istek ve önerilerinizi yazabilir, 
paylaşabilirsiniz...
Eğer yorumunuzu yazdığınız halde
gönderemiyorsanız veya teknik arıza çıkıyorsa,
lütfen, altay@vecdialtay.net mail adresine
mail gönderiniz...




altay@vecdialtay.net








BU SİTE, BASIN ETİK YASASINA, ÇOCUK, KADIN, İNSAN VE 
HAYVAN HAKLARINA UYMAYI TAAHHÜT EDER...

BU SİTEDE YAYINLANAN YAZILARI PAYLAŞABİLİR, 
ALINTI YAPABİLİR VE KULLANABİLİRSİNİZ...





20 Şubat 2014 Perşembe

Ahidname...









Günün Sözü...

Kamış ses verince “Ney” oldum sanır. İp gerilince “Yay” oldum sanır. Sarayda oturmakla “Padişah” olmaz kişi. Aptal ata binince “Bey” oldum sanır...







Ahidname...

FARKINDASINIZ mutlaka.
Her geçen gün, insanların hoşgörü anlayışı değişiyor. Hatta gittikçe de yozlaşıyor.
Aslında, böyle olmasını isteyenler, yavaş yavaş amaçlarına da ulaşıyor.
Parçala, böl ve yönet taktiği hayata geçmiş durumda.
Oysa çok değil, bundan belki 15-20 yıl önce, çok daha hoşgörülü bir toplumduk.
Dinsel, siyasal farklılıklarımız aklımıza bile gelmiyordu.
Çünkü farklılıklar olsa da, her şeyden önce insandık…
Komşuya bir tas sıcak çorba ve yemek vermeyi görev bilirdik…
Sizlere bu yazıda, çok önemli bir belge ve bilgi aktaracağım.
Belgemiz 1463 tarihli ve Fatih Sultan Mehmed ile ilgili. Yani 551 yıllık bir bilgi ve belge.
Osmanlı’nın Avrupa’da egemen olduğu dönemlerde Fatih Sultan Mehmet’in, İstanbul’u fethinden on yıl sonra, yani 28 Mayıs 1463’de, o yıllarda Bosna’da görev yapan başrahip Fra Andeo Zvizdovç’e verdiği bir söz vardır.
Günümüz İnsan Hakları Beyannamesi’nin temelini oluşturan ve Fransız İhtilali’nden 326 yıl önce uygulamaya konulan Ahidname’nin orijinali, günümüzde bile daha hala hiç okunmamış binlerce Osmanlı dönemine ait belgelerin de yer aldığı Bosna Hersek’in  Fojnika kentindeki Fransisken Katolik Kilisesi’nde bulunuyor.
Anımsarsanız, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer de, 2006 yılında Türkiye’ye gelen ancak daha gelmeden önce AB Hıristiyan kulübüdür. Burada Müslümanlara yer yok’ açıklaması yapan Papa 2. Benedick’e bu Ahidnamenin örneğini vermişti.
Evet, bu Ahidnameyi, Bosna’da gittiğiniz her yerde görebiliyorsunuz: Otellerde, bakkallarda, kahvelerde, lokantalarda…
Osmanlı, Avrupa’yı ve bu toprakları fethettiğinde, papazlar, rahipler buralardan ayrılmak istemiyorlar ama can güvenliklerinin de sağlanmasını istiyorlar. Bu isteklerini Fatih’e söylediklerinde, o da bir Ahidname yayınlıyor ve bölgedeki tüm din adamları rahat ve huzur içinde yaşıyor… İşte özel çerçeve içinde korunan Ahidname’de yazılanlar:
                                              
Arkamdaki tabloda görünen 
başrahip Fra Andeo Zvizdovç’in 
elinde tuttuğu Ahidname ile, 
benim elimde tuttuğum 
aynı Ahidname.
"Murat Han'ın oğlu, daim muzaffer Mehmed, hürmete layık yüce sultan'ın emri, imzası ve cihan fatihinin parlayan mührü aşağıdadır : 
Ben, Sultan Mehmed Han, bu Ferman-ı Hümayunu'mu haiz Bosnalı Fransiskanların lütfuma sahip olduklarını ve bu emri verdiğimi bütün dünyaya duyuruyorum. Hiç kimsenin bahsi geçenleri veya kiliselerini taciz veya rahatsız etmesine izin verilmeye... Onların Devlet-i Al-i Osmaniye'de sulh içinde ikamet etmelerine izin verile... Devlet-i Aliyem hudutları dahilindeki bütün memleketlerde mevcut manastırlarına herhangi bir korku taşımaksızın geri dönmelerine ve yerleşmelerine izin verile... Ne şehzadem ne vezirlerim veya vazifelilerim, ne de hizmetçilerim veya devletimin vatandaşları onlara hakaret etmeyecek ve onları taciz etmeyecektir. Hiç kimsenin onlara tecavüzüne, hakaret etmesine ve canlarına kastetmesine, mallarına ve mülklerine veya kiliselerinin mal ve mülklerinin tehlikeye atılmasına izin verilmeye... Memleketime hariçten herhangi birini getirmelerine dahi müsaade edilmiştir.
Böylece, bu ferman-ı hümayunu lütufkar şekilde yayınladım ve işbu büyük yemini ettim: Dünya ve ahiretin Yaradanı, bütün canlıların rızıklandırıcısı adına, yedi Mushaf ve Muhbir-i Sadık (Hz. Peygamber s.a.v ) ve koyduğum kılıç adına, onlar hakimiyetime itaatkar ve sadık kaldıkları sürece, hiç kimse yazılanın aksine hareket etmeyecektir."
İşte biz böyle bir neslin insanlarıyız, insanlarıydık...
Barışçı, özgürlükçü, insana ve haklarına saygılı, demokrat, farklılıklara saygı gösteren, onları anlayan, onlarla birlikte yaşayan, oynayan, paylaşan ve kollayan
Öyle, “ Osmanlı bizim ecdadımız. Osmanlı’ya laf söyletmem. Bizler gerçek Kanuni’nin torunlarıyız…” demekle olmuyor.
Osmanlı’nın rüşvetçilerini, yolsuzluk ve hırsızlık yapanlarını, insanlık dışı uygulamalara imza atanlarını, sayısız eşleri olanlarını, ruh hastalarını, mal mülk edinenlerini, devlete ve halka değil kendine çalışanlarını örnek alacağınıza, toplumda barışı sağlayanları, toplumu bölmeyenleri, özgürlükleri savunanları kendinize örnek alın… 
Alamıyorsanız da, çekin gidin...











AKP Kadıköy Başkan Adayı'nın uyanıklığı...









Siyaset ne demek?


Tevfik KIZGINKAYA

Barış İsteyen Gazeteciler
Platformu Kurucu Üyesi


SORUYU soruyla açalım. Ülkemizde siyaset adına neler yaşıyoruz, neler konuşuyoruz?
Cemaat, paralel devlet, yolsuzluk, hırsızlık, darbe, yasaklar, tomalar, gazlar, öldürülen gençler, uzun tutukluluk süreleri, şike, yargıda ve emniyette yapılanma, hukuksuzluk, yandaşlar, suçlamalar, mecliste kavgalar, hakaretler, küfürleşmeler…
Sabahtan akşama kadar siyasetin belirlediği bu “gündemler” üzerine tartışıyoruz.
Gelin bu tartışmalardan biraz olsun uzaklaşalım ve siyasetin ne demek olduğunu görmeye çalışalım.
Önce adını koyalım. Siyaset bir bilimdir.
Prof. Bülent Daver’in (Işıklar içinde olsun…) tanımıyla, ülke, devlet ve insan yönetim bilimi.
Yönetimin iki taraf vardır; yöneten - iktidar ve yönetilen - halk.
İktidar erkinin kaynağına göre belirlenen yönetim şekli, iktidar ile halk arasındaki ilişkiyi belirler.
Konumuz, iktidar erki halk tarafından seçilen demokrasi.
*****
Siyaset bilimine göre demokrasilerde farklı siyasi partiler vardır ve siyaset, emek - sermaye temelinde yapılır.
Siyasi partileri birbirinden ayıran temel nitelikleri ise, emek – sermaye zemininde sahip oldukları ideolojileridir.
İdeolojilerin temelinde de, halkın ekonomik ve sosyal sorunlarına yönelik çözümler vardır.
Sağ siyasi partiler, devletin ekonomik artı değerini sermayeden - özel girişimden yana kullanarak ülkeyi ve halkı yönetmeyi amaçlarlar.
Sol siyasi partilerin önceliğinde ise emeği ile geçinen dar gelirli kesimler vardır.
Çağdaş demokrasilerde bu anlayışla yapılanan siyasi partiler, insanı ekonomik ve sosyal kimlikleri ile görür. İşveren, işçi, sanayici, çiftçi, memur, esnaf, emekli gibi…
Halk da bu kimlikleri ve ortak yaşamsal sorunları temelinde demokratik kitle örgütlerinde, (meslek odaları, sendikalar ve dernekler) bir araya gelir ve örgütlenir.
Örgütlü toplum, demokrasinin katılımcılık ilkesinin gereği iktidarların uygulamalarını izler ve sorunlarına çözüm üretmelerini ister.
*****
Demokrasilerde iktidara sahip olan siyasi partiler, hangi ideolojiye sahip olurlarsa olsunlar, insanlar arasında din, mezhep, ırk, dil, cins, renk gibi doğarken kazanılan farklılıkları gözetmeden ve ayrım yapmadan halkın tamamına hizmet etmekle yükümlüdür.
İnanç ve etnik özellik ve kimlikler, kültürel niteliktedir ve temel insan hakkıdır. Bu hakların korunması ve yaşanması için gereken koşulları oluşturmak da siyasi partilerin temel görevidir. İsteğimiz dışında doğarken sahip olduğumuz bu kültürel kimlikler üzerine siyaset yapmanın demokrasi ile hiçbir ilgisi yoktur.
İnanç temelinde yapılanan siyasi partilere göre insanın kimliğini inancı belirler. İnancını kimliği olarak gören insan, mezhebine hatta aynı mezhep içinde kendisine yakın bulduğu tarikatlarda bir araya gelirler. Tarikatları sivil toplum örgütü (STK) olarak kabul eden yönetim şeklinin adı Teokrasidir.
Etnik temelde yapılanmanın özü mikro milliyetçiliktir, ırkçılıktır. Irkçılığın sonu ise Faşizmdir.
*****
Batılı düşünürlerin yönetim erkini tanrısal iradeye bağladıkları 14yy da, sosyolojinin ve iktisadın öncülerinden kabul edilen devlet adamı ve tarihçi İbn-i Haldun (Tunus, 1332 – 1406) devlet ve iktidar kavramlarını bilimsel temelde incelemiştir. Ekonomik etmenlerin, toplumsal olayların ve olguların da siyasal sistemler üzerindeki etkilerini yorumlayan İbn-i Haldun, toplumları “üretim biçimlerine” göre değerlendirmiştir.
Aradan geçen 600 yılın sonunda dünyaya baktığımızda büyük bir çelişki ile karşılaşıyoruz. Batılı toplumlar Reform ve Rönesans’la aydınlandı ve yönetim erkinin kaynağını halka dayandırdılar. Doğu toplumları ise orta çağın karanlığında kaldı ve iktidar erkini tanrıya dayandırdılar.
Batı, sanayi devrimini yaptı ve toplumunu üretim biçimlerine göre yapılandırdı. Doğu, toprağa ve tarıma çakıldı kaldı ve toplumunu inanç ve etnik temelde biçimlendirdi.
*****
80’lerin başına geldiğimizde gelişmiş batı, “dünya küreselleşti, artık yeni bir dünya düzeni kurulacak” dedi.  Yenidünya düzeninin gereği ve güzelliliği olarak da, demokrasi ve insan hakları adına “insanlar, inançlarını ve etnik kimliklerini özgürce yaşabilmeli, örgütlenebilmeli ve siyaset yapabilmeli” dendi.
Dünyaya bu şekilde “yeni bir yol” gösteren AB-D, özellikle geri kalmış ve gelişmekte olan ülkelerde siyasetin inanç ve etnik temelde yapılanmasına da gerekçe ve geçerlilik kazandırmış oldu. Bu yönlendirmenin en büyük yansıması ise;
“Nedense” nüfusunun çoğunluğu Müslüman olan ülkelerde görülmüştür.
“Nedense” bu ülkelerin, kaynakları zengin, halkı yoksul, yöneticileri zengin diktatörlerdir.
“Nedense” bu ülkelerde halk, mezhep ve etnik temelde gruplaşmış ve birbirleriyle savaşmaktadır.
“Nedense” bu yoksul gruplara silahları verenler de zengin kaynakları kullananlar da hep aynı ülkelerdir; AB-D.
*****
AB-D’de siyaset
Öncelikle iki soruya yanıt aramak gerekir;
·        Dünyaya demokrasi ve insan hakları “dersi” veren ve “yönlendiren” bu ülkelerde etnik veya inanç temelinde siyaset yapılabilir mi?
·        ABD’de, Almanya’da, İtalya’da, İngiltere’de, Fransa’da… etnik veya inanç temelinde bir parti kurulabilir mi?
Hıristiyan demokrat partiler var diyenlerin bu partilerin programlarına bakmalarını öneririm.
En azından bu ülkelerde etnik ve inanç temelinde kamplaşma ve çatışmanın olup olmadığına bakmak yeterli değil mi?
Bu ülkeler, Kilise yönetiminden, engizisyon mahkemelerinden, orta çağın karanlığından reformla çıktılar. Sanayi devrimi ile geliştiler ve kalkındılar. Toplumsal dokularını ekonomik ve sosyal sınıflar temelinde (sendikalarda, meslek odalarında, derneklerde) yapılandırdılar.
Bu ülkeler, 2inci dünya savaşında otuz beş milyon insanın ölümüne neden olan Hitler ve Mussolini faşizminden aldıkları dersle ırk temelinde siyaset yapılmasını yasakladılar.
Ama bu ülkeler, egemen olmak istedikleri dünyaya, etnik ve inanç temelinde yapılanmayı demokrasinin ve insan haklarının gereği olarak sundular, desteklediler, böldüler, parçaladılar ve yönetiyorlar…
******
Gelelim bize.
Söze, bir itirafla başlayalım. “Batılı güçlerden destek almadan, hatta onların muhalefeti karşısında, onlar Türkiye'yi parçalamaya çalışıp küçük bir ülke haline getirmeye çalışırken yaptıklarını hatırladıkça, kendisinin büyüklüğünü bir kez daha anlıyor ve etkileniyorum” sözleri ile Mustafa Kemal Atatürk’ü tanımlayan ABD Başkanı Bill Clinton (TBMM, 16.11.1999), batının ülkemiz üzerindeki amaçlarını bu şekilde dile getirmişti. (Biz söyleyince inanmayanlar için…)
Doğu toplumlarının makûs talihi gibi parçalanmaya ve yok olmaya doğru giderken özgürlük ve bağımsızlık mücadelesiyle emperyalizmin hevesini kursağında bırakan Türkiye, Cumhuriyet (Aydınlanma) Devrimini ile de iktidar erkini halka teslim etmiştir.
…insanlar arasında hiç bir renk, din, ırk ayrımı gözetmeyen…” (Unesco kararı, 28.11.1978) yönetim anlayışıyla kurulan Türkiye Cumhuriyetinin hedefinde, cehaleti ve sefaleti yok ederek tam demokrasiye ulaşmak vardı. Bilinçli ve ekonomisi güçlü insanlar, başkalarının sözleri ile değil kendi akılları ile karar verebilme yetisine sahip olabilirler.
Ne yazık ki çok partili sürecin başladığı günden bu yana siyaset, bilimin ve demokrasinin gösterdiği zeminin dışına taşındı.
Önce, bilinçli yurttaşlar yetiştirmeyi amaçlayan akla ve bilime dayalı “toplu eğitim sisteminden” uzaklaşıldı, aklı ile değil duyguları ile karar veren eğitimsiz bir toplum yaratıldı.
80 sonrasında da AB-D’nin yenidünya düzeni gereği diye gösterdiği ekonomik politikalarla devlet ekonomiden çekildi, üretim araçlarımız ve fabrikalarımız satıldı. Halkımız, işsizliğin ve yoksulluğun pençelerine bırakıldı.
Eğitimsiz ve yoksul insanın dini ve etnik duyguları yükselir, yükseldi de…
Siyasi partiler de oy alabilmek için dini ve etnik duygulara seslendiler ve iktidar olma yarışını “Sünni - Alevi, inanan – inanmayan, Türk – Kürt” temelinde yaptılar.
65 yıldır sürdürülen bu siyasetin sonucu dine, mezhebe, ırka, yöreye ve cinse bağlı kimlikler öne çıktı.
Yıllardır bir arada dayanışma içinde yaşayan bizler, “insan ve yurttaş” ortak kimliklerimizi ve sınıf bilincini bırakıp, bu farklılıklarımız temelinde kamplaştık. Sendikalar bile emek ortak paydası yerine inanç ve etnik temelde yapılandılar, emek yapısını parçaladılar.
Sonuçta, Alevi – Sünni, Laik – anti laik, inanan – inanmayan, başı açık – kapalı, kadın – erkek, doğulu - batılı, Türk – Kürt… diye ayrıştık ve birbirimizle çatıştık.
Bugün demokrasi adına yutturulmaya çalışılan bu siyaset anlayışı ile partilerin fanatik taraftarları gibi birbirimizle kavga etmekten bir adım öteye gidemiyoruz.
Cehaletin ve sefaletin egemen olduğu toplumların ne durumda olduklarını görmek için çok uzağa değil, hemen güneyimizdeki Irak’a, Suriye’ye bakmak yeterli değil mi?

*****
Ne yapmalı?
600 yıl öncesinde İbn-i Haldun’un düşünceleri ve söylemleri bugün için de geçerlidir. İnsanı insan olarak, ekonomik ve sosyal bir varlık olarak görmek ve sorunlarına çözüm üretmek demokrasi ve toplumsal barış adına atılması gereken en doğru ve en önemli adımdır.
Bu yolda ilk adımı kim atmalı?
Demokrasi halkın yönetimi ise, ilk adımı halk atmalı diyebiliriz. Halk, siyasi partilere inanç ve etnik temelde politika yapmamaları gerektiğini, yapanlara da oy vermeyeceğini yüksek sesle haykırmalı. Nasıl mı? Bu yolda sorumluluk Aydın’larındır.
Halkı aydınlatmak, düşün ve sanat insanlarının, şair, yazar, çizer, bilim insanı, hukukçu, gazeteci kısaca kendini Aydın diye tanımlayan herkesin görevidir. Tarih boyunca, kişisel değil toplumsal çıkarlar için mücadele eden, gerektiğinde canını ortaya koyan Aydın’ların önder olduğu ülkeler aydınlanmayı, çağdaşlığı, insan hak ve özgürlüklerini ve demokrasiyi yakalamıştır. Rönesans ve Reformda olduğu gibi...
İlk adımı siyasi partiler de atabilir. Demokrasiyi ve toplumsal barışı amaç olarak gören siyasi partiler bugünkü tartışmaların dışına çıkarak emek – sermaye zemininde siyaset yapmalıdırlar.
CHP’nin 70’li yıllarda “toprak işleyenin su kullananın - ne ezen ne ezilen insanca, hakça bir düzen -  emek en yüce değerdir” söylemleriyle ürettiği politikaların 1973’de % 33, 1977’de ise % 41,3 oranlarında halktan karşılık bulduğunu siyasetin özellikle de CHP’nin iyi değerlendirmesi gerekir.
Siyasetin emek – sermaye zeminde yapılanması, halkın da sendikalarda, meslek odalarında ve derneklerde örgütlenmesini ve yaşamsal sorunlarına sahip çıkmasını sağlayacaktır.
Siyasetin insanların aklına seslendiği, insanların da aklı ile karar verdiği günlerde gerçek demokrasiyi yaşayabiliriz ve yaşatabiliriz. 
Aklımızı başımıza almamız lazım…














* 35'LİĞİ takip eden, başta Türkiye olmak üzere; Amerika, Almanya, Avusturya, Avustralya, Arnavutluk, Azerbaycan, Arjantin, Belçika, Belarus, Birleşik Arap Emirlikleri, Bulgaristan, Bosna Hersek, Cezayir, Çin, Danimarka, Ekvador, Endonezya, Fransa, Finlandiya, Güney Afrika, Güney Kore, Güney Kıbrıs Rum Kesimi, Hırvatistan, Hindistan, Hollanda, Irak, İngiltere, İspanya, İsviçre, İsrail, İsveç, İtalya, Japonya, Kanada, Katar, Kazakistan, Kenya, Kosta Rika, Kuveyt, Makedonya, Malta, Malezya, Libya, Litvanya, Lübnan, Nijerya, Norveç, Özbekistan, Pakistan, Portekiz, Polonya, Rusya, Senegal, Sırbistan, Singapur, Suudi Arabistan, Tayland, Ukrayna, Venezuela, Vietnam ve Yunanistan'da yaşayan ve de yazılarıyla katkı koyan, önerilerini paylaşan tüm dostlarımıza teşekkür ederiz…

Not : Bu veriler, Blogspot'un kontrol panelinden aktarılmıştır...



Yorum, istek ve önerilerinizi yazabilir, 
paylaşabilirsiniz...
Eğer yorumunuzu yazdığınız halde
gönderemiyorsanız veya teknik arıza çıkıyorsa,
lütfen, altay@vecdialtay.net mail adresine
mail gönderiniz...




altay@vecdialtay.net








BU SİTE, BASIN ETİK YASASINA, ÇOCUK, KADIN, İNSAN VE 
HAYVAN HAKLARINA UYMAYI TAAHHÜT EDER...

BU SİTEDE YAYINLANAN YAZILARI PAYLAŞABİLİR, 
ALINTI YAPABİLİR VE KULLANABİLİRSİNİZ...